Ebû Turâb, el-Murtazâ, Haydar, Esedullah, Emîru’l-mü’minîn künye ve lakaplarıyla anılan, Müslümanlar için sembol bir isim olan Hz. Ali (ö. 40/661) İslam Tarihinde önemli dönüm noktalarının yaşanmasına tanıklık etmiş bir sahâbîdir. Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilk kabul eden, ona en yakın isimlerden biri olan, Allah’a iman edip bu hususta İslam’ın tebliğ edilmesi için çaba gösteren, savaş durumları söz konusu olduğunda cesaretle savaşan ve ilk dört halifeden biri olarak Müslüman toplumun idari ve sosyal hayatına yön vermiş önemli bir şahsiyettir.
Hz. Ali, özellikle ilk halifenin belirlenmesi sürecinde ve sonrasında yaşanan bazı olaylarla birlikte etkileri bugüne uzanan Sünnî-Şiî kutuplaşmasının referans kaynaklarından biri haline gelmiştir. Söz konusu tanıklıkları ve attığı adımlarla Sünnîler nezdinde faziletli bir sahâbî konumunda yer alırken Şiîler nazarında çok daha üstün vasıflarla anılan ve Hz. Muhammed’ten sonra her yönü ile Müslümanların en üstün karakteri olarak görülmektedir. Dolayısıyla Hz. Ali, birçok yönüyle iki mezhep açısından önemli bir şahsiyet konumunda yer almaktadır.
Sünnî ve Şiî kaynaklarda Hz. Ali tasavvurunu icmâlen ele alacağımız bu yazıda iki muhalled eseri temel alarak çıkarımlarda bulunacağız. Konumuz bağlamında mukayeseli olarak inceleyeceğimiz bu eserler çağdaş sayılabilecek iki önemli ilim adamına aittir: Ehl-i Sünnet mezhebine mensup Muhammed b. Salih eş-Şâmî (ö. 942/1536); Şia mezhebine mensup Muhammed Bâkır el-Meclisî (ö. 1111/1700). eş-Şâmî’nin, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd adlı eseri cami’ bir siyer kaynağıdır. Zira eserin temel özelliği klasik dönem siyer malzemesini bir araya getiriyor olmasıdır. el-Meclisî’nin Bihâru’l-Envâr‘ı ise Şiâ’ya dair temel eserlerin ortaya konmasının ardından eldeki hadis kitaplarından derlenerek başlatılan şerh türü teliflerden birisidir. Esas konuya geçmeden önce bu iki müellif ve eserleri hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz.
İlk olarak takdim edeceğimiz eş-Şâmî’nin isminin tam künyesi Ebû Abdullâh Şemsüddîn Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf es-Sâlihî şeklindedir. Doğum tarihi ve ailesi hakkında kaynaklarda bilgi yer almamaktadır. Mısır’da, Kahire’de şehrin dışında kalan Berkūkiyye bölgesine giderek vefatına kadar da burada yaşamıştır. Şemseddin lakabı ile bilinen, eş-Şâmî hafız olup hadis, kelâm ve tarih ilmi ile alakalı çalışmalar yapmıştır. 14 Şâban 942’de, Pazartesi günü (7 Şubat 1536) Kahire’de vefat etmiştir. Çok sayıda talebe yetiştiren eş-Şâmî’nin, Hanefî alimlerinden ders aldığı nakledilse de Şafii’ fıkhına mensup olduğu kaydedilmektedir.
Eserinin tam adı Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd fî Sireti Hayri’l-İbâd ve-Zikri Fadâilihî ve Ahvâlihî fi’l-Mebde’ ve’l-Meâd şeklinde zikredilmektedir. Yazma eser şeklinde 4 ciltten oluşan eser es-Sire eş-Şâmiyye olarak da bilinir. Bir rivayete göre üç yüzden fazla bir başka rivayete göre ise bin kitaptan bilgiler toplanarak yazıldığı ifade edilmektedir. Döneminin şartları açısından abartı sayılabilecek bu rakamların gerçekliği tartışılabilirse de daha önce ifade ettiğimiz gibi eserin siyer alanındaki bilgilerin çoğunu derleyen bir mahiyette olduğu kesindir.
İkinci müellifin isminin tam künyesi ise Muhammed Bâkır b. el-Mevlâ Muhammed Takiyyi’l-Meclisî’dir. İlim sahibi kişiliğini ifade etmek için “Şeyhu’l İslâm” nitelemesi yapılmıştır. “Allâme Meclisî” ve “Meclisî-i Sânî” olarak da bilinir. Şah İsmâil zamanında (1501-1524) Lübnan’ın Cebeliâmil bölgesinden İran’a gelip yerleşen ve ilimle meşgul olan bir aileye mensuptur. el-Meclisî, 1037/1627 yılında doğmuş; 27 Ramazan 1111/1700 yılında vefat etmiştir. İran’ın İsfahan şehrine defnedilmiştir. İsnâaşeriyye’nin beşinci ve İsmâiliyye’nin dördüncü imamı Muhammed el-Bâkır (ö. 114/733 [?]) ile isim benzerliği vardır. Söz konusu benzerlik karışıklığa sebep olabilmektedir. Bu bağlamda müellif daha çok el-Meclisî lakabı ile tanınmaktadır. el-Meclisî, nakli ve akli ilimler, hadis ve ricâl ilmi, edebiyat ilimlerinde eğitim almıştır. Müctehitlik yönü vardır. Farklı ilim dallarında eserler yazmıştır. 1098 (1686-87) yılında Şah Süleyman tarafından şeyhülislâmlığa getirilen el-Meclisî, bütün işleri din adamlarına bırakan Hüseyin Şah’ın tahta geçmesiyle (1106/1694-95) mollabaşı unvanını almış; böylece en yüksek dinî ve ilmî makama ulaşarak İsfahan’da cuma imamlığı yapmıştır. Bu görevde bulunduğu süre içinde hukukî dava ve muameleleri bizzat yürütmüş; kendisine karşı çıkan muhaliflerini bid‘atçılık ve inançsızlıkla suçlayarak sindirmek için gücünü ve nüfuzunu kullanmıştır. Döneminde önemli görevlerde bulunan el-Meclisî, bizzat devlet tarafından yetkilendirilmiş ve bir devlet politikası olarak Şiiliğin yayılması için çaba göstermiştir. Şiâ’nın kollarından biri olan On İki İmam (İsnâaşeriyye) anlayışının yayılmasına çaba gösteren dedesinin de etkisiyle görüşlerini bu ekole göre şekillendirmiştir.
Eserine gelince tam adı, Bihâru’l-Envâr el-Câmiatu li-Dureri Ehbâri’l-Eimmeti’l-Ethâr şeklindedir. el-Meclisî’nin en meşhur, en hacimli ve en büyük eseridir. Orijinal nüshası 25 ciltten oluşmaktadır. Abbâs el-Kumnî’nin (ö. 1936) Sefînetü’l-Bihâr’ı bugün yüz on cilt olarak basılan Bihâru’l-Envâr’ın şerhidir. Eserin ilmi yönüyle birlikte siyasi olarak da hizmet ettiği bir politika vardır. Safevî şahları ile yakın teması olan el-Meclisî, eserini yazarken onlardan malî destek almıştır. Bu da Safevi Devletinde hâkim anlayış olan Bihâru’l-Envâr’ın Şiiliğe göre İslam’ı anlama ve pratiğe dökme esasını yerleştirmek için yazıldığını ortaya koymaktadır.
Verdiğimiz bilgilerden sonra peşinen söylemek gerekirse, gazve ve seriyyeler özelinde, Sünnî-Şiî ekol arasında Hz. Ali’ye dair farklı tasavvurların oluşmasının temelinde Hz. Peygamber’in vefatından sonra, hilafet tartışmalarında yaşanan kutuplaşma vardır. Biz, her ne kadar sıhhat bakımından değerlendirme yoluna gitmemiş olsak da Hz. Ali ile ilgili birçok rivayetin bu temel üzere şekillenmiş olduğu kanaatindeyiz. Hz. Ali, Sünnîler nezdinde faziletli bir sahâbî konumunda yer alırken Şiîler nazarında çok daha üstün vasıflarla anılan ve Hz. Muhammed’ten sonra her yönü ile Müslümanların en üstün karakteri olarak görülmektedir. Bu bakımdan Şiilere göre bir beşer olmanın ötesinde algılanmakta; Hz. Muhammed’ten sonra onun yerine geçecek vasî, Müslümanların yegâne imamı olarak kabul edilmektedir. Bu bakış açısı daima Hz. Ali’yi önceleyen bir algıyı salık verdiği gibi ilk halifeler Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i makbul karşılamama; imameti hak etmedikleri halde ele geçiren kimseler olarak görme şeklinde tezahür etmiştir. Haliyle Bihâru’l-Envâr’daki rivayetlerin en belirgin yanı, her ne koşulda olursa olsun Hz. Ali’yi ön planda tutma, bahsettiğimiz iki sahabî başta olmak üzere diğer sahabileri geri plana itme, onları savaşlardaki başarı ve kişisel güç ve cesaretleri bakımından zayıf gösterme eğiliminde şekillenmiştir. Buna mukabil, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd‘taki rivayetlerde hilafet sıralamasında Hz. Ebu Bekir’in birinci, Hz. Ömer’in ikinci meşru halifeler olduğu düşüncesini pekiştirircesine her ne kadar Hz. Ali geri planda kalmasa da Hz. Peygamber’in kritik durumlarda istişare ettiği ve gazvelerde önemli görevler verdiği isimler olarak iki sahabî daha çok öne çıkmaktadır. Hz. Ali ise hilâfetin kureyşliliği, halifelerin fazilet sıralaması gibi argümanlar temelinde daha önce de zikrettiğimiz üzere faziletli bir sahabî olarak algılanmaktadır. Bu yönüyle mezheplerin teşekkül süreçlerinden sonra yazılmış olmaları itibariyle her iki eserin söz konusu ideolojik etki üzerinden kurgulanmış oldukları kanaatindeyiz.
Sübülü’l-Hüdâ ve Bihâru’l-Envâr‘da yer verilen nakillerde Hz. Ali tasavvurlarında ortak sıfatlar, Allah’ın arslanı anlamına gelen “haydar” ve döne döne savaşan anlamındaki “kerrâr” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu minvalde “cesaret”, “kahramanlık” ve “güç” de yine Hz. Ali ile özdeşleştirilmiş nitelikler arasında kendini göstermektedir. Ne var ki kelime anlamları itibariyle bu kavramlar iki müellif için ortak olsalar da mahiyet itibariyle farklılık arz etmektedir. Özellikle el-Meclisî’nin naklettiği rivayetler uç denilebilecek tasavvurlara yol açmaktadır. Sözgelimi Uhud Gazvesinde Hz. Peygamber’i tek başına müdafaa eden Hz. Ali döne döne savaşmakta; aynı anda onlarca kişiyi tek başına alt etmektedir. Daha sonra kılıcı kırılır ve bunu gören Hz. Muhammed bir hurma dalını sallar; dal Zülfikâr kılıcına dönüşür ve Hz. Ali doksan yerinden yara aldığı halde korkusuzca savaşmaya devam eder. Böylelikle Hz. Ali harikulâde olaylarla metafiziksel bir boyut kazanır ve efsanevi bir karaktere dönüşür. eş-Şâmî’nin yer verdiği rivayetlerde de benzer algılara rastlansa da bunlarda amaç bakımından Hz. Ali’nin faziletlerini sıralama ya da onu fazilet sahibi üstün bir sahabî olarak görme/takdim etme gayesi vardır.
Benzerliklerin olması -kaynaklar bakımından- tesadüfi değildir. Zira her iki müellifin temel referans kaynaklarını Buhârî, Müslim, İbn İshâk, Vakıdî gibi hadis ve siyer kitapları oluşturur. Hayber Gazvesi’nde “Yarın bu sancağı Allah’ı ve Resûlü’nü çok seven, Allah’ın ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.” diyerek Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi işaret ettiği nakledilen meşhur rivayetin iki müellif de Buhârî ve Müslim’den almıştır. Kaynaklık değeri bakımından rivayetler aynı olsa da lafzen el-Meclisî rivayetlere, “haydar”, “kerrâr”, “emîrü’l mü’minîn” gibi Hz. Ali’ye dair sıfatlar eklemekte ya da farklı rivayet pasajlarını tek bir rivayette toplama yoluna gitmektedir. Hal böyle iken rivayet farklı bir boyut kazanmakta, rivayetlere müdahale durumu ortaya çıkmaktadır. Hilafet tartışmalarının hadis uydurma saiklerinden biri olduğu düşünüldüğünde el-Meclisî’nin, Hz. Ali’nin imâmeti fikrine hizmet edecek türden uydurma rivayetleri eserine alma hususunda sakınca görmemesi gayet doğaldır.
Dikkat çeken bir başka husus yukarıda bahsettiğimiz üç sahabî hemen her gazve ve seriyyede isminden söz ettirirken Hz. Osman, Hudeybiye dışında rivayetlerde yer almamaktadır. Kanaatimizce hilafeti döneminde yaşanan olaylar göz önünde tutularak o, mezhebî anlaşmazlıklar içine çekilmemiş ve tartışmaların muhatabı haline getirilmemiştir.
Her iki eser birlikte düşünüldüğünde öne çıkan isimlerle birlikte çeşitli durumların varlığı da dikkat çekmektedir. Bunlardan biri müelliflerin teşbih unsurları içeren rivayetlere yer vermeleridir. Mesela, eş-Şâmi’nin eserinde Hendek ile ilgili bir rivayette Hz. Ali’nin Amr’ı alt etmesi, Davud’un Câlut’u öldürmesine benzetilirken; Hz. Muhammed ile Hz. Ali arasındaki yakınlık, Musa ile Harun arasındaki akrabalığa benzetilmektedir. el-Meclisî’nin Bihâru’l-Envâr adlı eserindeki anlatıma göre Hayber ganimetleri pay edildikten sonra yaşanan bir hadisede Hz. Fatıma Hz. Meryem’e; onun kaynattığı çorba, Hz. Meryem’in evinde kaynayan çorbaya benzetilmektedir. Şiâ kaynaklı teşbihlerde ağırlıklı olarak Hz. Ali’nin, Hz. İsâ ile özdeşleştirilmesi ise dikkat çeken bir başka husustur.
Meselenin özünü vermesi bakımından yukarıda yaptığımız uzun izahtan sonra işlerin bu noktaya gelmesindeki tarihsel arka plana atıf yaptıktan sonra sonuca gidelim. Tarihî bağlam itibariyle Hz. Peygamber’in vefatının ardından başlayan hilafet tartışmaları, Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekr’e biatini geciktirmesi, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halife seçilmeleri, Hz. Osman’ın katillerinin bulunamaması, Hz. Ali’nin hilafeti ve sonrasında biat etmeyen muarızlarıyla yaşanan olaylar, Cemel ve Sıffîn savaşları ve Tahkim Olayı gibi çeşitli durum ve hadiseler sonucunda Müslümanlar arasında yaşanan ayrışmalar, sonrasında Sünnî ve Şiî diye vasıflandırılan mezhebî tutum ve yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Sonuçta her iki tarafın, Hz. Muhammed dönemine ve bu dönemin önemli şahsiyetlerine bakış açıları söz konusu şekillenmeden nasibini almıştır.
Her iki eser birlikte düşünüldüğünde Hz. Ali gazve ve seriyyelerde sancaktarlık, bilgi toplama, düşmanla mübareze gibi görevlerde gücü, cesareti ve kahramanlığı ile ön plana çıkmıştır. Hz. Muhammed tarafından verilen görevleri yerine getirmiştir. Savaşlar esnasında fiziksel gücüyle birlikte çeşitli harikulade olaylarla fizik ötesi bir güce sahip olmuştur. Yine bu yönüyle efsanevi anlatımların muhatabı haline gelmiş ve özellikle el-Meclisî’nin anlatımları çerçevesinde Zülfikar kılıcı ile birlikte haydar ve kerrâr sıfatları ile unutulmaz bir savaşçı olarak tasvir edilmiştir. Şiî damar açısından Hz. Ali insanüstü bir konumda görüldüğünden Bihâru’l-Envâr’daki rivayetlerdeki mübalağa boyutu çok daha fazladır.
Netice itibariyle iki müellif de eserlerine -ister istemez- mezhebî bakış açılarını yansıtmış; hatta büyük ölçüde bu algılarına göre hadiseleri nakletmişler; Hz. Ali algılarını da buna göre şekillendirmişlerdir. Böylelikle gerçek tarihle irtibatlı, fakat daha çok sanal tarihçiliğe yatkın bir anlayış ortaya koymuşlardır.
Tarihe yön veren önemli şahsiyetlerin hayatlarıyla alakalı olarak bir anlama problemi her zaman var olmuştur; muhtemelen de var olmaya devam edecektir. Çözüme bir adım daha yakın olan yol/yöntem ise tarihî olayları ve Hz. Ali gibi önemli şahsiyetleri mezhepsel yaklaşımlardan uzak, kendi gerçekleri içerisinde görebilme çabasıdır.
Not: Bu yazı büyük ölçüde Sünnî ve Şiî Kaynaklara Göre Gazve ve Seriyyelerde Hz. Ali -eş-Şâmî ve el-Meclisî Örneği-, (Ankara 2017) adlı yüksek lisans tezimizden yola çıkarak hazırlanmıştır.
Yazıyı okurken aklıma hep İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin çektiği Hz. Muhammed filmi aklıma geldi. Şiilerin olaylara metafiziksel öğeler ekleme alışkanlıklarını o filimde görmüştük. Bu bağlamda değerlendirilebilecek olan Zülfikar ayrıntısı daha önce duymadığım bir ayrıntıydı. Sanırım ezilen toplumlarda olağanüstü özelliklere sahip bir kurtarıcı rolü beklentisi fazla oluyor.
Mehdi ve masum imama inançları dediğin hususu fazlasıyla doğruluyor. Zülfikar’ın kelime kökeni dahi dediğin yere geliyor. Özünde bir şekilde bir yoksunluk var.
Yazıda yer almıyor; ancak tezde yer verdiğim başka bir ayrıntı daha var: Avn, yardım kılıcı. Ukkaşe kılıcı diye de geçiyor. eş-Şâmî, benzer bir harikulade olayı el-Beyhakî ve İbn Sa’d kanalıyla Bedir Gazvesinde nakletmekte. Anlatıldığına göre Ukkâşe b. Mihsan’ın kılıcı uzunca bir müddet çarpıştıktan sonra kırılır. Hz. Muhammed ona bir ağaç dalı verir. Ukkâşe dalı salladığında sağlam ve parlak bir kılıca dönüşür. Ukkâşe, Avn (destek, yardım) anlamına gelen kılıçla uzunca bir müddet savaştığı nakledilir. Aynı şekilde Seleme b. Harîs’in de kılıcı kırılınca aynı olay cereyan eder.
İki müellifin rivayetleri mukayese edildiğinde kılıçlar ve onları kullanan isimleri değişse de olayın mahiyeti benzerlik göstermekte. Mezhepsel aidiyetlere göre ise kılıçların sahipleri değişime uğramaktadır. Bu arada müelliflerin benzer bir hadiseyi farklı gazvelerde ele almaları rivayetler üzerinde tasarrufta bulunup bulunmadıkları hususunda soru işaretleri meydana getirmekte. Mevcut tabloya göre aynı olay, kişi ve zamanı değiştirilerek rivayete müdahale etmek suretiyle nakledilmekte. Bu müdahaleyi kim yapmıştır, sorusuna ben el-Meclisî diyorum. Çünkü sadece bu örnekte değil; daha başka olay ve durumlar gazve adı ve bağlam değiştirilerek Hz. Ali’ye hamlediliyor. Kurgu ile gerçeğin belirli bir algıyı beslemek adına ete kemiğe bürünmesi çıkıyor buradan.
Reblogged this on tabletkitabesi.
Fatih yazı derli toplu, eline sağlık. Yorumlardaki benzeşmelerin kaynakta birliğe dayanması, önemli. Şiada cerh ve tadilin olmaması sanırım bu alana da sirayet etmiş. Böylece topladıkları bilgiyi duygusal anlatıda istedikleri gibi kullanabilme serbestiyeti doğuyor. Örneklerle güzel ifade etmişsin. Kendi adıma Hz. Ebubekir ve Ömer için dediklerini okumak isterdim.
Bir başka yazının konusu olabilir abi. Değerlendirebiliriz.
Saniyen, “Masum imamlar”a açılan tasarruf kapısı o serbest alanı fazlasıyla açıyor. Bir yerden sonra politik tavır da devreye girince rivayetler propagandaya açık hale geliyor.