Dunkirk


Christopher ve Jonathan Nolan yeni film endüstrisinde, öncekilere nazire düzen, onları aşmaya adanmış yönetmen ve senaryo yazarı. Kardeşleri biricik kılan nedir, sorusuna verilecek cevap; türler arasında geçişken yapıları, senaryolarının sağlam olması, aksiyonla trajediyi katıştırabilmeleri, bağımsız sinemanın erdemlerinden oyunculuğa; karaktere önem vermeleri, mantık örgüsünü dolaşık ama sonuca ulaştırarak işlemeleri, kurgu duygusuna -zaman zaman sekteye uğramasına rağmen- sahip olmalarıdır. Filmlerine eğilirken mühendislik inceliği gösteriyorlar. En mühim yanları ise akıl oyunlarını sevmeleridir. Şimdi sayacak olursak Takip, Akıl Defteri, İnsomnia, Batman’ler, Prestige, İnception, İnterstellar ve nihayet Dunkirk. İlkini izlemedim,  ikincisinin bağımsız sinema türünde kendine has oyunculuğu ve geriye dönüşü olanaklı kılan malzemesi; hafıza kaybını esas alması takdire şayandı; her buluş gibi garip duruyordu. İnsomnia oyuncu ve mekanından yararlanan bir kitap uyarlamasıydı. Batman serisi illaki bir üçleme haline sokulma gayretiyle hüsrana uğradı. Prestige aynı şekilde bir kitap uyarlamasıydı ve akıl oyunlarının en baskını bu idi; güzel bir düelloydu. İnception’un başarısını anlatmak için herhalde Matrix’in aşılamaz dağını gözlerden sildi tabiri yeterli olacak; diğer filmleri ise en azından yankılı müziğiyle etkiledi. İnterstellar’da iyi niyetli, ama mantık boyutunda karadelikler bulunan bir hikayeye eğildiler; kadim konu, zaman ve dünyanın sonuydu. Bu filmde zorlama bilimkurguda değil, hikayede… Mahşeri nasıl ertelerizi işlerken, komün dünyasında şiddetin ve öngörülemezliğin nasıl aşıldığını açıklama gereği duymamak hikaye için kara delikti. Senaristler dünyanın sonunu getirenin, sanki insanlar değil de bir yerçekimi sorunu imiş gibi göstermeyi yeğlediler. Burada bir bahsi diğer, Nolan filmlerinin vazgeçilmezi hayatın dengesini yakalamak isteyen film süresince bir an dinmeyen müzik. Bunu İnception’da pek anlamamıştım, takip eden filmlerde göze batmaya ve kulağı tırmalamaya başladı. Sanki Nolan filme opera havası katmaya çalışıyor; duyguyu karşıya müziğin bitmezliğiyle sunmayı tercih ediyor. Yani artık, arkada girintilenmiş müzik olmadan şiir okunamadığı düşünülünce akla yatkın gibi gelebilir. Bu kanımca en başarısız yönü, çünkü müzik dinmeyince bölümler birbirinden ayrılan klipleri andırıyor. Mesela İnterstellar böyleydi. Türler arasından kastım bilimkurguyu merkeze almaları ve etrafında yüzyılları dolaşmak yahut sade hikayeyi polisiye güdüsüyle aktarmak, gerilimli, çizgi roman karakterini felsefeyle süslemektir. Mühendislikten kastım ise birbirine benzemez görüntülerle filmi sunmak; hikayenin karakterlerini, taşlardan biri çekilince, yıkılacak duvar gibi inşa etmeleridir. İnception’da şehrin ikiye katlandığı sahneyi hatırlatmak ve sizce hangi karakteri oradan çıkarabilirdik, sorusunu yöneltmek yeterli olacaktır. Yine de Nolan’dan bir komedi beklemek nahifliktir. O ciddi sorular sormak ve değer olarak aileyi ön plana çıkarmak merakındadır. Tanrı mı, boşver gitsin; bilim var iken söz konusu edilemez. İnterstellar’da o mahşer öncesi mekanda hiçbir tarikat türememesi ilginç mesela, ola ki böyle düşünmemişse hikayede eksiklik var demektir. Onun Batman ve İnterstellar’da ortaya çıkan kullanışlı ama ilk bakışta estetik olmayan alet sevdası var. Buna Batman’de araba ve uçağı örnek gösterebiliriz. İnterstellar’da espritüel, dikdörtgen robotu… İnterstellar, İnception ve Batman’lerde yukarı, yıldızlara doğru bir bakış vardır; bu yönle örtüşüyor. Bu sanırsam estetiği, özellikle silah olunca, önlenemezlikle, yani ihtişamla anlatma çabasıdır. Medusa heykelinin karşısında kim ürpermez ki. Yine de ihtişam hantalsa o vakit pek kullanışlı değildir. O Batman arabası herhalde polislere, beni çepeçevre sarabilirsinizin habercisi, hiç kullanışlı değil. Ama olsun yine de içine yuvalanmış, Batmobile var. Trafik sıkışınca ona atlarsın olur biter. Yine de ardında DNA’n ve teknolojin kalmıştır. Ne gam ultra zengin biri için nedir ki? Aynı kullanışsızlığı robot için söyleyemiyeceğim. O mermer bir sütun gibi, yine de ilk bakışta oldukça itici. Odyssey 2001’de uzaydan düşen taşı andırıyor. Nolan kadar başarılı bir ikinci yönetmen daha var, Dennis Villeneuve ve giderek ustalaşıyor. Nolan kadar gözde değil; ama bence kendine haslıkla türler arasında burun farkıyla önde. Ona, klasik bilimkurgu Blade Runner’ın 35 yıl sonra gelen devam filmiyle değinmek isterim.

Yeni film Dunkirk’e geçecek olursak onu herhalde önceki Nolan filmlerinden birine benzetmek zor olacak. Diğer filmlerden ayrılan bariz ögelerden biri, diğer filmlerde pek fark edilmeyen başarısız noktaların birleşimi. Malum aliniz 2. Dünya Savaşı Amerika, İngiltere ve Fransa’nın günahlarını beraber çıkardıkları bir vakıa; devletlerin yıkılışı ve esir alınması; dünya pastasının bölünüşü; sonraki günahları saymama gerekçesi olarak gösterilen kurt yumağı. Almanya ise güruha boynu bükük şekilde, savaş akabinde katıldı. Biz bu filmi çok gördük diyebileceğimiz birçok 2. Dünya Savaşı yapımı geldi geçti; ama o her savaşta ısrarla saklanan atom bombasının dışında yine ısrarla işlenen bir vakıa; Yahudi soykırımı burada yok. Mevzu bahis savaş, film endüstrisinde bence bir türü hak ediyor. Nasıl olsa siz, üstün ırk safsatasının yol açtığı katliamlara ve özellikle Yahudi soykırımına oynarsanız işiniz kolaylaşır; kucağınızda Oscar heykelciğini buluverirsiniz. Extras diye bir dizi var, bir figüranın hayatını anlatıyor. Konuk oyuncular gerçek isimleriyle yer alıyor. Birinde Kate Winslet konuktu. Bölümde çekilmeye çalışılan film 2. Dünya Savaş’ı hakkındaydı ve Winslet, ‘ikinci dünya savaşı olmadan Oscar alamıyorsun’ demişti bezginlikle. İşin garibi Winslet’ın Oscar aldığı The Reader bu savaşla ilgili bir filmdi. Başta dediğim gibi tür denemesine soyunmuş bir yönetmenin hırsı uzanacağı o heykelcikle taçlanabilir. Nolan bu yüzden mi, 2. Dünya Savaşı’nı işlemiş bilemeyiz. Yine de buna karar verince, başkalığını tezahür ettirmeyi ihmal, söz konusu değildir. Bu yüzden savaşın ilk bölümünü, yani geri çekilmeyi kamerasına alıyor; çünkü fazla göz önünde değil. Gerçi seçiminde İngilizliği de ön planda olabilir. Zira Churchill’in o ünlü nutkunun bir gün öncesi: “kumsallarda savaşacağız, dağlarda savaşacağız, vs…” Amerika’nın daha istenilen düzeyde savaşa dahil olmadığı; yenilgiye hazır, umutsuzlukla malul bir Avrupa’da son kalan İngiltere’dir.

Karanlık ve yazıdan sonra gözünü açan film, ilk mekanda uçaklardan atılmış, uçuşan propaganda broşürlerinde yazdığı gibi etrafı sarılmış, kaçmak için denize mahkum edilmiş askerleri mevzisiz yakalıyor. Nedense birbirlerini tanıyor gibi görünmüyorlar ve aralarında bir rütbelinin olup olmadığını anlayamıyoruz, çatışma başlıyor. İngiltere’ye uzanan boşaltılmış bu kıyı kasabasında, savaş alametini ancak kısa süreli ve baş karakter genç Tommy’yi ıskalamaya yeminli mitralyöz kurşunlarıyla görüyoruz. Oysa evler boyalı; pencere pervazındaki vazolar sağlamdır. Tommy düşen broşürlerle hacetini gideremeden başlayan ateşe karşılık, arkadaşlarıyla birlikte ev kenarlarından değil; sokak ortasından koşarak hedef tahtalığı yapıyor. Belli ki, teçhizatlı ama eğitimli değillerdir. Tommy hikayenin devam etmesi için kayırılıyor. Sahnedeki zaman sürçmesi bu yüzden. Nolan’ın üçüncü Batman’de (yönetmen anlamı sığ bulduğundan olacak ikinci ve üçüncüde Kara Şövalye demeyi yeğlemişti.) Kedi Kadınla vedalaşma sahnesini hatırlayanlar bunu hoşgörebilir; yine de alabildiğine belgeselimsi bir yapıtta sırıtıyor. Tommy Fransızların dost ateşini Angale tabiriyle mucizevi şekilde durdurup; sipere bir sıyrık bile almadan seyirtiyor. Siperi aşınca Almanlar tekrar ateşe başlıyor. (Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte.) Oraya sırf son nefesini vermeleri için konulmuş askerler patır patır yere düştüğünde yetim kalan kahraman Fransızların bon voyage’ıyla sahile koşuyor, sahilde hacet gidermek için eğiliyor. Bizi başından beri germeye adanmış ihtiyaç giderme olayı ile çocuğun yüzünde bir rahatlama alameti göremiyoruz, şipşak olup bitiveriyor. Yahut olmuyor, çünkü karşısında bir askeri gömen başka bir asker vardır. Soru şu, bir anda kendilerini ışınlanmış gibi yukarı aval aval bakarken bulan İngiliz askerleri içerisinde, sokak ortasında o işi yapacak kadar sıkışmış biri neden burada yapmasın. Her iki yönde de mantıksızlık mevcut. Belki de yönetmen yazmıştır da genç oyuncu bu konuda yeteneksizdir. Ne hikmetse karşılaştıklarından beri iki kelime etmeyen (hello bile demiyor)Tommy, askerin diğerini gömmesini önemsemiyor; başın sağolsun falan demiyor. Pek bir körpe olacak ki sonuna kadar diğerinin Fransız olduğunu anlamıyor böylece. Aralarında sessiz bir dostluk hasıl oluyor ve ileride ölümle, ölümsüzleşecek bir hal alıyor. Sahilde kabak gibi ortaya dizilmiş askerlere düşman uçakları dalış yapıyor ve bombaları gayet estetik, acısız ve kalıntısız şekilde öldürmek için bırakıyorlar. Filmde sargılanmış ve sedyede taşınan insan haricinde pek kan akmaması yahut parçalanmış uzuv veya ceset falan görmememiz bir medeniyet alameti olabilir. Aksini yapsa yapsa Spielberg yapardı zaten. Sahilde üzerlerinden geçen uçaklara tüfekle ateş eden askerlerin sırayla havalanıp sonra kahramanın üzerine serpilen kumlarla kayıplara karıştığını görüyoruz. Sonrasında teknede kör olan çocuğun ölümü de kısa ve mücadelesiz. Kahramanımız ve yeni arkadaşı karşı kıyıya ermek için gemiye atlamalıdır. Giriş bileti bir sedyedir. Sedyeyle hallaç pamuğuna dönen deniz köpüğü üzerinden koşa koşa gidiyorlar. İlk muhafızı aşıyorlar, ortada bir delik üzerinde meşum bir tahta vardır, onu da geçiyorlar. Arkalarından ve önlerinden askerler alkış ve bravo tutuşturuyor, sanki önceden bir sedye geçmemiş gibi bunu büyük muzafferiyet addediyorlar. Demek ki başarıya açlar. Filmin birkaç yerinde yine hurralar yükseliyor. Sedyeyi taşıyanlar gemiye gidiyor ve iskelenin altına saklanıyorlar. Onlara ayrılmasını söyleyen asker ve gemiye binenleri teftiş eden rütbelinin ikazlarına rağmen bunu yapabiliyorlar. Anlaşılan burada çok insan buharlaşıyor olacak ki, izahat veren rütbeli, adamların nereye gittiğini bir anda unutuveriyor.

Film üç zamana ve üç mekana ayrılmış vaziyette; karadakiler, suyu kullanarak İngiltere’ye geçmeye çalışıyor; havada ise avcı pilotlar Almanların uçaklarını indirme uğraşı veriyor. İki pilottan biri denize iniş yapıyor; diğeri belki de İngiltere’nin ve dünyanın kaderini değiştiriyor (film sonunda öyle bir gururlu duruşu var ki). Filmin afişindeki yazı bunu ortaya koyuyor; dünyamızı şekillendiren olay, diye. Farrier havada benzini kalmamasına rağmen ekranda görünen en son uçağı da indiriyor hurralar arasında. Tom Hardy pilot Farrier’de gözleriyle oynamaya devam ediyor. İki dakika içerisinde sıkıcı gelen dik, anlaşılmaz, deli bakışlarını ehlileştirmeye çalışarak oynuyor bu sefer. Onu yine bir Nolan filmi The Darkknight Rises’ta ağzı tamamen kapalı, iri cüssesine rağmen nasıl beslendiğini merak ettiğimiz ve bir türlü çözemediğimiz Bane rolünde aynı şekilde görmüştük. Bir iki sortiden sonra sağ salim düşmanın elindeki kara parçasına indiğini görüyoruz. Yönetmen onu denize atlatmıyor. Zira aslında o sahilde baştan beri bekleyen dört yüz bin insanın varlığından şüphe duymamalıyızdır. Bu yüzden Farrier kıyı boyunca uçuyor, askerleri izliyor ve düşmanı kucaklıyor. Uçağı yakıp Almanları beklemesi bir kahraman itkisi mi, zannetmiyorum. Filmin aklımda kalmış en mantıksız hadisesiydi.

Denizdeki hikayemiz, bir yolcu teknesinin kıyıdaki askerleri alması için fedakarca davranışdır. Bay Dawson’un İngiliz uçağını bakmadan sesiyle tanıyarak buralarda duyabileceğin en güzel sestir, sözüyle uçağın motoruna methiye düzmesi ne kadar şairane! Bunun gibi bir kaç düzinesini göreceğimiz tekne daha yoldadır. Bu teknelerle ilgili anlamadığım bir şey var, zırhlı gemileri, teker teker batıran uçakların küçük ve savunmasız tekneleri neden batıramadığı. Bir de o teknelere üç yüz otuz bin kişinin nasıl sığdığı. Bay Dawson’un gemisine en fazla kırk kişi binmiştir. Yani hesaplayınca, kıyı boyunca uçup; düşman hattına konan pilotun manzarası tatmin edici olmuyor. Yine bu askerler sanki sabah Fransa’ya inmişler ve akşam ayrılıyormuş gibi hepsinin traşlı ve neredeyse üzerlerinde savaşma alameti olmaması bir başka açmaz. Kaldı ki bir savaşta, sonunda Chirchil’in savaş tahliyelerle kazanılmaz demesine rağmen, kaçışmayı kahramanlık şeklinde göstermek oldukça itici. Sondaki tren sahnesinde, teknedeyken Fransızın ölmesi gerektiğini söyleyen askerin utanması da bizde bir empati hissi bırakmıyor; belki de oyuncu/şarkıcı bize o duyguyu ulaştıramıyor. Film sanki 1940’larda yaşayan ve savaşa iştirak edenler için yapılmış. Romantik komutan Bolton’un evimizi buradan görebiliyorum, sözü bende Namık Kemal’in vatanını çağrıştırdı. İngiliz olsam, yahut o savaşa katılmış bulunsam herhalde bende bir etki yaratabilirdi. Gelgelelim, kadraja giren neredeyse her askerin karaya ayak basar basmaz kız arkadaşıyla sahilde yürüyecek denli bakımlı ve cilalı elma olması ve vatan kavramı bende bir propaganda filmi hissi uyandırdı. Belki de Almanların yüzünü göstermemesi yönetmenin İngilizlere gururunu geri kazandırmak için bir jesttir. (Avrupa birliğinden ayrıldıkları için) Tekrar tek ve reşit bir ülkeyiz, dışarıda düşmanlarımıza karşı önceden durduğumuz gibi durabiliriz. Ayrıca dünyayı aslında biz kurtardık demek istiyor olabilir. Belki de barış görüşmelerini reddettiklerini açıklayan generalin; İngiltere ve sonrasında dünyanın geri kalanı… demesi bu minvalde anlaşılabilir: İngiltere, medeniyetin son kalesi. Evet film kendisini jestlerle ifade ediyor, derinlikten yoksun, oldukça yüzeysel. Olay ilginç değil, bizim o milliyetin insanı olmamamız hesaba katılmamış; gençlerle duygudaşlık kuramıyoruz (belkide oyuncular kötü) ve ciddi itelemeler, zorlamalar mevcut. Senaryo oyunculara yeteneklerini ispatlama imkanı tanımayacak kadar kısır. Hızlı geçişler ve zamanın bölünerek gelgite uğraması da buna katkı sağlıyor ve kıyıya hapsoluyoruz. Yönetmen ufukla, düşman uçaklarının saldırılarıyla, yazının resminde görüldüğü gibi gemilerin batmasıyla ve o melun müziğiyle filme haşmetli bir hava katmayı amaçlıyor; haşmetlilik nereye kadar insanı etkiler ki; o dost olmayınca bir yerden sonra korkmaktan da bıkar insan; Medusa heykelinin karşısında kaç vakit ürperirsiniz; boyutları ve ne yapamayacağı ortadadır. Putun ancak gölgesi hareket eder. Filmi sinemada izleyenler için, durmamacasına vuuzella denli kulakta çınlayan melun müzik, işkence aleti halini alıyor.

Nolan büyük yönetmen, bunu İnception ve İnterstellar ve görece Dark Knight’da kanıtladı. Başka sefere diyelim. Dunkirk; kısaca kaçışmaca, oyunculuk yeteneği gerektirmeyecek sathi diyaloglar, İngilizlik, hurra ve boşluk.

 

One comment

  • Halimcim film değerlendirmelerinle çıtayı çok yükseltiyorsun. İnan yazı bulamayacağız 🙂

    Şaka bir yana Nolan kalitesinin boyle bir sonuç ortaya çıkarması üzücü. Sen ki Joker gibi bir karakter yaratmışsın, boyle mi olmalıydı. Filmi izlemedim ve açıkcası iştahım kaçtı. Bahsettigin açıklar, kesinlikle savunulamaz duruyor.

    Propogandist bir dille ingilizlik edebiyatı yapılmış izlenimi edindim. Hele birbirinden ayrı klip benzetmen bana mahsun Kırmızıgül yönetmenliğini hatırlattı. Ne diyeyim biçimsiz olmuş…

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s