Eyup Baş, Osmanlı Tarih Yazarlarında Toplumsal Sorumluluk Bilinci, İlâhiyât, Araştırma-İnceleme 40, Ankara 2006, (255 s.)
Yazar esere, bir anti-tezle başlıyor: Osmanlı tarih yazarlarının siyasi otoritenin etkisi altında kalarak eserler yazdıkları şeklindeki algı, doğru değildir. Bununla birlikte, Osmanlı toplumunun tarihe ayrı bir önem verdiğini belirtiyor. Tarih yazarlarının (toplumun tamamını ya da belirli bir kesimini hedef kitle şeklinde belirleyerek) siyasi erkin tayin ettiği bir tarihçilik yerine; toplumsal dinamikleri esas alan bir tarih yazıcılığı yaptıklarını ortaya koymayı amaçlıyor.
Çalışma, Osmanlı döneminde, tarihçi ile toplumun diyaloğu ve bunun derecesini belirleme gayreti içerisindedir. Tarihçilerin, topluma dair kaygı ve düşüncelerini, kendi eserlerine taşımaya çalıştıkları, örneklerle izâh ediliyor. Böylelikle Osmanlıların tarih yazıcılığı tecrübesine dair öne sürülen iddia ve görüşlere yeni bir boyut kazandırılıyor. Bunun için birincil kaynaklar kullanılmış. Osmanlı tarih yazarları, eserlerinin mukaddimelerinde bulunan, kendilerine ait görüşlerle çözümleniyor. Dolayısıyla zikrettiğimiz tezin ispat yolu açılıyor. (Ayrıca bizzat müelliflerin ifadeleriyle dönemin dilinin tespiti gibi ikincil bir inceleme alanı ortaya konuluyor.) Bu meyanda mukaddimelerin, çalışmanın birincil kaynakları olduğu söylenebilir.
Eyüp Baş -araştırma için- kapsamın belirli bir dönemle sınırlandırılması gerektiğini vurguluyor. Bütün eserleri ele almak güç olacağından, mukaddimeleri değerlendirmeyi tercih ettiğini dile getiriyor. Böyle bir yöntem kendi içinde tutarlı olmakla birlikte ve -çalışmanın bütünü düşünüldüğünde- atıf hacmi ve konunun genişliği dolayısıyla, belirli bir yüzyıl ya da döneme dair sınırlandırma yapılabileceği akla geliyor.
Müellif, kullandığı yöntem bakımından, söz konusu usûlün kendi içinde zorluklar barındırdığını ifade ediyor. Mesela mukaddimelerdeki söylemlerden hareketle tarih yazarlarının toplumsal sorumluluk bilinçlerini belirlemek için hangi kriterler kullanılmalıdır? Mukaddimenin, eser yazılış gayesini ortaya koymada, adeta bir anahtar işlevi gördüğü bilinen gerçeklerden; ancak müellifin, bu bölümde tüm fikirlerini, eseri neden yazdığını, toplumsal sorumluluk bilinci yahut başka saiklerle mi eseri te’lif ettiğini yansıtamayacağı da ayrı bir gerçektir. Müellif meselenin bu zorluğunu nasıl aştığını, yaklaşık yirmi maddede gösteriyor. Maddelere göz atacak olursak:
- Tarih yazarının kendisini tanıtması, eserini kaleme alış sebebini açıklaması,
- Tarih yazarının muteber kabul ettiği tarih kitaplarından yararlanmış olduğunu söylemesi,
- Toplumun alt ve üst düzey olmak üzere her kesimine yararlı olma kaygısı taşıdığını beyan etmesi,
- Tarihi geçmişten bir ibret alma vesilesi olarak görüp, toplumun bu kazanımı elde etmesine yardımcı olduğunu düşünme anlayışını ifade etmesi,
- Tarihçinin gördüğü birtakım eksiklikleri giderme endişesi taşıdığını hissettirmesi ve bunu açıkça beyan etmesi,
- Tarihçinin topluma yararlı olacak bir eseri kaleme alma isteğini belirtmesi,
- Kendisinden önce hazırlanan eserlerin olumlu ve olumsuz yönleriyle ilgili olarak okuyucuyu bilgilendirmesi,
- Hazırladığı eserinden okuyucunun faydalanmasını kolaylaştırmak maksadıyla fihrist, resim, harita, tablo vs. kullanması,
- Arşiv belgelerini yaptığı işin doğruluğunu desteklemek bakımından kullandığını açıklaması,
- Hedef kitle olarak toplumun hangi kesimini seçtiğini belirtmesi,
- Dil kaygısı taşıdığını ifade edip Osmanlı Türkçesiyle ve sade bir anlatımla eserini yazmayı tercih ettiğine dair açıklamada bulunması,
- Kendisinden önceki tarih yazıcılığını ve yazarlarını tenkit etmesi,
- Eserinde, başka milletlerin tarih ve tarihçiliği ile mukayesede bulunması,
- Tarih ders kitapları hakkında olumlu veya olumsuz şekilde görüş beyan etmesi,
- Toplumu doğru bilgilendirme için çaba sarf ettiğini, haberleri ve hadiseleri alırken dikkat ettiği hususları, muteber eserlerden yararlandığını belirterek aktarmaya çalışması,
- Olabilecek hatalardan dolayı okuyucudan af dilemesi, okuyucuyu ciddiye aldığını ve önemsediğini göstermesi.
Bu kaygılar, Osmanlı tarihçilerinin, tarih ilmini milletin seveceği, istifade edecekleri bir alan olarak gördüklerinin kanıtıdır. Müellif Baş tarafından titizlikle incelenip süzülen malzemenin, öne sürülen tezi güçlendirdiği muhakkak. Zikredilen maddelerle, Osmanlı tarih yazarlarının tekdüze değil; birbirlerinden farklı ve çeşitli açılardan toplumsal bir bilinç düzeyi geliştirdikleri, topluma faydalı olma kaygısı güttükleri ortaya koyulmaktadır. Eser böylece, Osmanlılarda tarih yazıcılığına dair genel bir perspektif sunması açısından özgün bir yer ediniyor.
Çalışmanın, araştırma yöntem ve teknikleri açısından incelendiğinde giriş ve iki bölümden oluştuğunu ifade edelim. Giriş’te, yukarıda zikrettiğimiz araştırmanın amaç, kapsam ve sınırlarını buluyoruz. Birinci Bölüm’de ise yine zikrettiğimiz Osmanlı tarih yazarlarının mukaddimelerindeki ifadeleriyle tarih, tarihçilik ve toplum anlayışı ele alınıyor. Sırasıyla Oruç Bey, Şükrullah, Tursun Bey ile başlayan silsile -toplam seksen müellif- Ahmed Hamid-Mustafa Tahsin ile son buluyor. İçindekiler kısmında, söz konusu yazarların vefat tarihlerinin belirli bir sistematikle verilmeyişini ise teknik bir eksiklik olarak görüyoruz. Mesela, Oruç Bey’in vefat tarihine yer verilmezken Şükrullah’ın ölüm tarihi (ö.1488) şeklinde başlık bilgisi olarak kaydedilmektedir.
İçerik bakımından eserin Oruç Bey’in mukaddimesi ile başlaması tesadüfi değildir. Müellif, Osmanlı tarihinin en eski kaynaklarının, ilk tarihî takvimlerle, Ahmedî’nin meşhur İskendernâme’sine eklemiş olduğu manzum parçadan sonra, Tevârih-i Âl-i Osmân diye adlandırılan kronikler olduğu bilgisini veriyor. Akabinde bu kroniklerin önemlilerinden birisinin Edirneli Oruç Bey’e ait olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Oruç Bey’in toplumsal sorumluluk saikiyle hareket eden ilk tarih yazarı olarak kronolojinin en başında yer alması, tarihsel bir gerçekliktir.
Birinci bölümdeki mukaddimeler incelendiğinde Kısas-ı Enbiya, Hz. Muhammed’in hayatı ve sünneti gibi hususların tarih yazarlarının ana gündemlerinde olduğu ve bunları topluma taşıma gayeleri dikkat çekiyor. Bu manada kendi dönemlerinin alimleri olarak tarih yazıcılığının temelinde İslam’ın daha iyi yaşanması ve toplumun hayra yönelmesi için kıssalar, destanlar ve efsaneler yoluyla toplumsal bilinci ayakta tutma gayreti öne çıkıyor. Devletin bütünlüğüne dua ve niyazlar; varlığına övgü ve devlet hakkında bilgi “Âl-i Osman” vurgusu ile veriliyor. Gelgelelim bu vurgu, yazının başında belirttiğimiz çağdaş müelliflerin öne sürdükleri gibi tarih yazarlarının devletin kendilerine kurduğu baskıdan kaynaklı olarak değil; daha çok dönem içerisinde oluşan bir literal bir kavramsallaştırma; bazen kendilerine ilmi çalışma imkanı sunulmasına karşılık bir teşekkür mahiyetindedir. Şayet böyle olsaydı herhâlde Lütfî Paşa (ö. 1563) Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserinde bozulmaya yüz tutan Osmanlı idaresi hakkında tenkitlerde bulunamazdı. Yine ikinci eseri olan, Âsaf-nâme’yi yazamazdı.[1] Kısas-ı Enbiya geleneğinin dönemde canlı bir şekilde varlık göstermesinin altını çizelim. Zira günümüz siyer ve tarih yazıcılığında bir bütün olarak insanlık tarihinin önemli kişi, yer ve zamanları birbirinden kopuk, parçaçacı bir anlayışla ele alınmakta; bu da parçalı, tek düze tarih anlatımının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Haliyle, tarihi gerçeklikler, kendi bağlamlarından çıkıp yeniden kurgulanan bağlamlar üzerinden anlaşılmaya yüz tutmaktadır.
İlgili bölümde işlenen mukaddimeler, dönemin tarih usûlüne ilişkin bilgiler vermesi bakımından da kıymeti haiz. Mesela, Tursun Bey’in (ö 1499’dan sonra) “eser yazan tenkide açık bir hedeftir” hükmüyle “üzerime gelen tenkid okundan silkindim ve yazarlar arasına katıldım” ifadeleri dönem içerisinde tarihçiliğin rastgele bir çalışma alanı olmadığını yansıtıyor.(s.21) O aynı zamanda canlı bir tarih araştırmacılığının varlığına da işaret etmektedir. Bu manada Osmanlılarda tarih usûlünün olmadığı ve 19. yüzyıl itibariyle Avrupa merkezli bir tarih metodolojisinin etkisiyle birlikte tarihte usûlün gündeme geldiği tezini çürütmeye dönük bir detay ortaya çıkıyor. Belki de o dönem kitaplara/ilmî ortama yansıyan bir tarih usûlü yoktu; fakat kimbilir tarih sistematik bir şekilde hazırlanmış kitaplarda değil de bizzat hayatın içinde bir karşılık buluyordu ve kimseler de ayrıca bir metot/yöntem arayışına girmiyordu.
Bu ifade toplumun her meselesine kendi ilmî iç dinamiklerinde cevap arayan Osmanlı ulemasının, tarihe konu olan meselelerle ilgili; tenkid ve usûle dayalı bir yöntemle hareket etmiş olma ihtimalini güçlendirmektedir. Buna bir başka delil olarak Âşıkpaşa-zâde (ö. 1502 sonrası) ve eserini gösterebiliriz. Çalışmada yazarın Tevârîh-i Âl-i Osman’ı yazmadan önce uzun müddet malzeme topladığı ve sade bir nesirle eseri kaleme aldığı bilgisi verilmektedir. (s.21) Bu detaylar, söylediğimiz bağlamda kayda değer birer delil mahiyeti kazanmaktadır.
İkinci Bölüm, Osmanlı tarih yazarlarının tarih eseri yazmak için ileri sürdükleri gerekçeler, Osmanlı tarih yazarlarının toplumsal sorumluluk bilincinde tarih öğretiminin konumu, Osmanlı tarih yazarlarının Batı’ya ve Batı tarihçiliğine ilgileri ve Osmanlı tarih yazarlarında toplumsal sorumluluk bilincinin evreleri, ana başlıklar halinde incelenmektedir. Bu hususlar, konu ile ilgili eser ve müelliflerin değerlendirilmesine dair daha geniş bir perspektif kazanılması ve konunun daha iyi anlaşılması açısından temel bir boşluğu dolduruyor.
Netice itibariyle eser, Osmanlı tarih yazıcılığının anlaşılması, belirli bir zeminde kavranması ve incelenmesi bakımından özgün bir çalışma olarak araştırmacıları yeni ufuklara hazırlıyor.
[1] Ayrıntılar için bkz. s. 27-28.
eline sağlık fatih istifade ettik…