Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Vadi Yayınları, İstanbul 2018, 540 s.
Bir dünya tarihi yazmanın ne denli zor bir iş olduğunu “dünya” ve “tarih” kelimelerini önce ayrı ayrı sonra da birlikte düşünerek tahayyül edebiliriz. Hiç şüphe yok ki bu iki kelime bir araya geldiğinde büyük bir iddiayı da beraberinde getiriyor. En basit anlamı ile ulaşabildiğimiz en eski yazılı metinlerin olduğu dönemden günümüze kadar, tüm yerkürede insanın yapıp ettiklerini konu edinen bir çalışma alanı, yazılı tarih olarak yaklaşık beş bin yıllık bir zaman aralığı… Bunu yazının bulunmasından önceki dönemlere çektiğimizde iş daha da karmaşık bir hâle geliyor. Peki bu mümkün olabilir mi, gerçekten bir dünya tarihi kaleme alınabilir mi? Şüphesiz geçmişten bugüne dek bu işe koyulan, bir dünya tarihi yazma çabası içinde olan birçok tarihçi oldu, olmaya da devam ediyor. Her ne kadar 20. yüzyılda başlayan ve hâlâ devam eden postmodern tarih yazımı, böyle makro çalışmaları ötelemiş olsa da bir “tür” olarak dünya tarihinin popüler olma özelliğini koruduğunu görebiliyoruz. Elbette bunun politik, ekonomik, kültürel vb. birçok nedeni mevcut. Bunların ötesinde bir dünya tarihi yazılırken, tarihçiler aslında ne yapıyor, bu makro tarihi hangi perspektif ile inşa ediyor? Marshall G. S. Hodgson “Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek” adlı bu çalışmasında bize bu soruların ve kuşkusuz çok daha fazlasının cevabını veriyor.
Tarih özü itibarı ile yazılmaya başlandığı günden beri araçsallaştırılan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. 19. yüzyıla kadar güçlü olanın meşruiyetini genel olarak tarih üzerinden sağladığını görüyoruz. Elbette bu durum hâlâ varlığını koruyor, bugün hâlâ birçok ülke gündelik siyasetini tarih üzerinden devşirip dünyaya sunuyor. Ne var ki 19. yüzyıl birçok konuda olduğu gibi tarihin araçsallaştırılmasını da başka bir yöne çeviren dönemdir. Batının kendisini öteki üzerinden tanımlaması her ne kadar daha erken dönemlerde başlamış olsa da 19. yüzyılda bu durum işlevsel bir hâl almış ve sistematik bir şekilde üzerinde çalışılmıştır. Bunu kavramsal bir zemine oturtan ve “Şarkiyatçılık” olarak niteleyen Edward Said, söz konusu çalışmasını 1978 yılında Colombia Üniversitesi’nde çalışırken hazırlamış, bu hususta batının doğuya olan haksız eleştirilerinin bir nebze önünü almayı başarmıştır. Hodgson ise esasen Edward Said’den en az on yıl önce Chicago Üniversitesi’nde, tarih yazımı perspektifinden bakarak Avrupamerkezci, ötekileştirici, yok sayıcı tarih algısını yıkmaya yönelik önemli çalışmalara imza atmıştır. Elimizdeki bu kitap batı merkezli tarih yazımına bilimsel bir reddiye ve nasıl bir dünya tarihi yazılmalı sorusuna verilmiş kapsamlı bir cevap niteliği taşımaktadır.
1922 yılında Amerika’da dünyaya gelen Hodgson, Chicago Üniversitesi’nde Ortaçağ İslâm Tarihi alanında uzmanlaşmış ve aynı üniversitede çalışmaya devam etmiştir. The Venture of Islam (İslâm’ın Serüveni) adlı çalışması ile tanınan Hodgson, yazdıklarıyla kendi zamanının tarih algısını yıkmaya yönelik aykırı; fakat kontrollü çıkışlar yaparak dikkatleri çekmeyi başarmış ve İslâm Tarihi özelinde doğu üzerindeki haksız yargıları kırmaya çalışmıştır. Maalesef genç sayılabilecek bir yaşta, 46 yaşında iken hayata veda etmiş ve yazdıklarını yayınlamaya fırsat bulamadığı için hak ettiği ilgiyi görememiştir. Öyle ki hakkında “he was a lesser-known giant among better-known scholars”[1] tanımlaması yapılmıştır.
Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek Marshall Hodgson’un vefatından çok sonra Edmund Burke tarafından düzenlenip yayınlanmıştır[2]. Çoğu Hodgson’un 1940’lardan 1960’lara kadar yayınladığı makalelerin bir derlemesi olan bu kitap, Edmund Burke’ye göre bu makalelerin oldukça önemli meseleler üzerinde durmasına rağmen hak ettiği ilgiyi görmemesi üzerine bir araya getirilme ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Bu arada Edmund Burke’nin Hodgson’un asistanı olduğunu da belirtmemiz yerinde olacaktır. Böylelikle bir hoca ve asistan arasındaki ahengin nasıl olması gerektiğini de görmekteyiz. Burke ciddi bir emek sarf ederek bu kitabı en etkileyici şekilde okuyucuya sunmuş ve sanki Hodgson kendi yazmış gibi hiçbir kopukluğa mahal vermeden makaleleri derlemeyi başarmıştır. Hiç şüphe yok ki bu oldukça zor ve ciddi bir iştir, zira makalelerin bir araya getirilerek oluşturulduğu kitaplar genel olarak riskli ve birbirinden kopuk yazılar bütünü olarak karşımıza çıkarlar. Üstelik bu iş hayatta olmayan bir yazarın çalışmalarını toparlamak olduğunda kitap çoğu zaman daha da karmaşık bir hal alır. Edmund Burke titiz bir çalışma ile sanki Hodgson bütüncül bir çalışma yapmış gibi okuyucuya aktararak önemli bir işe imza atmıştır. Dört yıllık bir emeğin sonucu olan bu çalışmayı, Edmund Burke’nin hocası Marshall Hodgson’a bir tür vefa örneği olarak da görmemiz mümkündür.
Kitabın Türkçeye çevrilmesi ve Türk okuyucusuna sunulması da hummalı bir çalışmanın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kitabın ilk olarak 2003 yılında, Yöneliş Yayınları’ndan, Ahmet Kanlıdere’nin çevirisi ile basıldığını görüyoruz. 2018 yılında yine Ahmet Kanlıdere ve Ahmet Aydoğan’ın çevirisi ile Vadi Yayınları tarafından yeniden basılan Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, sosyal bilimler alanında yapılan çoğu çeviri kitabın sıkıcılığından azade bir metin olarak yayınlanmıştır. Ahmet Kanlıdere’nin Türkçe çeviriye yaptığı takdim ise kitabın doğru anlaşılması hususunda bir rehber işlevi görüyor. Dünya tarihi yazım serüveni ve bu serüvenin batı merkezli bir hâle bürünmesinin kısa tarihini okuyarak kitabın özüne dair fikir edinmemiz mümkün oluyor.
Hodgson, kitabın ilk bölümünde dünya tarihi yazımındaki problemlere dikkat çekerken işe ilk olarak haritalardan başlamış ve algıların harita üzerinden nasıl değiştirildiğini göstermeye çalışmıştır. “Aslında gereksinim duyduğumuz şey, dünyanın gerçekliği ile yüzleşmektir, bizim Batılı böbürlenmemizin resmettiği şekliyle değil”(s.61) diyen Hodgson, bilhassa Mercator Projeksiyonu ile çizilen haritalarda esasen bir kıta tanımına bile uymayan Avrupa’nın Hindistan, Çin ve Afrika’dan daha büyük bir alanda çizilmesini eleştirmiş, artık bu haritaların kullanımından vazgeçilmesi gerektiğini ifade etmiştir. 1569 yılında Gerardus Mercator tarafından çizilen dünya haritasında kullanılmış bu projeksiyon sonraki dönemlerde de bilhassa Avrupa için ilham kaynağı olmuş ve avrosentrik yapısı ile gündeme gelmiştir. Bu projeksiyon elbette yüzyıllar boyunca coğrafyacıların, haritacıların, denizcilerin oldukça işine yaramıştır ve fakat Avrupa’nın Güney Amerika ile aynı boyutta olması, Afrika’dan daha büyük gösterilmesi gibi absürt; fakat bilinçli bu tercih, handikaplarını da beraberinde getirmiştir. Hodgson “Bir haritayı denizcilik için değil de, bir bakışta dünyanın farklı bölgelerini yerleştirmek ve bunları birbirleriyle karşılaştıracaksanız, biçimler ve alanlar açılardan daha önemli hâle gelir. Çünkü alanların kültürel uzanımları vardır.” diyerek Avrupa’dan büyük olan birçok bölgenin daha küçük gösterilmesini art niyet olarak algılamıştır.
Avrupa merkezli tarih yazımı medeniyet olgusunun sadece batıya özgü olduğu iddiasıyla öne çıkmaktadır. Oysa medeniyetin menşeinin Mezopotamya ve Mısır olduğu bugün artık tartışmadan azade bir meseledir. Yazılan dünya tarihi kitaplarını incelediğimiz zaman doğunun büyük medeniyetleri; Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan’a dair olan bölümlerin oldukça kısa tutulduğunu görürüz. Bununla birlikte antik dönemde Yunan ve sonrasında Roma İmparatorluğu ile batılı tarih yazımı bunların üzerinde yoğunlaşmıştır. Eski dünya tarihi sanki Yunan ve Roma’dan, yeni dünya ise -modernleşme teorisi gibi- yine batı merkezli teorilerle açıklanan Avrupa ve Amerika’dan ibaretmiş gibi yazılmıştır. Hodgson “Batı’yı, bir ölçüde herhangi belli bir toplumu aşan ya da ondan büsbütün bağımsız olan daha geniş tarihsel süreçlere muhtaç birçok toplumdan biri olarak tanımayı öğrenmeliyiz” diyerek bunun yanlış olduğunu vurgulamıştır. (s.95) Elbette Yunanlıların bulundukları çağa büyük bir damga vurdukları ve kendisinden sonra gelenleri etkilediği gerçeği inkâr edilemez. Bunun yanı sıra Yunanlıların ileri düzey medeniyetinin bir kökeninin olduğu, insanlık tarihinin aslında bir bütün olarak ele alınması gerektiği kitapta ifade ediliyor. Yani Mezopotamya ve Mısır olmasaydı, bugün Yunan medeniyetinden bahsetmemiz de mümkün olmazdı diyor, Hodgson ve bu hususta oldukça sağlam bir temellendirme ile fikirlerini açıklıyor.
Kitapla ilgili değerlendirmemiz gereken hususlardan bir diğeri ise Avrupa’da “dönüşüm” kavramının ne ifade ettiği ve bununla birlikte dönüşümün aslında ne olduğudur. Hodgson’ın bu konuda yaptığı analizler oldukça dikkat çekicidir. Batı, Fransız İhtilâli’nden sonraki süreci rasyonel bir değişim ve gelenekten kopuş olarak nitelemektedir. Hodgson burada rasyonel ve gelenek kavramlarını yeniden ele alarak batının kendini bu kavramlarla tanımlayış tarzını yanlış bulmuştur. Zira standart bir geleneksel toplum ona göre bir kurgudan ibarettir ve buna mukabil standart bir değişimden bahsetmemiz de mümkün değildir. Ayrıca geleneksel toplumdan rasyonel bir topluma evrilme hikayesi batının bahsettiği gibi tarihte ilk defa Avrupa’da görülen bir olgu olmamıştır. Hodgson, tarımcılık seviyesindeki pek çok toplumun, birçok yazı öncesi toplumun gelenekselliğine kıyasla rasyonel olduklarını ifade etmiştir. (s.130) Dolayısıyla batının rasyonelleşme düzleminden baktığı dönüşüm türü, zaten hali hazırda dünya tarihinde defalarca yinelenmiştir. Yine de Hodgson modern bir batılının kendi teknikselleşme yöntemlerini rasyonel olarak görmesini ve tarımsal toplumların tarz ve yöntemlerini, rasyonelliğin karşısına yerleştirilmiş, kör geleneğin tesirleri şeklinde mahkûm etmesini doğal bulmaktadır. Çünkü modern batılı, dönüşümü teknik üzerinden değerlendirmektedir. (s.141)
Avrupa merkezci dünya tarihi yazımı algısını eleştiren Hodgson, sadece eleştiri düzeyinde kalmayıp makalelerinde nasıl bir dünya tarihi yazılması gerektiğinin cevabını da aramış; batının ötekileştirdiği doğunun, dünya tarih yazımında hak ettiği konuma getirilmesi hususunda da İslâm tarihi ve onun doğru anlaşılması özelinde çeşitli açıklamalar yaparak bu sorunun çözümüne katkıda bulunmuştur. Ne yazık ki Hodgson bize nasıl bir dünya tarihi yazılmalı sorusunun cevabını vermiş olmasına rağmen, ömrü kendi paradigmasında bir dünya tarihi yazmaya vefa etmemiştir. Hodgson’un ikiz kızlarından biri tedavisi mümkün olmayan bir kas hastalığına yakalanmış ve kızının 1967 yılındaki vefatı onu derinden etkilemiştir. Bu kedere dayanamayan Hodgson bir yıl sonra kalp krizi sonucu genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiştir.
Kitabın son bölümüne geldiğimizde Hodgson’un burada dünya tarih yazımı üzerindeki metod tartışmalarını gündeme getirdiğini görüyoruz. Evrensel bir tarih olabilir mi; sorusu üzerine yoğunlaşan yazar, bunun kabul görme ve görmeme nedenlerini açıklamaya çalışmıştır. Bunun yanında tarih disiplinini de farklı bir bakış açısıyla tanımlayan Hodgson; sosyal bilimler ve tarih arasındaki ilişki, tarihin bilimsel olup olmama sorunu gibi konuların da üzerinde durarak sıkça tartışılan konular hakkında da genel değerlendirmelerde bulunmuştur. Edmund Burke ise kitabın sonuç bölümünü kaleme alarak, Hodgson’un yayınlanmış en önemli eseri olan İslâm’ın Serüveni adlı çalışmasının okuyucu için bir nevi tanıtımını yapmıştır.
Genel olarak bir değerlendirme yapmamız gerekirse, Hodgson’un bizzat kendisinin yazmadığı ve fakat önceden yayınlanmış makalelerinden oluşan Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek adlı kitabının, etkisi hâlâ devam eden avrosentrik bakış açısıyla yazılan tarih kitaplarına bir tepki olarak ortaya çıktığını söylememiz mümkündür ve Marshall Hodgson’un Batılı bir tarihçi olarak bunları söylemesi oldukça anlamlıdır.
Son olarak bu çalışmayı biçimsel olarak değerlendirmemiz de yerinde olacaktır. Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, makalelerden müteşekkil olduğu için bazı handikapları da barındırıyor. Makaleler aynı yazara ait olduğundan, yazarın benzer hususları farklı makalelerinde tartışması elbette doğal bir durum ve fakat bu makaleler bir kitap olarak hazırlandığında zaman zaman okuyucuda aynı konuları birkaç kere okumuş hissiyatı verebiliyor. Tercüme edilirken tekrar olan kısımlar ayıklanırsa ortaya daha okunabilir bir metin çıkacağını ifade edebiliriz. İlaveten kitabın boyutunun normalden biraz büyük olduğunu da söylememiz gerekiyor, sayfa sayısının fazla olması nedeniyle böyle bir tercih yapılmış olması muhtemel. Taşınması zor fakat kullanılan puntonun boyutu ile okunması konforlu bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Bunun dışında kitabın sonunda bir bibliyografya ve dizginin olmaması, bilhassa sosyal bilimler alanında referans olabilecek bir çalışma için büyük bir eksiklik olduğunu da ifade etmeliyiz. Bu eksikliğin kitabın sonraki baskılarında mutlaka giderilmesi, dipnotlar ve bibliyografyanın titizlikle ele alınması gerekiyor.
[1] “Daha çok tanınan bilim insanlarının arasında daha az tanınan bir dev.”
[2]Hodgson’ın yazdığı birçok eser, kendisi tarafından yayınlanmamış olup, sonrasında öğrencileri yahut kendisinden ilham alan diğer akademisyenlerce düzenlenip yayına hazırlanmıştır.
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, esra.karadag@stu.fsm.edu.tr
Guzel bir kitap yazisi olmus.
Kesinlikle kitaba dikkat çekmeyi başardiniz.
Bati merkezli anlatimlar benim canimi en cok sinema sektörunde sıkmistir. Dünyayi kurtaranlarin hep amerikalilar olmasi bunun kücuk bir yansimasi. Dunyayi kendi eksenlerinde goren toplumlar, diger toplumlari kendilerine hizmet edecek potansiyel köleler olarak görüyorlar. Bunu yaparken araç olarak tarihi kullanmalari çok anlaşilir bir durum.
Bize dusen sanirim bunu hiçbir zaman gözardı etmemek.
Son olarak şöyle bir ekleme yapayim
Yazıda geçen avrosentrik kelimesinin avrupa merkezci demek oldugunu ogrenmis oldum