Blade Runner: 2049/Bıçak Sırtı: 2049


Blade Runner 2049 tam otuz beş yıl sonra geldi. Bir devam filminden, kehanetin devamı niteliğinden ziyade sanki ahde vefa kabilinden bir hüviyeti haiz. Yine de bir devam filminden beklenecek yeterliliğin çok üstünde. Film bittiğinde herhalde yapılmış en güzel bilimkurgu filmini izledim şeklinde bir hüküm aklıma kazınmıştı.

Film endüstrisi o kadar birbirine benzer filmler üretiyor ki, öngörülemezlik ortadan kalkmaya başladı. İşte bu noktada yeni sinema, nazire ile eskiyi evriltmede kendine yeni görevler biçti. Jonathan ve Christopher Nolan’ın bu yolda zatlarına has özelliğin; akıl oyunları, belli bir felsefi temayı işleme olduğunu, Terrence Mallick’in mahremin en uç noktası iç sesle izleyiciyi ses ve görüntüye odaklayan, mahremin aslında mahrem olduğunu hissettiren bir nevi belgesel çehresini barındırdığını, Lars von Trier’in antropolojiyi işlediğinden kötülük ve iyiliğin gerçekte bir yanılsamadan ibaret olduğunu, kayıp, yaşlı ve pagan Avrupa’nın hayata karşı yenikliğini basa basa vurguladığını söyleyebiliriz. Bu listeye birkaç kişiyi de ekleyebilirim. Görünen o ki, işlene işlene yavanlaşan ve ‘bak burada o, buna, şunu söyleyecek’ tarzında okumalara maruz kalan sinemanın hikayesi eskidi. Bundan dolayı televizyon ve dizi sektörü çok büyük harcamalarla dikkati ve merakı diri tutan yapımları piyasaya birbir sürmeye başladı. Bu televizyon hizmetinin birinci vericisi şüphe götürmez şekilde Netflix. Çeşitli ülkelerde diziler çektirmesi ve o ülkeye has değil, sadece dili başka; özü Amerikalı bir kurgu sunması ona McDonalds karakteri veriyor. Diziye dönüş, insanların sinemayı; artık görüntü iştahını doyuran ama hikaye ihtiyacına hizmet etmeyen bir meta olarak idrak etmelerinden kaynaklanıyor, sanırım. Dizi roman hüviyetinde… Bir de insanların giderek kendine yaşam diyebileceğimiz yönü; büyük inçli tv ler, beyaz duvarda büyük ekran halini alan projeksiyonlar, sinema sistemleriyle sivriliyor. Bundan naşi seyirciler, sinema salonunda hiç tanımadığı insanlarla bazen itiş kakış koridora akmamak, dikkat dağıtan hareketlere maruz kalmamak, sanayiye girmiş denli mazot kadar ağır kokan patlamış mısır koku ve çıtırtısını duymamak adına bu ortamdan uzak durmayı tercih ediyor olabilir.

En basitinden yeni sinemanın aksiyonu; seyircinin iştahını kabartacak başka duygu bileşenleriyle sunulmalı. İşte bunu sağlayan bir yönetmenle karşı karşıyayız. Türler arası geçebilen, titiz, kamera jestleriyle sahneyi yöneten, şaşırtan ve en önemlisi oyuncusunu karaktere dönüştüren bir Kanadalı yönetmen olan Denis Villeneuve’ün kariyeri aslında çok yeni. Onu kıtalar arası, kökenlerini arayan ikizin karanlığı ister istemez gülerek buyur ettikleri, konusu oldukça ağır Incendies/İçimdeki Yangın’la tanıdım. Lübnan iç savaşında Müslüman ve Hıristiyanların karşılıklı kin bilediği husumetlerinde bir lâhza-i teehhür: aşkın, kan davasıyla imkansızlığı, Kanada’ya geçiş ve ağır yük… Savaşın iğrençliğini en delici şekilde gösteren; otobüste yolculuğun Hıristiyan eşkiyalar tarafından durdurulması ve tüm Müslümanların öldürülüp yakıldığı sahne idi. Ana karakter bir çocuğu annesinden ayırır, ölmemesi için yanında sürükler. Çocuk elinden kurtulur, arkada kalmış anneye koşar ve zalim tarafından hunharca katledilir. Filme ve karaktere ısınmamız için bu olay yeter de artar. Devamında Prisoners/Tutsak’la ateizmin zifiri iklimine bizi sokar. Kaybolan çocuğun acısını yaşatır. Vicdanlı polisin göz tiki filmden sonra bir esneme gibi izleyiciye yapışır. Enemy/Düşman ile kötü ikizin psikolojik gerilimini sunmayı amaçlayan ve metropolün mistik eksikliğine göndermede bulunan Jose Saramago’nun romanını işler. Burada da Jake Gyllenhaal’in heyecanlı oyunculuğu vücudunu ikiye ayırır, ikizleri gerçek yapar. Sicario şimdilerde ikincisiyle perdeye düşecek. Kadın gözüyle bizi katlanılamaz bir yere; uyuşturucu ticaretinin insanı yürüyen et şeklinde algılayan dünyasına sokar. Burada çıplak gerçeklik ve sessizlik; patlama sonrası sersemlik kadar serttir. Bu yüzden yine uyuşturucu ticaretini etraflıca anlatan ama pek de suya sabuna, siyasete ve Abd hükümetine dokunmayan Steven Sodeberg filmi Traffic’ten derin bir kesik denli ayrılır. Kadının nahifliğine ‘artık buralardan uzaklaş, kurtların dünyasındasın’ şeklinde üstten öğüt veren eski kartel üyesi -Traffic’in namuslu polisi- Benicio Del Toro’dur. Arrival/Geliş ile uzaylıların dilinden anlayan profesörün uykusuzluktan mı, yoksa gerçekten mi yaşadığını bilemediğimiz izlekleri; filmin sonunda büyük bir sürpriz sunuyordu. Burada yönetmen bir vites daha yükseltmişti. Kadın kahramanın çözümlediği harf şekillerinin yanısıra yaratıkların biçimleri de dikkat nazarıma çarpmıştı. Mesela bundan biraz önce ayağın ne kadar da estetik olmayan bir uzuv olduğu aklıma düşmüştü. O kullanışı ile ortaya çıkıyor, bazen sivri ayakkabılarla şekli bir kalıba dökülmeye çalışılıyor ama çıkarılınca eski halini alıyor; şeklinde düşünmüştüm. Bu fikrimi başkaları da akletmiş olacak ki, uzaylı uzva benzetilmişti. Uzuv ayak değil el idi ve ahtapot gibi geliyor ve uzaklaşıyordu. İletişim temasının ağır bastığı filmde kişinin kendi ile barışı da işleniyordu. Mest edici bu filmden sonra herhalde uzun zaman sessiz kalır diye düşündüğüm Villeneuve ‘üzerimde şimdiye kadar böyle bir yük hissetmemiştim’ dediği Blade Runner’ın devamı filmini çekti. Sonuç, müthiş.

Öncelikle biraz 1982’de çekilmiş Blade Runner’a eğilmeliyiz. Bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in daktilosundan çıkmış 1968 tarihli Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? isminde romandan uyarlanmış bir filmdi bu. Yazar başka hikayelerinde de baskın şablonuyla; gelecek öngörüsünde bulunurken işin içine genetiği bozulmuş bir dünyada aykırı insanlar ve mucizeyi katar, umudu tamamen öldürmez; insanlar genelde sistem tarafından ezilmiş yahut ehlileştirilmiştir. Onun Minority Report’u bu tarafta durur. İsteyenler Electric Dreams isimli diziye de bakabilir.

Blade Runner’da androide kişilik ve bilinç yükleyen bir gelecekteyiz. Şirketler yeni feodalitedir. Her distopik hikaye gibi kaynakları telef olmuş dünyadayız. İnsana nazaran güçlü, yaşlanan ve kısa sürede ölüme mahkum; fakat yok olma bilinciyle ölüme çare arayan Nexus’ların dünyaya dönüşü ve empati yoksunlukları, onları tehlikeli sınıfına sokar. Bu robot yahut replican/kopyaları avlayanlara da blade runner/avcı deniliyor. Rick Deckard bunlardandır. Filme bir medeniyetler karışımı modeli ile katkı sunulmuş; bir nevi Babil. Piramit, petrol kuyuları gibi alev saçan kuleler, cüceler, erken yaşlanma hastalığına tutulanlar, uzak doğu mahallesi, Arapça şarkı… İlk filmi izleyenler ve kitabını okuyanlar Harrison Ford’un karizmasına yenilen bir oyun sergilediğini ve kitaptaki Rick’in ezilmişliğini yansıtamadığını idrak etmişlerdir. Herkesin öldüğü bir dünyada sahtenin sahtesi bile değerlidir ve insanlar sürekli bir hayvan sahibi olmak ister. Bir nevi toteme geri dönüş; hayat hatırasını kutsama. Rick gelen görevle dört kaçak; son model Nexus androidi aramaya koyulur. Araya imkansızmış gibi görünen bir aşk girer. Sonrasında bilinmeyen bir bölgeye doğru yola çıkılır. Filmde işi veren Gaff ve kötü adam Roy’un karakterleri oldukça sağlam işlenmiş; eşya ve amaç ile siretlerine keskin hatlar çekilmiştir. Her yerde bir origami bırakma ve ne kadar zamanının kaldığını öğrenmek azmi onları ilginç ve anlaşılır kılıyor. Harrison Ford ise gözüpekliği ve hareketlerindeki hızlılık ile karakteri bozuyor. Filmin önemli bir yönü de yönetmenin montajı ile anlamının değiştiği (director’s cut) ilk film olmasıdır. Tarkovski’nin   filme -şiirsel bir tarzda- mühürlenmiş zaman tabirini bulması da budur. Eldeki görüntülerden anlamlı bir bütün oluşturmak maksadıyla yönetmen zamanı bir heykeltıraş gibi yontar, zamanı mühürler. Bu filmde çıkarılan sahnenin eklenmesi ve sonun değiştirilmesi ile film ancak mühürlenebilmiştir. Zira filmde görülen unicorn sahnesi Rick’in karakterini belirleyicidir. Kısaca prodüktörlerin ısrarı hikayede bir nokta kabilindendir; ama gözü kör etmiş, hikayeyi bağlamından koparmıştır. Karakterleri, son sahnesi, aşkı ve hep uykuya davet eden o rüzgar, serinlik, sağanağı andıran ve uzağa çağıran ekolu müziği ile kült film özelliği taşır. İşte efsane halini almış bir filmin devamını çekmek o denli ağır olsagerektir ki, Villeneuve ister istemez bu gerilime maruz kaldığını söylüyor. Bilindiği üzre Star Wars ve Star Trek’in de devam filmleri geldi. Bunlarda en büyük çaresizlik söylenenin imajının değişmesi. Yani 70 yahut 80’lerde kullanılan bir eşyayı tutup da yeni filme iliştirmeye çalıştığınızda inandırıcılık ortadan kalkıyor. Sözgelimi siz hala vhs yahut bantla kayıt yapıyorsanız; gelecek içinde geçmişte kalmışsınız demektir. Buna Star Wars’un giysileri, robotları ve uzay gemilerinin külüstürlüğü ile şahit olduk; burada da kısa filmlerden Nexus Down 2036 müzayede salonundaki eşyalarla… Esasında öncesini izleyen seyircinin aklı nostaljiye kayıyor ve yaşadığı dünya ile ekranda gördüğü arasındaki benzemezlik, sahicilik sorunu ile yüz yüze kalıyor. Bu da eskinin perçinlenmesine ve yeninin daha iyi olsa bile eksik hissedilmesine neden oluyor; yani aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz.

2049 üç kısa hikayeden yola çıkılarak oluşturulmuş. İlk Blade Runner 2019’da karanlık bir dünyada geçiyor idi, güneş 2022’de tekrar peçesini indirmiştir. İkinci film ise 2049’de yürüyor. Belli ki buzlar erimiş, yalıyarlar kurulmuş; derebeyliğin esareti ve umutsuzca üreyen insanın sefaleti baş göstermiştir. Nexus avı hala devam etmektedir. K bunları avlayan bir androiddir. Avladığı Sapper Morton’un deyişiyle ‘türüne ihanet eden’ K ölmüş bir ağacın dibinde bulduğu ceset sayesinde yeni bir umutla kaplanacaktır. Morton’un ‘sen hiç, bir mucize gördün mü, ben gördüm’ demesi tabii ki ilk filmde Roy karakterinin gözleriyle neleri gördüğünü anlattığı şiiri[1] yerindedir. Yine de daha fazla gerçekliğe aittir. Bu cesetle ilk filmin ilişkisi ve mucize nedir? Bu temel soruya bir androidin ben neyim ve nereden geldim, soruları eklenir. K’ya da Roy gibi varoluş kaygısı yüklenecektir. K’nın hologram bir eşi var. Yaşamına giren androidle sahtenin sahtesi, beterin beteri var dedirtiyor. K bu yalan yaşamdan kurtulacak veya aşık olduğu simülasyona kavuşabilecek midir? Bu temel soruları bir yana bırakırsak hikayedeki ana eksende üç karakter keskin. O kör haliyle her şeye sahipmiş gibi duran, androidleri bir köleler ordusuna çevirmeye çalışan, batan şirketin yeni sahibi Niander Wallace; hikayesini son ana kadar anlamadığım ve kısa cümle ‘en iyi benim’ ile düğümü çözen kötü android Luv; var oluş ezikliğini Harrison Ford’un Rick Dakker’ına nazaran daha iyi hissettiren Ryan Gossling’in K’sı görmelere seza. Hikaye o kadar incelikli işlenmiş ve hesaplı ki, izleyicinin dikkatini dağıtıcı şeyler ortaya saçılmış ve spekülasyon yapılabilecek ‘ya öyle değilse’ şeklinde sorulara mahal bırakılmamış. Ancak şunu söyleyebilirim; bir anda yanaktan akan gözyaşına dikkat; o kilit taşı. Jonathan Nolan’ın Westworld’ünde siyahlı adamın kimliğini flulaştırmak için dejavu sahneler kullanması buna benzerdi. Görselliğe diyecek yok; toz fırtınası sonrası -David Lynch’in yönettiği Dune’den gelen- sarı tonları barındırır sahneler; hologramlar, çöplük, yalıyarlar; güneş enerjisi tarlası, mumyalanmış gibi duran android modelleri arasından inilen piramit içi, çıkagelen Elvis’li sahne ayrı ayrı ve özenli çalışılmış bir bütün hissi uyandırıyor; o şifre sahnesi ise sabırlı olmayı salık veriyor. Müzik bir uzak doğu dini ayinini andıryor. En sonunda hakikatı bulan K’nın karın altında bekleyişi ve androidlerin rüyalarına kavuşması; insan hayatının tükendiği anda hayata ve doğaya yeniden anlam katabilecek yeni türün yükselişi -bu rüya filmle- gök kubbenin altında daha çok saklı şey var dedirtiyor.

[1] İnsanların inanmayacağı şeyleri gördüm. Orion’un bucağına gemilerin ateş açışını. Tannhäuser Kapısı’nın yakınındaki karanlıkta c-kirişinin parıltısını izledim. Tüm bu anlar zamanla kaybolacak, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi…

3 comments

  • Ellerine sağlık üstadım, filmin hakkını fazlasıyla veren bir yazı olmuş. İnsan “işte ben bu yüzden yazmıyorum” diyor 🙂

    • Eyvallah üstadım! Sen bugüne bugün tez yazmış birisisin, yani elinden gelmez şey değil, bizi de mahrum etme derim. Selamlar.

  • Çok güzel bir film yazısı olmuş.
    Hatta biraz da film yazısını aşıp filmler arası, yönetmenler arası bir karşılaştırma şaheseri olmuş. Filmden benim aklımda kalan en vurucu sahne filmin kahramanının, seçilmiş kişi olmadığını anladığı andaki tepkisiydi. Aslında kendisi de insan olmayan bir varlığın, insan olma isteğindeki inceliği yönetmen çok güzel yansıtmış.
    Modern dünyada insan olanların insanlıktan çıkmak için yaptıklarına çok güzel bir nazire olmuştu. Yine benzer şekilde bilgisayar hologramı ile yaşamaya çalıştığı ilişki de bu durumu yansıtıyordu.
    Vesile olduğun için tekrar teşekkür ederim.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s