İlmî bir toplantı münasebetiyle İran’ın Kum şehrine yaptığım seyahatten birçok tecrübe ile döndüm. Bu tecrübelerin çoğu, benim için yeni olduklarından kaydedilmeye değer görüyorum. Öte yandan İslam dünyasının hal-i hazırda en büyük sorunlarından biri olan parçalanmışlığın/bölünmüşlüğün ortadan kaldırılabilmesi için de Şii-Sünni ilişkisinin ve birbirimizi tanıma gayretlerinin artmasına ihtiyaç var. Bu açıdan da biz Sünnilerin, Şiilere dair gözlemlerinin değerli olduğunu düşünüyorum.
Kum şehri, başkent Tahran’a oldukça yakın. İmam Humeyni Uluslararası Havaalanı, Tahran’ın güneyinde yer aldığından havaalanından doğrudan Kum’a intikal ettiğinizde bir saatten az bir sürede Kum’a varabiliyorsunuz. Şiilerin tabiri ile “Kum el-Mukaddese”nin en önemli özelliği bilindiği gibi Şii medreselerinin nicelik ve nitelik itibariyle bu kentte yoğunlaşmasıdır. Bu medreseler hakkında bilgi vermeden önce kentin “mukaddes” olarak nitelendirilmesinin sebebini açıklayayım. İran’da bulunan Şiiler bilindiği gibi Şia’nın İmâmiyye koluna mensuptur. İmâmiyye adlandırması, her ne kadar sözlük anlamı itibariyle Şiilerin kendi içinde bir ayrım yapılabilmesini sağlamasa da –zira Şiilerin tamamında imam anlayışı mevcut olmakla beraber ihtilaf, tabiri caizse imamların sayısında ortaya çıkmaktadır- bu kavram 12 imam inancına sahip Şiileri ifade etmek için kullanılmaktadır. 12 imamdan yedincisi olan Musa Kazım’ın (ö.183/799) kızı Fatıma, Kum şehrinde medfundur. Burada Şiiler, Fatıma’yı kısaca “Ma‘sûme” olarak isimlendiriyorlar. Günahlardan korunmuş olmayı ifade eden “ismet” kavramının, Şii imamları için kullanıldığını daha önce biliyordum fakat başkaları için de kullanıldığını görmek benim için yeni oldu. Yine de bunun şaşırtıcı olduğunu söyleyemem, çünkü bence “ismet” vasfı öyle tehlikeli bir şey ki peygamberlerin, vahyin aracısı konumunda olmaları bağlamından çıkarıldığında kontrolün kaybedilmesi muhakkaktır. Madem herhangi bir insan, peygamberlerin söylediğim bağlamı hariç masum olabiliyor, neden bu masumiyet belli sayıda insanla sınırlansın. Masumiyet mümkünse, her an herkeste karşımıza çıkabilir. O nedenle, yedinci imam Musa Kazım’ın kızının da masum olması çok da şaşırtıcı değil. “Ma‘sûme”nin kabrinin olduğu yer, ilginçtir “harem-i mutahhar” olarak adlandırılıyor. Bu tabir de biz Sünnilerin, Hicaz ve Kudüs’teki üç mescide mahsus “harem bölge” anlayışı için yeni bir şey. İmâmiyye düşüncesindeki yeri hakkında herhangi bir bilgim olmasa da sırf bu adlandırmadan anlaşıldığı kadarıyla “Ma‘sûme”nin kabrinin ziyaret edilmesi sıradan bir şey değildir. İşte Kum şehrinin “mukaddes” olarak nitelendirilmesinin sebebi budur. Bizzat müşahede ettiğim gibi gerçekten insanlar akın akın bu mekânı ziyaret ediyorlar.
Şiilerin, “ziyaret” konusuna gösterdikleri ihtimam Türkiye’deki anlayışa biraz benzese de bu konuyu bize göre çok daha fazla önemsediklerini ve hatta yer yer abarttıklarını söylemek mümkündür. Bu abartı halini Şam’daki ziyaret yerlerinde de görmüştüm ancak Kum’daki bir sahne gerçekten bunun çok ötesindeydi. Harem bölgesini çevreleyen çarşı sokaklarında gezdiğim esnada epey gürültülü şekilde davul ve trampet seslerinin geldiğini duydum. Dikkat kesilince bu seslerin harem bölgesinden geldiğini anladım ve bizim gibi turistlere yönelik bir program vardır düşüncesiyle oraya meylettim. Alana yaklaştıkça rahatsız edici bir tonda büyük hoparlörlerden yayılan elektronik müziğe ve beraberinde iki kişinin, deyim yerindeyse canlı performans halinde toplanan insanları coşturmasına hayret ettim. Manzara şu idi: En önde davul ve trampet heyeti, arkalarında sürekli slogan atan genç bir kalabalık, onların arkasında küçük bir kamyonetin kasasına konmuş büyük hoparlörler ve bahsettiğim performans sahibi iki kişi ve nihayet en arkada da sağdan sola genişliği yaklaşık beş metre olan, her birini bir insanın zar zor taşıdığı zilli, çıngıraklı, üzerinde küçük insan-hayvan heykelleri ve kuş tüyleri olan 5-6 tane süs aleti ve bunlara eşlik eden insanlar. Eminim bu söylediğim manzarayı gözünüzde canlandırmak biraz zor olacaktır; ancak gördüğüm anda benzettiğim sahneyi size söylediğimde sizin de zihninizde bir şeyler belirecektir. Çağrı filmini hepimiz biliriz. Başlangıç sahnelerinden birinde Kabe’ye zilli, çıngıraklı, tüylü sopalar eşliğinde putlar taşıyan ve din adamlarını üstlerinde taşıyan bir grup insan görürüz. İşte ben Kum’daki bu manzarayı görür görmez aklıma Çağrı filmindeki bu sahne geldi. Canlı performans yapan iki kişiden biri slogan atarak topluluğu coşturuyor, diğeri ise ilginçtir ama ağzına dayadığı mikrofondan neredeyse beatbox diye tabir edilen “dıptısdıptıs” sesler çıkarıyordu. Etrafta toplanan insanlardan epey bir kısmının başına ve yüzüne çamur sürünmüş halde ağıt yakarcasına başlarına vurduklarına ve arada bir “Alî” diye bağırdıklarına şahit oldum. Bulunduğumuz yerden “Ma‘sûme”nin kabrine yaklaşık bir kilometre vardı ve insanlar bu heyetle birlikte kabre doğru yürüyorlardı. Herhalde yarım saat boyunca onları izlemekten kendimi alıkoyamadım. Bu ilginç ve bir o kadar da insan fıtratına garip gelen sahne bütün Şiileri elbette bağlamaz; ancak Kum gibi ilmî ve dinî açıdan önemli bir merkezde karşılaşılan bu manzaranın, temsilgücünün bir hayli yüksek olduğunu da söyleyebiliriz herhalde.
Kum şehrinin stratejik açıdan en önemli yönü ise tabi ki medreseler. İmâmiyye mezhebinin ilmî açıdan İran’daki merkezi Kum, Irak’taki merkezi ise Necef. Bu kentlerin özelliği, içlerinde birçok medresenin bulunması ve bu medreselerde de meşhur “Şii mollaları”nın yetişmesidir. En başta söyleyecek olursam bu medreseler, yerel dilde “hovze-i ilmiyye” olarak adlandırılıyorlar. Farsçada “hovze” şeklinde telaffuz edilen kelime Arapça orijinli ve Türkçeye de geçmiş olan “havuz” kelimesidir ve bu terkibin anlamı “ilim havzası” olmaktadır. Kum’da tanıştığım ve şahsen sohbetinden memnun kaldığım bir molla arkadaşım, bu medreselerden birinde hocalık yapıyordu. Ondan medreseleri hakkında epey bilgi öğrendim. Bu medreselerde, tıpkı günümüz üniversitelerinde olduğu gibi akademik ünvanlar kullanılıyor. Sırasıyla “Huccetu’l-İslâm”, “Huccetu’l-İslâm ve’l-Müslimîn”, “Âyetullâh” ve “Âyetullâh el-Uzmâ” ünvanları bulunuyor. Şunu söylemekte yarar var, “Âyetullâh el-Uzmâ” lakabına sahip kişi sayısı oldukça az ve bu kişiler medrese hocası olmaktan çok artık dinî lider konumunda söz sahibi kimseler oluyorlar. Kum’da 40 tane “hovze-i ilmiyye” bulunduğunu ve bu medreselerde yaklaşık 40 bin öğrencinin eğitim aldığını öğrendim. Yine tam sayısını bilmemekle beraber yaklaşık 4 bin de hoca bulunuyormuş. Bu medreselerde 4 ayrı düzey bulunuyor ve bu düzeyler yerel dilde “satıh” olarak adlandırılıyor. Birinci satıhta 6, iki ve üçte ikişer yıl eğitim gördükten sonra dördüncü satıhta en az beş, en çok on yıl süren eğitimin ardından öğrenciler mezun oluyorlar. Toplamda en az 15 yıl süren bu klasik eğitim metodunun, zannediyorum Sünni ülkelerdeki klasik eğitim metotlarının süreleriyle karşılaştırıldığında oldukça fazla olduğu görülecektir. Tabi bu uzun sürenin avantaj ve dezavantajlarından bahsedilebilir; ancak eğitim müfredatlarının bir hayli detaylı olduğunu ve bu süre boyunca İmâmiyye/Caferiyye literatürüne dair epey bir kitabın hoca eşliğinde okunduğunu söyleyebilirim. Müfredattaki kitapların tamamı İmâmiyye/Caferiyye literatürüne ait olmasa da çoğunluğu bunlardan ibaret. Özellikle kendi alanım olan İslâm hukukunun Sünnî literatürü hakkında molla arkadaşımla yaptığımız sohbet esnasında neredeyse hiçbir şey bilmediğini fark ettim. Tabi bu, medrese gibi kapalı bir sistem içinde yetişmiş kişilerde rahatlıkla görülebilecek bir durumdur. Medrese ve benzeri kapalı oluşumların kitap ufku maalesef sadece kendi dünyalarından ibaret oluyor ve bunu Şii medreselerinde de bizzat gördüm. Ancak bunun yanında müfredattaki bazı kitaplar da oldukça dikkat çekiciydi. Mesela tasavvuf disiplininin “irfan” adıyla müfredatta yer aldığını ve okutulan kitaplar arasında İbn Arabî’nin meşhur kitabı Fusûsu’l-Hikem’in, Dâvûd-ı Kayserî şerhi olduğunu öğrendim. Yine “felsefe” derslerinde İbn Sînâ’nın İşârât adlı eserinin şerhleriyle birlikte okutulması gıpta edilecek bir husustu.
“Hovze-i ilmiyye”lerin mimarisinden de biraz bahsetmek isterim. Benim gördüklerimin tamamı dikdörtgen şeklinde üç-dört kattan oluşan ve orta alanın dinlenme mekanı olarak tasarlandığı yapılardı. Bu mimari, Rumeli ve Anadolu’da gördüğümüz Selçuklu ve Osmanlı tipi medreselere oldukça benziyordu. Özellikle dikdörtgen yapı ve orta avlu sistemi bu benzerliği sağlıyor. Yine gördüğüm medreselerin tamamına ihtişamlı ve büyük bir taç kapıdan oluşan ana girişler yapılmış ve bu taç kapılarda, mukarnasların ve süsleme sanatlarının gerçekten muhteşem örneklerini görmek mümkün. Çini sanatının, gerek medreselerde gerek diğer dinî yapılarda ne kadar nitelikli şekilde devam ettirildiğini görmek sevindiriciydi. Ancak bütün bu ihtişamın ardında, yukarıda literatür bağlamında söylediğim kapalılığın, mekânsal olarak hissedildiğini söylemeliyim. Bu mekanın içinde kendinizi biraz hapishanede gibi hissediyorsunuz. Zannediyorum bu his, burada yetişen öğrencilerin zihniyetlerinde de belli ölçüde iz bırakıyordur. Kum’un meşhur üniversitelerinden biri olan el-Mustafâ Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimine devam eden bir Şii ile yaptığım sohbet esnasında medresede yetişmek ile üniversitede yetişmek arasındaki farkı sordum. Aldığım cevaplardan biri, medresenin çok daha disiplinli ve katı bir yapısının olmasına karşın üniversitede daha özgür bir ortamın olduğuydu. Ben bu farkın, öğrencilerin zihin dünyasında oldukça etkili olduğu kanaatindeyim.
Seyahat izlenimlerim arasından son olarak siyasi bir konuya temas etmek istiyorum. Kum’a gitmemiş olsaydım, “mukâveme” kavramının Şiiler nezdinde bu kadar sık kullanılan ve o ölçüde önem verilen bir kavram olduğunu bilmiyor olacaktım. Benim de içinde olduğum heyet, ilmî bir toplantı için orada bulunmasına rağmen gerek toplantının düzenleyicileri gerek siyasi olarak Şiilerle benzer düşüncelere sahip diğer Sünni katılımcılar özel sohbetlerimizde neredeyse her fırsatta “mukâveme”nin önemine dair şeyler söylemeye çalışıyorlardı. “Mukâveme” kavramı Şiiler nezdinde, İsrail ve Amerika karşısındaki direnişi ifade ediyor. Tabi ki bu direnişin en önemli sahası Filistin ve Kudüs. Buraya kadar aslında zahiren rahatsızlık verecek bir şey yok gibi görünüyor, ama esas mesele buradan sonra başlıyor. Şiilere göre “mukâveme”nin tabiri caizse sadık temsilcileri İran, Lübnan, Suriye ve onlara destek olan diğer gruplar. Biz Türkiye’nin de yer aldığı Sünnî çoğunluk ise neredeyse bir gaflet içinde ve bazen bilerek, bazen bilmeyerek “mukâveme”ye aykırı hareket eden bir tavra sahip. Bu rahatsız edici bakış açısıyla, dediğim gibi her vesile ile karşılaşmanız mümkün. Mesela bizim Kum’da bulunduğumuz günlerde Esed’in Doğu Guta’ya ağır bombardımanı devam ediyordu ve ben orada akşam yemeği sonrasındaki bir çay sohbetinde şöyle bir akıl yürütme ile muhatap olabildim: “Ama Esed’in gitmesi, Suriye’de çok daha büyük iç çatışmalara neden olur ve mukâveme ciddi ölçüde zarar görür.” Böyle bir ifade ile karşılaştığınızda “mukâveme” kavramı hakkında kötü şeyler düşünmeden edemiyorsunuz maalesef. Öte yandan biz Sünnîlere, haksız yere yaptıkları bunca eleştiriyi bir tarafa bıraktığımızı düşünelim, “mukâveme”nin önemine dair söyledikleri ve yaptıkları şeylerin gerçekten bir karşılığının olup olmadığı bence çok tartışma götürür. Ben, Filistin direnişi ve bunun tarihi konusunda uzman değilim ama İran ve onunla beraber hareket eden Şiilerin bugüne kadar bu mesele hakkında somut ne gibi katkıları olduğunu bilmiyorum. Herhalde böyle bir katkı olsaydı bu, bütün ümmet için çok önemli olurdu ve benim gibi uzman olmayan kişiler tarafından bile bilinirdi. Bu çarpıcı gerçeği örneklendirmek için yine Kum’dan bir hatıra paylaşarak bitireceğim yazımı. Filistinlilerin İran’a bakış açılarının pek de olumlu olmadığı hakkındaki bir sohbet esnasında, organizasyonun düzenleyicileri arasında yer alan bir görevli bu duruma hayret ettiklerini söyleyerek “mukâveme” için ne kadar önemli şeyler yaptıkları sadedinde şu örneği veriyordu: “Dünya’da ilk defa “Kudüs günü” ilan eden lider Humeynî olmasına rağmen, nasıl olur da bize bakış açıları böylesine olumsuz olur.” Kendi kendime “gerçekten çok büyük (!) bir adımmış, bu dünya Kudüs günü” diye düşünmeden edemedim.
İstifade ettik, teşekkürler.
Çok güzel bir yazı olmuş.
Şii-Sünni ayrılığında beni en çok rahatsız eden şey şiiler tarafından bu ayrılığın rahatsız edici bulunmamasıdır. Çünkü bir olgu rahatsız edici bulunmuyorsa bu olgunun düzelmesi mümkün olmuyor. Açıkçası bir sünni olarak bu ayrılık beni rahatsız ediyor.
Türkiyeye özgü hoşgörüden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama milletçe en azından misafirimiz olan insanların düşüncelerine katılmasak dahi onları kırmamak için düşüncelerimizi kendimize saklarız ya da en azından törpüleriz. Senin de şahit olduğun ve farklı yerlerde okuduğum bu davranış tarzı malesef şii-sünni uzaklığını daha da artırmaktadır.