George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim: İslam Dünyası ve Hıristiyan Batı, Çev.: Ali Hakan Çavuşoğlu, Hasan Tuncay Başoğlu, Gelenek Yayınları, İstanbul 2004.
16. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Birgivî, nahiv ilmini konu alan meşhur kitabı Avâmil’de, Türkçe’de “keşke” anlamına gelen leyte edatının örneğini verirken “keşke ilim, herkese nasip olsaydı” der. Çünkü bu edat, gerçekleşmesi ya çok zor ya da imkansız talepleri belirtmek için kullanılır. Makdisi’nin, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim adıyla Türkçe’ye çevirilen kitabını okuduğumda “keşke İslam düşünce tarihine dair her çalışma, böyle yapılsaydı” dedim. Leyte edatı bağlamında düşünüldüğünde, kitabın önemini abarttığımın farkındayım, ama kitaba dikkat çekmek amacıyla yapıyorum bunu.
Adından da anlaşılacağı üzere (orijinali The Rise of Colleges, yayın tarihi 1981) kitap, yaklaşık 10 ila 13. yüzyıllar arasında (hicrî hesapla 4 ila 7. yüzyıllar) İslam dünyasında yüksek öğretimin, medrese kurumunu merkeze alarak tarihini ele alıyor ve elde ettiği sonuçları, Hıristiyan Batı’daki yüksek öğretim kurumları ile mukayese ediyor. Filmin sonunu söylemeye benzemediğinden yazarın kanaatini paylaşmak isterim. Makdisi’ye göre Hıristiyan Batı, yüksek öğretimin kurumsal yapısını büyük ölçüde İslam dünyasından almıştır. Bununla beraber 13. Yüzyıldaki bazı değişimler nedeniyle yüksek öğretim, Hıristiyan Batı’da gelişme göstermeye devam etmesine rağmen, İslam dünyasında bu gelişim akamete uğramıştır. Yazarın elde ettiği sonuçlar detaylı olarak ele alındığında birçok şey tartışılabilir, ancak en azından Batı’nın, kurumsal yapılanmada medrese’den epey istifade ettiği konusunda kitap çok ikna edici delillere sahip.
Yazarın, İslam dünyası ile Hıristiyan Batı’yı mukayese etmesi elbette değerli, ama benim açımdan kitabın esas önemi, medrese hakkında ansiklopedik boyutta bir araştırma olması ve neredeyse medrese’nin her türlü detayı hakkında klasik kaynaklara dayanan veriler sunması. Henüz medrese kurumu doğmadan yüksek öğretim kurumları nelerdi? Medrese kurumunun doğuşuna imkan vermesi bakımından vakıf hukukunun önemi nedir? Medrese müfredatı, sınıf düzeni, ders ve tatil günlerinin tayini nasıldı? Medrese’de nasıl bir eğitim metodu vardı? Ezber, tekrar, kavrama, müzakere, tartışma/hilâf/münazara (Makdisi’nin tabiriyle skolastik metod), (yüksek lisans veya doktora mahiyetinde) akademik tez vb. unsurların eğitim metodu içindeki yeri neydi? Tabiri caizse medrese’nin insanları olarak (1) öğretim üyeleri, ünvanlar, kadrolar, maaşlar; (2) yardımcı öğretim elemanları asistanlar ve diğerleri; (3) öğrenciler ve burs sistemi; (4) medrese’de görevli/maaşlı diğer çalışanlar kimlerdi ve nelerdi? Tüm bu soruların cevabını kitapta bulmak mümkün. Makdisi, bu soruları yetkinlikle cevaplıyor; çünkü kendisi aynı zamanda Bağdat ve muhitinin uzmanı. Belli bir bölgenin toplumsal tarihine, klasik kaynakları birincil kaynak addederek yoğunlaştığınızda bu sorulara yanıt vermek çok da zor olmuyor. Her ne kadar bu kitapta kullanılan verilerin çoğu, Bağdat merkezli olsa da İslam dünyasının başka bölgelerinden de epey veri aktarıldığından bütüncül bir fotoğrafa ulaşabiliyoruz. Yeri gelmişken, bu kitabın sunduğu verileri karşılaştırmalı olarak değerlendirmek için Türkçe’ye tercüme edilen başka kitaplar da var. Jonathan P. Berkey’nin, Kahire’yi merkeze alan Ortaçağ Kahire’sinde Bilginin İntikali (orijinalinin yayın tarihi 1992) ve Michael Chamberlain’in, Şam’ı merkeze alan Ortaçağ’da Bilgi ve Sosyal Pratik (orijinalinin yayın tarihi 1994) adlı çalışmaları bu bağlamda muhakkak “okunacaklar listesi”ne alınmalı. Bu iki kitap da Klasik Yayınları’ndan çıktı ve Makdisi’nin kitabının yeni baskısı da aynı yayınevinden. Dolayısıyla yayınevini ve serinin editörü olan Halit Özkan’ı tebrik ederek anmakta fayda var. İlk yayın tarihlerine bakıldığında bahsettiğimiz bu üç kitabın bir etkileşim içinde ortaya çıktığını düşünebiliriz. Benzer çalışmalar hem dünyada hem Türkiye’de mevcut olmakla beraber özellikle ülkemizde bu nitelikteki çalışmaların artması gerektiği bir gerçek. Bu meyanda az önce ismini andığım Halit Özkan’ın Memlüklerin Son Asrında Hadis ve Harun Yılmaz’ın Zengî ve Eyyûbî Dımaşk’ında Ulema ve Medrese adlı çalışmaları örnek verilebilir. Özellikle ülkemizde artması gerektiğinden bahsediyorum; çünkü Batı’da, mahkûm edici ve önyargılı klasik oryantalist bakış açısının aşıldığı bu gibi çalışmaların sayısı zaten çok fazla. Sadece Yinedergi mahfilinde değerlendirmesi yapılan Johannes Pedersen, Houari Touati, Marshall Hodgson, Wael Hallaq gibi yazarların kitapları bir çırpıda örnek verilebilecek olanlar. Dolayısıyla düşünce ve medeniyet tarihimizi benzer nitelikteki çalışmalarla ortaya koymak için esas biz Müslümanlara iş düşüyor.
Makdisi’nin kitabının öne çıkan bazı yönlerini hususen ele almak istiyorum. Yazara göre medrese, her şeyden önce bir hukuk kurumudur. Başka bir deyişle medrese’nin fonksiyonu, hukuk alanındaki yüksek öğretimdir. Öğrenciler, başka ilim dallarını değil fıkıh ilmini öğrenmek için medrese’ye gelirler. Örneğin tefsir, hadis gibi ilim dalları ancak ikincil bir önemde bu kurumda kendilerine yer bulabilir. Dil bilimleri ise yardımcı ilim dalları (alet ilimleri) olarak görüldüğünden, yüksek öğretim’e gelmeden standart düzeyde zaten halledilmiş olanlardır. Felsefe, kelam, mantık, tıp, matematik, astronomi vb. ilim dalları ise medrese’nin kurumsal yapısı içinde değil hoca-talebe arasındaki özel ilişkide konu edilen alanlardır. Mesela “tedrîs” lafzı mutlak kullanıldığında “fıkıh öğretmek” anlamına gelir. “Kurumsal olarak medrese’nin fıkıhla neredeyse özdeşleştirilmesine dair yazarın bu tespiti, farklı medrese gelenekleri ile mukayese edildiğinde değişebilir mi” sorusu ister istemez okurun zihnini kurcalıyor. Zira en azından benim için bu tespit oldukça yeni. Medrese’nin; alet ilimleri, tefsir, hadis ve kelam gibi alanları dışlaması oldukça iddialı bir tespit.
Medrese’nin tabiri caizse bir hukuk okulu olmasının önde gelen delillerinden biri, Makdisi’nin “skolastik metot” olarak kavramsallaştırdığı hilâf ilminin medrese geleneğindeki konumudur. İslam hukukçularının tartışma metotlarını ele alan hilâf disiplini, medrese müfredatındaki son aşamadır. Makdisi’nin terimleriyle söyleyecek olursak yüksek öğrenimin/medrese’nin lisans aşamasında, mensup olunan fıkıh mezhebinin kendi hukuki yaklaşımlarına odaklanılıyordu. İhtisas aşamasında ise mezhepler arası tartışmalı meselelere, yani hilâf fıkhına ağırlık veriliyordu (s.180, 181). “Eğitimin amacı, kendi tezine yönelik muhtemel tüm itirazları bertaraf etmenin yolunu öğrenmekti” (s.179). Makdisi, kitabında hatırı sayılır ölçüde büyük bir bölümü hilâf’a ve deyim yerindeyse bunun sosyolojisine ayırmıştır. İlgili bölümler çok kıymetli bilgiler içeriyor ancak ben burada onları detaylandırmaktansa ülkemizde hilâf ilmine (hilâf ilmi; mantık, cedel, münazara, âdâbu’l-bahs ilimleriyle de ilgili olduğundan bunlar da eklenebilir) yönelik alakanın azlığından şikâyet etmek istiyorum. Hilâf alanında yapılan akademik çalışmaların azlığı hemen dikkati çeken bir husustur. Oysa kendi bilim tarihimizdeki yeri ile mukayese edildiğinde hilâf’a çok daha fazla göz nuru dökmemiz gerekirdi.
Ehl-i insaf batılı araştırmacıların çoğunun kitabında görüldüğü üzere Makdisi’nin kitabında da alttan alta bir akış halinde toplumsal tarih okuması mümkün oluyor. Kitabın birçok yerinde atıfta bulunulan ve tabi ki tartışılabilecek kurguya göre İslam düşünce tarihindeki akılcı/rasyonalist akım, Mihne/yazarın tabiriyle “engizisyon” süreci nedeniyle gelenekçilere karşı yenilmiştir. Medrese, bu yenilginin ortaya çıkardığı ortamda ideal bilim olan fıkhın ve ideal çizgi olan gelenekçiliğin şekillenmiş halidir. Ancak “zaferine rağmen gelenekçilik, rakibi olan akılcıların etkisi altında kalmaktan kendisini kurtaramamıştır. Zira diyalektiğin silahları yavaş yavaş fıkıh tarafından benimsenmişti” (s.139). Cedel, yani fıkıhçıların elinde disipline edilmiş haliyle hilâf, bu etkileşimin ürünüydü. Gelenekçi akımı zinde tutan işbu skolastik metottu. Ne zaman ki İslam’da ilk resmî müftîlik makamı ortaya çıktı (hicrî 7/miladî 13. yüzyıl), “serbestçe tartışılarak icmâ noktasına kadar ulaşan görüşlerin serbestçe ifade edilmesine son verildi” (s.410). Ve böylece skolastik metot, “eğitimde ve ortodoksiyi belirleme sürecinde dinamik bir unsur olarak sahnedeki yerini kaybetti” (s.411). İçeriğine hak verelim ya da vermeyelim bu tarz toplumsal tarih okumaları, kitapta işlenilen tezin merakımızı celb etmesini sağlıyor.
Son olarak kitabın çevirmeni olan iki İslam hukukçusu hocamızı da minnetle anmak gerekir. Ali Hakan Çavuşoğlu ve Tuncay Başoğlu; çeviri dilindeki akıcılık, konuya hâkimiyet ve kitabı zenginleştiren (bu nitelikteki notlar hakkında Yusuf Duman hocamın tabiriyle “metne hizmet eden”) sayısız notlarıyla “çeviri böyle yapılır” dedirtiyorlar. Allah sa’ylerini meşkur etsin.
Bu tür araştırma kitaplarını okumaya başlarken bir soruyu önemsiyorum. Bu kitap niçin yazıldı. Kitabın önsözünde Makdisi bu soruya cevaben şunu belirtmektedir. (Bu kitabın yazılış amacı) “İslam düşünce tarihinde merkezi öneme sahip bir dönemin(11. YY) daha iyi anlaşılabilmesini sağlamaktır.” Bunu yaparken mekan olarak Bağdat incelenen konu olarak medrese belirlenmiştir. Akademik bir çalışmada sınırların belli olması, farklı dönem ve yerlerin hiç konu edilmeyeceği manasına gelmez. Zaten Makdisi kitabın girişinde yaptığı bu sınırlamayı kendisine yeni kapılar açacak şekilde esnetmiştir. Kitabı okuduktan sonra yazarın önsözünde iddia ettiği şeyi başardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bana sorarsanız bu kitap ilimle uğraşan ve uğraşmak isteyenlerin ilim kültürünün tarihini öğrenmeleri için bulunmaz bir hazine yumağıdır.
Kitaba başlarken ilk izlenimimiz daha çok ansiklopedik tarzda bir eser olması ve yazı karakterlerinin görece küçük olmasından dolayı bizi uzun bir maratonun beklediği idi.
Yaklaşık 450 küsür sayfalık kitabın normal yazı karakterleri kullanılsa 600-700 küsür sayfayı bulabileceği düşünülmüş olsa gerek okuyucunun gözünü korkutmamak için böyle bir dizayna gidilmesi anlaşılabilir gözüküyor.
Kurumlar, Eğitim, Skolastik Camia, İslam ve Hıristiyan Batı şeklinde adlandırılmış dört başlıktan oluşan kitap başlangıçta yer alan kurumlar bölümünde daha çok konunun teknik boyutunu ortaya koymuştur. Açıkçası ilk bölümü bitirdiğimde teknik teferruatlardan sıkılmış bu kitabı bitirebilir miyim endişesi yaşamıştım. Fakat ikinci bölümden itibaren bariz bir üslup değişikliği ile dönemin eğitim kültürünün asıl kaynaklardan alınan örneklerle bezenerek muhteşem bir sunumuna şahit oldum. Dolayısıyla bu kitabı benim gibi tezcanlı birine tavsiye edeceksem öncelikli olarak ikinci ve üçüncü bölümlerin okunmasını salık veririm.
İkinci ve üçüncü bölümde yer alan eğitim ve skolastik camia bölümleri dönemin ilimle ilgili kültürünü çok güzel örneklerle ortaya koymaktadır. 11. yüzyıl civarlarında İslam eğitim sisteminde; müfredat, sınıf düzeni, tatil günleri, eğitim metotları, defter kullanımı, sınıf başkanı, yoklama, burslar, öğrenci grupları, tembel ve çalışkan öğrenciler, akademik ünvanlar, harçlar, açılış dersleri, öğretim üyesi atamaları ve daha bir çok konu bu iki bölümde detaylandırılmıştır.
Hadi Ensar Ceylan’ın yazısında belirtildiği üzere yapılan çalışma belli bir dönem ve mekana yoğunlaşılarak yapıldığı için Fıkıh ağırlıklı bir sunumla karşılaşıyoruz. Felsefe ile uğraşan biri olarak kitabı okurken felsefe kültürünü açıklayan anlatımlar daha fazla olsaydı kitabı okumaktan daha çok keyif alabilirdim.
Kitapta akademik tarafsızlığın korunduğunu düşünüyorum. Yani dönemin İslam eğitim sistemindeki pozitif ve negatif yönlerin aktarımı okuyucuya acaba taraf mı tutuyor sorusunu sordurmadan tamamlanıyor.
Kitapta yer alan çeviri metinlerinin dipnotlarda Arapçasının verilmesi ve şiir metinlerinin Arapça asılları ile sunulmuş olması kitabın kalitesine verilen önemi gösteren güzel ayrıntılardı. Böylece bazen hoşumuza giden bazen üzen aktarımların Arapça asıllarında nasıl geçtiğini kendimiz görebiliyoruz. Ayrıca hacmi bu kadar geniş olan bir kitabın az sayıda imla hatası ile basılmış olması yayın evi için; kitabı güzel bir Türkçe ile çevirmiş olmaları bilhassa dipnotlarda gösterdikleri özen ise çevirmenler için bir övünç kaynağıdır.
Kitabın genelinden aklımda kalan en önemli eğitim kültürü öğesi kesinlikle Liyakat’ti. Yani dönemin eğitim sisteminde önem verilen en vazgeçilmez unsur hakeden kişilerin eğitim sisteminde yükselmesinin sağlanmasıydı. Tabi zaman zaman yaşanan muhalif olaylara da kitapta yer verilmiş.
Bu konuyla ilgili iki örneği burada zikredelim
Baba ve oğul Sübki hakkında
“…Baba oğlunun Mizzi’den fıkıh dersi almasını arzu ederken , söz konusu hoca da muhtemelen babanın hatırı için oğlunu en yüksek sınıfa almayı istemektedir. Baba Sübki buna karşı çıkarak oğlunun en düşük seviyedekilere dahil edilmesini istemiştir. Zehebi de buna itiraz eder ve genç Sübki’nin başlangıç seviyesinden daha yüksek bir seviyeye layık olduğunu söyler. Baba Sübki, oğlu için orta seviye sınıfına razı olur.” S.257
“Züfer Ebu Yusuf ile yaptığı münazaralarda sürekli galip gelince , Ebu Hanife Ebu Yusuf’a bunu başka bir yerde denemesini tavsiye etmiş ve şöyle demişti: Bunun gibi bir kişinin bulunduğu bir şehirde sen riyaseti arzulama.” S.206
Bununla birlikte kitapta eğitim kültürü ile alakalı ilginizi cezbedecek onlarca olay okuyabilirsiniz.
Üçünü aktararak bitiriyorum.
Münazara kültürü hakkında
“Halil kendisinden yaşlı bir meslektaşının yanına münazara için gittikten sonra neden tartışmadan vazgeçtiğini şöyle açıklar: O (Ebu Amr b. Ala) elli yıldır reis konumundaydı. Yenilmesinden ve kendi şehrinde itibarını kaybetmesinden endişe ettim.” S. 193
“Meşhur Eş’ari kelamcı Bakıllani bir münazarada bıktıracak kadar uzun konuşması ile meşhur olmuştu. Ebu Said el-Haruni ile yaptığı bir münazarada çok uzun bir konuşma yaptı ve seyirciye dönerek ‘Şahit olun! muhatabım sadece söylediklerimi tekrar etsin, ondan başka bir cevap istemeyeceğim’ bunun üzerine Haruni şöyle cevap verdi. ‘Hayır, benim şahidim olun! Muhatabım yapıtığı konuşmayı aynen tekrar etsin münazaradan ben çekileceğim!” S. 210
Bir münazarada eş-Şafii rakibi olan Fityan’a karşı üstünlük sağladı. Bunun üzerine Fityan muhatabına hakaret ve küfür etmeye başladı. Eş-Şafii onun bu tavrını görmezden geldi. Fakat biri, peygamber soyundan gelen Şafii’ye küfür ettiği için Fityan’ı şikayet etti bunun üzerine Fityan sopa cezası alıp şehirde deve üzerinde ‘Hz. Peygamber soyundan gelen birine küfretmenin cezası budur’ diye dolaştırıldı. Bunun üzerine Fityan taraftarları eş-Şafii’yi ders halkasının bitiminde dövdüler. Eş-Şafii aldığı darbeler üzerine ölünceye kadar yatalak halde kaldı.(olayın özeti aktarılmıştır.) S.211