Kanıtın inançlarımızı oluşturma sürecinde ne tür işlevlere sahip olduğu/olması gerektiği epistemolojinin önemli tartışma alanlarından birini oluşturmaktadır. İnancın “Bir iddianın/önermenin doğru veya yanlış olduğuna meyletme/eğilim duyma”[1]şeklindeki tanımı düşünüldüğünde, kanıtın, inançların oluşturulma sürecinde son derece önemli bir işleve sahip olduğu açıktır. Çünkü kanıtın işlevi, bir önermede iddia edilen içeriğin doğru veya yanlışlığını ortaya koymaktır. Dolayısıyla, bir inanca sahip olmak, bir önermenin doğru veya yanlış olduğuna yönelik bir tutumu benimsemek anlamına geldiğinden, önermelerin doğru veya yanlışlıklarını ortaya çıkarma amacını güden kanıtlara başvurulması kaçınılmaz olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bir önermeye yönelik bir inanç oluştururken önermenin içeriğiyle ilgili bize yol gösterecek en önemli rehber olarak kanıtlar görünmektedir.
Düşünce tarihinde inanç ve kanıt arasında genişçe vurgulanan bu yakın ilişki, W. K. Clifford’ın (1845-1879) ünlü “İnanç Ahlakı” makalesinde kullanmış olduğu “Bir şeye yetersiz kanıta dayanarak inanmak, herkes için, her zaman ve her yerde yanlıştır”[2] sözüyle en açık ifadesini bulmuştur. Söz konusu yazısında Clifford, “yeterli kanıt” kavramını ön plana çıkararak kişinin bir önermeye inanma hakkını yeterli kanıta sahip olmasına eşitlemektedir. Ona göre; kişi, sahip olduğu her inanç için, söz konusu inancın doğruluğunu gösteren yeterli bir kanıta sahip olmak zorundadır. Aksi taktirde ahlaken kusurludur. Şüphesiz Clifford’ın bu tezi literatürde önemli boyutlarıyla genişçe işlenmiş ve kusurlu birçok yönünün olduğu iddia edilmiştir. Her şeyden önce, insanın yaşamı boyunca sayısız inanca sahip olduğunu düşündüğümüzde, sahip olduğumuz her inancı yeterli kanıtla temellendirmenin pratik olarak nasıl mümkün olacağı ciddi bir problemdir. İfade ettiğimiz üzere Clifford’ın düşüncesine birçok eleştiri yöneltilmiştir. Bu yazının amacı da “yeterli kanıt” kavramının ortaya çıkardığı bazı problemlere, özellikle bu kavram için bir ölçüt belirlemenin zorluğuna ve onun bu açıdan belirsiz oluşuna işaret etmektir. Acaba bir önermeye inanmak için öne sürülen bir kanıtı yeterli yapan şey tam olarak nedir veya kısaca yeterli kanıtın ölçütü nedir? Bir inanca sahip olmamız için hangi ölçüde veya ne kadar kanıta sahip olmalıyız? Kanıtı yeterli yapan şey sadece kanıtla mı ilgilidir, yoksa başka ögeler de bu konuda bir role sahip midir?
Yeterli kanıt kavramına her ne kadar Clifford’ın kendisi tarafından bir ölçüt belirlenmemişse de, literatürde genellikle “bir önermenin inanılabilmek için geçmesi gereken eşik” şeklinde bir ölçüt verilmektedir. Buna göre kanıt, bir önermeye inanmaya bizi ikna etmişse söz konusu kanıt yeterli olarak ifade edilebilir. Dolayısıyla, buradaki “eşik” ifadesi inanmanın gerçekleşmesi şeklinde anlaşılabilir. Ancak dikkat edilirse bu ölçütün “yeterli kanıt” ifadesinin kendisinden daha açık olmadığı rahatlıkla görülebilir. Çünkü bu ölçüte rağmen yukarıda sorduğumuz sorular yerinde durmaktadır. Yani, hangi türde veya miktarda, ne tür niteliklere sahip kanıtlar bizi bu eşiğe getirebilir? Bu eşiğe yükselmemizde sadece kanıt mı etkilidir? Yoksa işin içinde farklı öğeler söz sahibi midir?
Belki burada yeterli kanıt kavramına bir ölçüt bulmayla ilgili arayışımıza kanıtların sayı anlamında yeterli veya fazla oluşuyla başlayabiliriz. Buna göre, bir önermeye inanabilmek için yeterli kanıt, söz konusu önermeye inanmayı sağlayacak kadar fazlaca kanıta sahip olmak demektir. Bu ölçüt açısından, ne kadar çok fazla kanıta sahip olursak önermeye yönelik inancımız o kadar kuvvetlenir. O yüzden, bir önermeye yönelik güçlü bir inanç oluşturabilmek için elimizden geldiği kadar söz konusu önermeyi destekleyecek kanıtların sayısını arttırmalıyız. Ancak bu ölçüt ilk bakışta makul görünmesine rağmen çok da güçlü değildir. Örneğin, bir cinayet işlendiğini ve şüpheli olarak x’in gözaltına alındığını varsayalım. Şimdi, eldeki kanıtlarla ilgili iki durum tasavvur edelim. Birinci durumda, suç mahallinde, cinayetten önce katil ile maktulün boğuşması neticesinde katilden koptuğu düşünülen bir parmak bulunmuştur. Yapılan incelemede parmağın x’e ait olduğu tespit edilmiştir. Eldeki en önemli kanıt budur. İkinci durumda ise, birden fazla kanıt mevcuttur. Örneğin, bir görgü tanığı vardır ve görgü tanığı katili uzaktan gördüğünü, onun x’e benzediğini ancak bundan tam emin olamadığını söylemektedir. Yine, x, cinayet günü işe gitmemiştir. Ayrıca başka görgü tanıkları suç mahalline yakın bir markette x’i gördüklerini iddia etmektedir. Peki, bu durumda “cinayeti x işlemiştir” iddiasını ispatlamak için hangi durumdaki kanıtlar daha yeterlidir? Burada açık bir şekilde birinci durumdaki tek kanıt, ikinci durumdaki kanıt grubundan daha fazla bir şekilde “cinayeti x işlemiştir” iddiasına inanmamız için yeterlidir. Çünkü birinci durumdaki tek kanıt, ikinci durumdaki kanıtlar grubundan daha güçlü görünmektedir. O zaman, mevzunun doğrudan kanıt sayısıyla ilgili olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Verilen örnekten hareketle, acaba ölçüt olarak kanıtın sayısından çok onun gücünü öne sürebilir miyiz? Buna göre, kanıtın bir önermeye inanmak için yeterli olması, onun söz konusu önermenin içeriğini güçlü şekilde desteklemesidir, diyebiliriz. Bu durumda, kanıt, önermenin öne sürdüğü iddiayı ne kadar güçlü desteklerse, bu kanıt yeterli olma hakkını o kadar elde eder. Dolayısıyla bu ölçüte göre, yeterli kanıt, desteklediği önermenin içeriğini/doğruluğunu güçlü bir şekilde ortaya koyan araç demektir. Nitekim örnekteki kopuk parmak kanıtı, “cinayeti x işlemiştir” iddiasını çok güçlü şekilde desteklediği için, sayıca çok daha fazla olan ancak söz konusu önermeyi daha zayıf şekilde destekleyen kanıt grubuna göre yeterli adını daha çok hak etmektedir.
Bu ölçüt bir öncekine göre daha makul görünmesine karşın yine onun da çeşitli sorunlarla çevrili olduğunu ifade edebiliriz. Örneğin, kanıtın kendisine sunulduğu kişinin karakter olarak çok şüpheci biri olduğunu varsayalım. Karakter olarak şüpheci olmayan diğer insanları kolaylıkla ikna edebilen ve bu açıdan yeterli olan bir kanıt, şüpheci olan bu kişiyi kolaylıkla ikna edebilir mi? Bu düşünceyi daha iyi ortaya koymak için 12 Kızgın Adam filmi üzerinden hareket edebiliriz. Senaryoya göre, babasını öldürmekle suçlanan bir genç (bundan sonra x diyelim) idama mahkûm edilir ve bu idamın uygulanabilmesi için kararın mahkemeyi izleyen on iki jüri üyesinin tamamı tarafından onanması gerekir. Karar vermek için bir odaya kapanan jüri üyeleri kanıtları tartışmaya başlar. Aslında tartışılacak çok fazla bir şey yoktur. Çünkü x’in cinayeti işlediğine dair kanıtlar çok “güçlüdür”. Örneğin, olay yerinde cinayetin kendisiyle işlendiği bir bıçak bulunmuştur. Bıçak kolay bulunabilen bir bıçak değildir ve bu bıçak cinayetten önce x’in elinde görülmüştür. Mahkemede x, bu bıçağın kendisine ait olduğunu ancak onu kaybettiğini iddia etmektedir. Yine, x’in cinayeti işlediğini ve cinayet saatinde x’in binadan çıktığını gören çeşitli tanıklar mevcuttur. Ayrıca x, cinayet saati sinemada bir filme gittiğini ancak filmin adını hatırlamadığını söylemektedir. Kısacası, x’in aleyhindeki kanıtların hem sayı hem güç olarak “cinayeti x işlemiştir” iddiasına inanmak için yeterli olduğu ilk bakışta rahatlıkla söylenebilir. On iki jüri üyesi bu kanıtlar ışığında gizli bir oylama yapar. On bir kişi kanıtların güçlü olduğunu ve cinayeti x’in işlediğine ikna olduklarını ifade ederler. Ancak aralarında daha şüpheci olan bir jüri üyesi, kanıtların ilk bakışta güçlü görünmesine rağmen onlarla ilgili şüphesi olduğunu ve bu yüzden ikna olmadığını söyleyerek olumsuz yönde oy verir. Filmin ilerleyen sahnelerinde mevcut kanıtlar genişçe tartışılır ve en nihayetinde x’in suçsuz olduğuna oy birliğiyle karar verilir. Burada söz konusu film üzerinden işaret etmek istediğim temel nokta, bir kanıtın “yeterli” olarak nitelenmesinde hüküm verenin karakter özelliklerinin de önemli bir işleve sahip olduğudur. Eğer şüpheci jüri üyesi diğerleri gibi hemen inanan bir karaktere sahip olsaydı, muhtemelen x kolaylıkla ölüme mahkûm edilirdi. Buradan ortaya çıkan sonuç, yeterli kanıt kavramının değerlendirilme sürecinde sadece kanıtın içeriğinin veya gücünün konuyla ilgili olmadığı, aynı zamanda kişinin karakter özelliklerinin de süreçte aktif rol aldığıdır. Nitekim yukarıda bahsi geçen filmin işaret ettiği önemli noktalardan biri, kişinin önceki inançlarının, ön yargılarının, yetişme koşullarının, arka plan bilgisinin kanıtın değerlendirilmesini etkilediğidir.
Sonuç olarak, inançlarımızın şekillendirilmesinde kanıtların çok önemli bir yere sahip olduğu tartışma götürmemektedir ve bu anlamda Clifford’ın kullandığı yeterli kanıt kavramının son derece haklı bir temele sahip olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen söz konusu kavramın birçok belirsizliğinin bulunduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü inanç ve kanıt ilişkisinin şekillenmesinde, Clifford’ın düşündüğü aksine, meselenin sadece kanıtın yön vermesiyle gerçekleşen tek bir boyuta sahip olmadığı; bu süreçte kişisel nitelikler, önyargılar, yetişme tarzları gibi birçok değişik faktörün iş başında olduğu açıktır.
[1]İnanç klasik epistemolojide “Bir iddianın/önermenin doğru veya yanlış olduğunu onaylama/tasdik etme” şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak bu tanımdaki “onaylama/tasdik etme” ibaresi doğrudan iradi bir seçimi ifade ettiği, yani kişinin, neye inanıp neye inanmayacağını doğrudan iradi bir biçimde belirleyebileceğini ima ettiği için söz konusu tanım terkedilmiştir. Bu düzeltme haklı bir noktaya işaret etmektedir. Çünkü inançlarımızı edinme süreçlerine bakıldığında, önemli ölçüde onlar üzerinde doğrudan bir kontrol sahibi değilmişiz gibi görünmektedir. Örneğin, şu anda “Tanrı birdir” önermesine inandığınızı varsayalım. Acaba doğrudan iradi bir kararla bu önermeye inanmayı bırakıp “Tanrı birden fazladır” önermesine inanmaya başlayabilir misiniz? Açıkçası bu çok mümkün görünmemektedir. Bu yüzden, çağdaş epistemolojide inançlarımız üzerinde doğrudan değil dolaylı bir şekilde kontrole sahip olduğumuz çoğunlukla kabul edilmektedir.
[2]William K. Clifford, “İnanç Ahlâkı”,Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi5, sy. 9, çev. Ferit Uslu, (2006), 135.
Yazınızı okuyunca aklıma acaba zihnimiz maddi olaylarla ilgili kanıt ile inançla ilgili kanıt ayrımını nasıl yapıyor sorusu geldi. Yazıda verilen örnekler daha çok maddi olaylarla ilgili. Modern zamanların zihnimize nakşettiği önemli hususlardan biri sanırım inançlarımızı maddi gerçeklere dayandırmak zorunda hissediyor oluşumuz. En küçük olaylarda bile kamera ya da ses kayıtlarına atıf yapılması bu yüzden olsa gerektir. Bununla birlikte inançla (dini inanışı kastediyorum) ilgili konularda da zaman zaman alimlerin maddeden ruhasal olana çizdikleri çizgi dikkati celbedici bir husustur. Yaratılana bakıp yaratana ulaşmak için ortaya konan akli deliller bu çereçevede değerlendirilebilir. Yani inanırken dahi maddi gerçeklere dayanmak zorunda hissediyor oluşumuz aristonun deyimiyle ‘ruhumuzun cismimizin ilk yetkinliği olması’; inançla maddenin ayrılmaz iki unsur olduğunu hatırlatıyor.
Ali Haydar hocam, maddi/duyulur konular hakkındaki kanıtlarla duyulur olmayan konusundaki kanıtlar ayrımının yapılması gerektiği şeklindeki yorumunuza kesinlikle katılıyorum. Belki yazının başında, tartışmanın sadece duyulur olanla sınırlı olacağını belirtseydim daha makul olabilirdi.
Ancak inançlarımızı maddi gerekçelere dayandırmamızın modern zamanların bir sonucu olduğu iddiası konusunda çok emin değilim. Çünkü Tanrının varlığıyla ilgili gerekçelere bakıldığında, temelde yine duyulur alemden yola çıkıldığını görmek mümkün. Örneğin, kelam düşüncesindeki “kıyâsü’l-gaib ale’ş-şâhid” şeklindeki bir ilke, temele duyulur alemi koymaktadır. Yani, maddi olandan yola çıkarak Tanrıya varmaya çalışmaktadır. Bu doğrultuda, maddi/duyulur öğelere dayanmayan ontolojik kanıt gibi gerekçe türleri çok fazla taraftar bulmamıştır.