Yazar Gökhan Özcan’ın Ruh Yordam’ı yeniden basıldı. Ruhumuzun bir yordamı var mıdır ya da ruhumuz bir yordama doğru evrilebilir mi, üzerine bizi düşünmeye sevk eden kelimeler bu kitapta birçok anlama bürünüyor. Öyle bir dünya yaşıyoruz ki, burada nefsimizin bitmeyen istekleri ve günlük uğraşlar arasına sıkışmışız, bu tıkanıklık bazılarımızın umurunda değil bunu hayatın doğal akışı kabul etmiş, ama bazılarımız için bu durum boğucu, ruhumuza ulaşmayı engelleyen bir süreç. Gökhan Özcan bizi biraz boğucu bu gündemden çıkarıp etrafımızda olup biten şeyleri biraz daha yakından fark etmemizi sağlıyor. Eşyaya, hayatımıza biraz daha yakından bakıp olup biten şeyler hakkında biraz kendimizi yormamızı, üzerine düşünmemizi istiyor. Daha doğru bir anlatımla ruhun buralara ait olmayan yanına çağırıyor bizi, biraz durup dinlenmeden anlayamayacağımız şeylerden söz ediyor. Vadi Yayınları’ndan çıkan kitap, 131 sayfa. Dilsiz ve Sağırlar, Göz Kırpmak, Yanlış Hesap, Dün Gece TV Seyretmedim!, Badire, Para Neler Yapar İnsana?, İstikrarsızlığı Seviyorum, İçimizdeki Faşizm, Birey Olmayı Başarmak, Yazar Ne Hisseder, Yollar Düğümleniyor, Herkes Herşeyi Biliyor, Dilsiz Konuşmak, Rilke ve Unutulmuş İlkeler, Yazı ve Ses, Size Benzemek Zorunda mıyım?, Geriye Dönmenin Nesi Kötü, Biz Kimiz? Neredeyiz?, Hangi Yarın gibi konu başlıklarından oluşan makalelerin her biri ayrı bir nehir. Kenarında oturmuş suyun akışında kendimizi dinlenmeye vermişiz de, içimize bir dinginlik oturmuş gibi hissediyoruz. O zaman biraz detaylara inelim.
BİREY Mİ CEMAAT Mİ
Eski zamanlarda bir kadın sürekli bal yiyen oğlunun durumuna çare bulmak için bir hocaya gider. Hocaya varırlar durumu anlatırlar, hoca bugün gidin kırk gün sonra yeniden gelin der. Bunun üzerine kadın gider ve kırk gün sonra çocuğunu yeniden hocaya götürür. Hoca çocuğa der ki; oğlum bal yeme. Kadın bu cevap üzerine merak eder hocaya sorar. Hocam neden kırk gün önce aynı şeyi söylemediniz. Hoca da cevaben, kırk gün önce ben de bal yiyordum, kendim bal yemeyi bıraktım çocuğa öyle tavsiyede bulundum der. Gökhan Özcan’ın yazıları biraz böyle… bal yemeyi bırakmış bir adamın tavsiyeleri var karşımızda. Çağın çıkmazları ve bizi her gün yontması karşısında ruhuyla birlikte direnmiş biri. Bu direnişten kalan kelimeleri bizimle paylaşıyor.
Mesela bir yerde birey olmanın öneminden söz ediyor. “Birey olabilmeyi bir hedef olarak çok önemsiyorum. Çünkü ancak birey olmayı başarabilenlerin sağlıklı bir toplumu vücuda getireceklerini biliyorum” diyor. Birey olmanın kişilik inşa etmedeki yeri ve hayata karşı konum alışta oluşturduğu olumlu etki üzerine düşünmeye değer. Cemaat olarak yaşamanın yüceltildiği bir toplumda birey olarak var olmayı öğütlemek biraz aykırı bir duruş, zaten Özcan da bunun farkında, yazınının sonuna doğru şöyle diyor: “Umarım bu yazı birilerini fena halde kızdırır. Umarım bu yazı, irade vekaletnameleri toplayan köşebaşı üfürükçülerinin canını sıkar. Umarım bu yazı, “sürü” olmaya itirazı olmayanların ortak sesi olarak zamanın içinden yankılanır.” Birey olmanın yerinin doldurulamaz bir durum olduğunu savunan sadece Özcan değil, cemaatlere ve oluşturdukları taassup ortamından kurtulmak için bireyi savunan ve Kur’an’ın insana bilinçli bir birey olmayı öğütlediğini söyleyen Atasoy Müftüoğlu da var. Müftüoğlu son kitabı Yeni Bir Dilin İnşası’nda cemaatlere karşı bireyi savunuyor. Cemaatlerin insanların hür iradesine ipotek koyduğunu bunun karşılığında Kur’an-ın bilinçli olmayı öğütlediğini sık sık hatırlatan Müftüoğlu’na göre başımıza gelen belaların çoğunun altında irademizin pasif hale getirilmesi yatıyor.
BİLMİYORUM DİYEBİLME ERDEMİ
Tekrar Gökhan Özcan’a dönersek, hayatta en büyük erdemin “bilmiyorum” diyebilmek olduğunu söylüyor. Bunun üzerine yazdığı bir yazısında, “Kendimi bilmiyorum, insanları bilmiyorum, zamanı bilmiyorum, geceyi bilmiyorum, aşkı bilmiyorum, savaşı bilmiyorum, yalnızlığı bilmiyorum, dünyayı bilmiyorum. Peki ben ne biliyorum? Bana öğretilen hayat bilgisini… Bilmediğim şeylerin çokluğu, yaradanın büyüklüğüne atıftır” diyor. Bu satırlar bana İmam Azam Ebu Hanife’nin, “Bilmediklerimi ayaklarımın altına koysam başım göğe değerdi” sözünü hatırlatıyor. İlimde tevazu sahibi olmak, kişinin yerini yüceltiyor. Bir de artık herkes her konunun uzmanı, herkes bilip bilmediği şeyler hakkında ahkam kesmeye yatkın… böyle bir ortamda bilmiyorum demek, bayağı bir erdem gerektiriyor.
Yazıların tamamında görünen bir başka şey de, değişmeyi istemeyen çağa karşı direnen bir adamın varlığı, bu durum biraz da Sezai Karakoç’un Masal şiirinde yer alan “yedinci oğlu” hatırlatıyor. Ne yapsalar değişmeyen ve kendisi olarak kalmaya kararlı bir adam.
DAHA FAZLA CAMİYE DEĞİL, CAMİYİ YAŞATACAK RUHA İHTİYACIMIZ VAR
Özcan, Rilke ve Unutulmuş İlkeler yazısında bir anlatıya yer veriyor. Clara Rilke’ye yazılan bir mektuptan söz eden Özcan’ın, devamında yaşadığı bir olayla kurduğu bağdaşlık üzerine düşünmeye değer. Mektupta şöyle yazıyor; “Bir gün için buraya, Müslümanların Mekke’den sonra en çok ziyaret ettikleri bu kutsal kente geldim. Düzlüklerin üzerinde, Ulucami’nin çevresine, Peygamberin ashabından Sidi Okba’nın (Hazreti Ukba) kurduğu kent, çeşitli yıkılışlardan sonra hep yeniden kalkınmayı başarmış. Geniş boyutlu Ulucami’nin koyu renkli sedir ağaçlarından oymalarla süslü kubbelerini, çeşitli kıyı kentlerinden, eski Roma kolonilerinden getirilmiş yüzlerce taş sütun taşıyor; koyu kül rengi bulutlarla kaplı göğün üstünde, kar gibi beyaz kubbeler ve sütunlar göz kamaştırırken, yer yer açılan bulutlar, üç gündür avaz avaz bağırarak yapılan dualar sonunda yağmur getirdi. Bu, yere yapılmış gibi duran, yuvarlak kemerli surlarla kuşatılmış beyaz kent, düşsel bir vizyon gibi önümde uzanıyor. Surların dışında, çepeçevre, sayıları her gün biraz daha artan mezarlar uzanmakta.. kendi kentlerini sarmış gibi yatan sessiz ölüler…
Burada, İslam’ın sadeliği ve canlılığını harika bir biçimde hissediyorsun. Peygamber daha dün yaşıyormuş gibi kent hep onun egemenliğinde…” Kayravan (Tunus) 21 Aralık 1910
Mektup burada bitiyor. Rilke’nin bu satırlarını okurken son İstanbul seyahatlerimden birinde şahit olduğum manzara geldi gözlerimin önüne. Kadıköy’deki bir caminin giriş kapısının önünde bir müezzin içeriye girenlere siyah poşetler dağıtıyor ve ayakkabılarını bu poşetlere koyarak caminin içine almalarını tavsiye ediyordu. Bunu yapmazsa ayakkabıları çalınabilirdi. Her sosyolojik cümlenin başına “Yüzde 99’u Müslüman olan…” ibaresinin yerleştirildiği bir ülkede, benim ülkemde, hem de benim ülkemin manevi başkentinde, Allah’ın evine giren insanların ayakkabılarına musallat olan başka müslümanlar bulunabiliyordu. Dehşete kapıldım…
Alt alta yazıp bir çıkarma işlemi yaptığımızda bizim lehimize hiçbir şey kalmıyor geriye. Belki bir kuru iddiadan başka… Onun için ben kendi adıma bulduğumuz her boş arsaya bir çirkin cami kondurma gayretini gerekli bulmuyorum. Çevresinde Rilke’leri sarmalayacak bir manevi iklim oluşturmayan camiler inşa etmenin zerre kadar anlamı olduğuna inanmıyorum.”
Mevlana bir anlatısında ruhu kafesteki kuşa benzetir, kafesteki kuş gibi ruhun bu dünya hayatında bir hapiste olduğunu söyler. Çok az insan bu hapishaneden ruhunu nasıl kurtaracağını merak eder, bunun üzerine kafa yorar. Bu kitap biraz bu kaçışın öyküsü. Gökhan Özcan’ın diğer eserleri ise şöyle; Hiçbirşey, Altmışikiden Tavşan, Günlerin Gölgeleri, Kim Duma Dum Kime, Serçe Parmağı, Gözağrısı.