Şiddetin Kaynağı Üzerine: Beyaz Bant


Beyaz perdede huzursuzluğun mimarı; zorlayıcı, ürpertici ama acı gerçeğe –bir şekilde- ikna edici filmlerin yönetmeni Michael Haneke’nin Beyaz Bant adlı Bergmanvari filmiyle karşınızdayız. Film, Birinci Dünya Savaşının hemen öncesinde, Kuzey Almanya’nın kötü niyet, entrika ve aile içi şiddetle örülü bir köyünde geçmektedir.

İkinci Dünya Savaşıyla birlikte zirveye çıkan faşist düşüncelerin kaynağını, nasyonel sosyalizme kapı aralayan fikri ve ahlaki –daha doğru bir ifadeyle gayri ahlaki- artalanı bir öğretmenin gözünden sorgulatan film, her şeyin sıradan gözüktüğü bir köyde garip ve tarifi mümkün olmayan bir takım olayların yaşanmasıyla başlıyor. Köyün doktorunun attan düşmesi, henüz bu olayın gizemi çözülememişken köyün önde gelen sakini baronun oğlunun öldüresiye dövülmesi; köyün ebesinin oğlunun başına gelenler ve bir dizi cevapsız soru… Peki, tüm bunlarla Haneke bize ne anlatmak istiyor, bizi ilgilendiren nokta orası…

Milletler, kuşkusuz, kültürleri ile derinden bağlantılıdır. Haneke’nin eleştirisi de dönemin Alman kültürünedir. Bu eleştiri, altı boş kurallar ve sapkın dogmalarla ayakta kalmaya çalışan bir toplumun, sevgi, samimiyet ve diğer insani duyguları kurban ettikleri için, nasıl yozlaştıklarını ve dünyada birçok acıya neden olacak bir nesil yetiştirdiklerini görmek açısından dikkate değerdir. Almanya’nın, Birinci Dünya Savaşından sonra otoriter ve itaata dayalı bir yönetimin başa geçmesiyle çok hızlı bir şekilde toparlanmasına olanak sağlayan işbu kültür, nasyonel sosyalistler için bulunmaz bir zemin hazırlamış ve nazilerin kendi sapkın dünya görüşlerini gerçekleştirebilecekleri bir altyapının da sponsoru olmuştur. Haneke, bu artalanla, kanımca bize şunu dikte ediyor: “İşte bu köy, bu çocuklar, bu papaz ve kendi öz kızına tecavüz eden şu kılıksız doktor…. İşte bunlar, Hitler’i ve onun katil sürüsü yoldaşlarını iktidara getirenler! Hatta daha da ileri gideyim, şu gördüğünüz çocuklar var ya, işte bu çocuklar Hitler’e Heil Führer! diyecek olan kansızlar…” Hülasa, katı bir protestan ahlakın gölgesinde itaati sevginin yerine koyan, ödüllendirme yerine cezalandırmayı temel alan, gücün disiplinle ifade edilip, ispatlandığı; dünyanın savaşla, kanla, acıyla yoğrulan karanlık zamanlarına zemin hazırlayan zihniyete göz atan bu filmde, çocukların kollarına ya da saçlarına takılan o beyaz bant, aslında güçsüz omuzlara yüklenmiş ağır günah tohumlarıdır; çocukların içine, aile, toplum, feodal rejimler ya da daha kibar ifade edecek olursak iktidar tarafından ekilmiş ve sadece içlerindeki karanlığa ışık tutmak için parıldamaktadır. İşte bu çocuklar büyüdüler, kendi erklerine sahip oldular ve bu bantları mavi bir yıldızla süsleyerek başka insanlara taktılar. Peki, tarifsiz acılar altında ezilen, her bir aile bireyi bir tarafa savrulan, kısacık hayatlarına sığmayacak kadar yoğun eziyetler gören bu mavi yıldızlı insanlar ne yapmıştı; suçları neydi? Bilinmez, belki de gelecekte canlarını alacakları insanlara yaptıklarının cezasını –aileleri üzerinden- peşinen ödemişlerdir! Bunu ben değil; Haneke söylüyor, dikkat ederseniz filmin bir sahnesinde, kişilerin yaptıklarının onların çocuklarından hatta üçüncü, dördüncü kuşak torunlarından çıkacağına dair bir not göze çarpar. Yani ünlü Latin deyimiyle: quod erat demonstrandum.

Bu katastrofik film, işbu köylü, burjuva, derebeyi ilişkilerini ve bu ilişkilerin muhtemel dışavurumlarını polisiye romanlarına yakın gizemli bir hikaye eşliğinde sunarken, kötülük ve kötülüğün kaynağına dair bir arayışı da ifade etmesi bakımından felsefi ve ahlaki bir arayışın ürünü olduğu da söylenebilir. Her ne kadar yönetmen bize sadece kapıları göstererek içeride yaşananları hayal gücümüze bıraksa da, kapalı kapılar arkasında masum çocukların nasıl birer caniye dönüştükleri/dönüştürüldükleri ve aile içi ilişkilerin çarpıklığı dönemin ahlak yapısına yeterince ışık tutuyor. Papazın otoriter kişiliği ile verdiği mesaj arasındaki tutarsızlıklar, köyün saygın bir ailesinin evinde yaşanan ensest ilişki, feodel yaşam, bunun üzerine kurulu düzen ve insanların nasıl korkunun mahkumu olduklarına dair soruların hepsine yeterince cevap verilmiş. Haneke bunu, ideolojiyi, özellikle de protestan eğitim sistemi ile faşist yönetim altında ezilenlerin tüm bunları diğer insanları cezalandırma aracına dönüştürmesini düşman ilan ediyor. Film boyunca ailelerin ideoloji kaynaklı acımasız ve baskıcı tavırlarının çocukları nasıl etkilediğini genel olarak görüyoruz, ama bir sahne oldukça etkileyici ve derin. Papaz, küçük oğlunun eve getirdiği yaralı kuşu iyileştirdikten sonra serbest bırakması gerektiğini ve evde bakmaya devam edemeyeceğini söylüyor. Oğlu ise itiraz edip, kendisinin (papazın) de kafeste bir kuşu olduğunu söylüyor. Papaz ise oğluna cevaben, o kuşun çocukluktan esarette ve kafeste büyüdüğünü ama vahşi kuşun özgürlüğe alışık olduğunu söylüyor. İşte bu köydeki çocuklar da yani ideolojinin çocukları, tıpkı böylesi bir esaretin altında yetişmektedirler. Peki, bu küçük çocuğa babasının neden beyaz bant takmadığını ya da bu çocuğun neden hiç cezalandırılmadığını düşündünüz mü? Bence, bu çocuk kurulu düzene itaat etmeyi öğrendi ve babasına hiç karşı çıkmadı. Hatta gerektiğinde kendisi için çok önemli olan bir şeyden (kuşundan), iktidar ya da ideoloji  (babası) mutlu olsun diye vazgeçebildi. Film, bu yapısıyla, ciddi bir nazizm ve faşizm eleştirisi olduğu gibi; gücü elinde tutmak için sergilenen tavırlar ve dini, parayı, gücü belki de sevgiyi kullanmanın etkilerini ortaya koyması bakımından da önem arz etmektedir.

Temelinde güçlü bir geleneksel düzen ve yetişkin eleştirisi yatan bu yapım, İkinci Dünya Savaşının sonuçlarını bizzat deneyimlemiş bir entelektüelin elinden çıkması dolayısıyla olsa gerek kötülüğün ne olduğuna dair şöyle bir cevap sunuyor: insanoğlu doğası gereği kötüdür. Dünya savaşlarında tecrübe ettiğimiz tüm o gözü dönmüş vahşilik, masumiyet palavralarının altında yatmaktadır. Dileyen bu masumiyet palavralarına inanır; cesareti olan ise masumiyeti sorgular. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi ama filme dantel detayıyla işlenmiş iki replik vardır. Biri Martin’in ağzından duyduğumuz: “Tanrı’ya beni öldürmesi için bir şans verdim; bunu yapmadı demek ki benden memnun.”, diğeri ise doktorun eşine sarf ettiği “neden sadece ölmüyorsun” ifadesi. Bunlardan ilki ağır yükler altında ezilen bir çocuğun çaresizlik ve suçluluk psikolojisinin tezahürü; diğeri ise vurdumduymazlığın, umursamazlığın kusursuz bir dışavurumu. Tüm o sözde saflık palavralarının altında yatan yok etme isteği, geleneksel ideolojiler tarafından görmezden geliniyor. İnsanlar, bu ideolojiler tarafından “saflık, masumiyet” palavralarıyla kandırılırken, kinleri ve vahşet isteklerinin kapsamları genişliyor. Bireyler üzerinden toplumu kontrol etmeye yarayan bu sistem aslında toplumu felç ediyor; hatta katlediyor.

Son olarak öğrenciler ve öğretmen hakkında da bir kaç şey söyleyecek olursak, geleneksel sisteme entegre olamamış ya da totaliter rejime boyun eğmemiş biri olarak öğretmen, her ne kadar toplum içindeki derin çatlakları ve ahlaksızlıkları fark etse de bir yerden sonra sorumluluk almaktan kaçıyor. Çünkü yalnız ve ona destek çıkabilecek kimse yok. Her ne kadar etki alanı geniş gibi görünse de, toplumun kodları onu da sindirmeyi başarmıştır.

Peki, çocuklar; çocuklar da suçlu mu gerçekten? Film baştan sona bize bu soruyu sorduruyor ve biz bu sorunun cevabını ararken, masum çocukların masumiyetlerini nasıl kirlettiğimizi ve çamura batmış bu masumiyeti unutmasınlar diye de nasıl onları beyaz bantlarla baskı altına aldığımızı koyuyor gözümüzün önüne. Özetle, önce tüm çocuklukları nasıl katrana bulayıp sonra da nasıl beyaz kurdeleler ile tekrar çocuklaştırmaya, nasıl masumiyetlerini iade etmeye çalıştığımızı gösteriyor. Felsefi olarak derin ve düşündürücü, bir sinema eseri olarak ise kusursuz… Henüz izlemediyseniz eğer, huzursuz seyirler dilerim.

One comment

  • Yazı için teşekkürler. Şunu demeliyim ki, sevgisiz ortamda öğretmen ile evleneceği kız kötülüğe aksi durum teşkil ediyor. Haneke benim en sevmediğim yönetmendir desem abartı olmaz. Çünkü senin o boş kötülük kavramını epeyce kullanır. Boştan kastım, sebepsiz. Funny Game’de bu çok barizdir. Saklı’da varlığını yok sayan intikamdır. Amore’da ötenaziyle eşdeğer bir davranış aslında görece şefkatlidir; adam kendini de cezalandırmıştır. Bu tamamen ‘sadece’ bu dünya, sorunundan ileri geliyor. Gelgelelim Beyaz Bant bundan kaçabilirsin diyor. Öğretmen evlenenince geri gelmez köye. Bu açılardan kötülüğü değiştiremezsek de ondan kaçabilirizi de işliyor kanımca. Pederin, çocukların temiz olduğunu söylemesi ve iddiayı reddetmesi, kestirmesinden bir cevap değildi. O yaştaki bir çocuğun melek olduğu inancında diretmesinden ileri geliyordu. Nihayetinde Haneke kötülüğü işliyor, karamsar bir çehreyle çıkıyor çoğusu. Yine de bu filmi epey beğenmiştim izlediğimde. Zira diğer seyrettiklerime nazaran daha olumlu gelmişti bana. İçinde nahif duygular da vardı. Ayrıca diğer filmlerinde ekranı dağıtmaz. Yani bir çok hikaye anlatmaz. Bir hikayeye odaklanır, yahut bir mekana. Amore eski bir apartman dairesinde geçer. Dışarıya bakıp hava alamayız bile. Funny Games bir yazlıkta saklanır. Cache/Saklı oyuncunun ardına takılır ve yürür. Bunda ise tablovari görüntüler ve bir romanı andırır senaryo ve kendine has karakterler vardır. Adeta köyle baştanbaşa tanışırız. Bu kötülük ile ilgili milli yönetmenimiz Zeki Demir Kupuz’u Haneke’nin karşısına koyabiliriz. Onda da benzer tatlar duyumsarız. Yine de bana kötülükle ilgili yorumlarda şöyle bir izlenim verdin. Bunu sadece yönetmen değil ben de düşünüyorum. Çocukların kötü olmasında(bence hareket etmesinde) pratik bir fayda var. Yapabilirlik, şiddetin kolay ve üstün olması/görülmesi. Bu açıdan kötülük bende bir apne etkisi bırakıyor. Yapıp etmelerde saklı yön, çabasız bir havasızlık hali. Gece vakti uyandığında ardında bir varlığın olduğunu hissedersin, nefesi kulağına çarpar. Hareket kabiliyetin ortadan kalkmıştır, öyle zannedersin. Ardına dönmek istersin, yine de kaskatısındır. Azmedince kalp çarpıntısıyla dönersin. Kötülük böyle bir boşluk gibi, zor olan o evhama karşı çıkmaktır; hareket etmektir. Kolay ve gücün gerektirdiği şekilde davranma şekli; bir şefkatsizlik ve vicdansızlık hali. Bu sürdürülebilir bir durum değildir. İnsanın kötü olması demek kolaya çabuk gönlünün kayması ile eşdeğerdir. Yoksa insan sürekli herkesten ve her şeyden nefret edemez. Nefret kısırdır ve o fasit döngü dönüp dolaşır ve kendisine varır; kendisini vurur. İnsan bir şeye tutunmalıdır; bir şeyi sevmelidir; bir şeyin kendisini sevdiğini duymalıdır. Demem o ki, insanın kötü olduğunu; Hristiyan inanışı verebilir; çünkü ilk günah denilen bir durum herkesi şüpheli ve meşum kılar; bizde ise böyle bir şey söz konusu edilmez. Atalarımızın günahı omzumuza yahut sırtımıza yüklenmez.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s