Lesley Hazleton, İlk Müslüman, Kitabix, İstanbul 2016.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) genel anlamda sünnetinin, Müslümanlar açısından bağlayıcılığı modern çağa gelene kadar İslâm alimleri arasında tartışılmış bir konu değildi. Ne zaman ki Müslümanlar, kendi değerleri ile modern durum arasında aşılmaz bir uyuşmazlık gördüler, değerlerinin nicel anlamda çoğunluğunun kaynağı olan sünneti tartışır hale geldiler. “Rivayet” diyerek küçümsediler ve sözde aklî hareket ettiler. Halbuki Kur’ân da bir rivayetti ve eğer söz konusu, rivayetin tartışılması ise hiç şüphesiz sıra Kur’ân’a da gelecekti. Nitekim onu da yaptılar. Artık değil sünnetin bağlayıcılığını, Kur’ân’ın bağlayıcılığını dahi tartışır hale gelen Müslümanlarımız var.
Hz. Peygamber’in sireti hakkındaki bir kitabın değerlendirmesini konu edinen bu yazıya sünnetin bağlayıcılığına ilişkin tartışmalara değinerek başlamamın sebebi sünnet konusunda siretin oldukça açıklayıcı olduğunu düşünmemden kaynaklanıyor. Yukarıda ifade ettiğim gibi Müslüman alimler genel anlamda sünnetin bağlayıcılığını hiç tartışmadılar; ama hangi sünnetin bağlayıcı olduğunu tartıştılar. Bugün yapabileceğimiz şeyin de bundan farklı olduğunu düşünmüyorum. Hangi sünnetin bağlayıcı olduğu konusunda ise Hz. Peygamber’in hayatının, yaşam tarzının belirleyici olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle Müslümanlar, “Hz. Peygamber şunu mu dedi, bunu mu dedi” şeklinde tartışmaktan çok, O’nun siretine zaman ayırmalılar. Biz peygamberimizi ne kadar yakından tanırsak O’nun sünnetine de o kadar aşina oluruz. Bu açıdan siyer okumaları oldukça kıymetli bir faaliyettir.
Yazıya konu olan kitap da yeni bir siyer denemesi. Bunu, birçoklarından ayıran temel özelliği bir gayr-i Müslim tarafından yazılmış olması: Lesley Hazleton. Kendisini agnostik olarak ifade eden bu Amerikalı gazeteci, Yahudi asıllı bir hanımefendi. Orijinal adıyla The First Muslim, yayınlandığında bestseller düzeyinde epey ilgi görmüş. Kitabın Türkçe çevirisi Erdal Bodur tarafından yapılmış ve Kitabix yayınları basımını üstlenmiş. Benim okuduğum nüsha Kasım 2016 tarihi itibariyle yapılan 3. Baskıya ait. Peşinen söylemeliyim ki kitabı hararetle tavsiye ediyorum; ama bu tavsiye, kitabın arkasında durulduğu anlamına gelmesin. Tavsiye ediyorum; çünkü Hz. Peygamber’in hayatını dersine iyi çalışmış bir gayr-i müslimin kaleminden okumak çok faydalı oluyor. İyisiyle kötüsüyle bazı açılardan kitabı değerlendirmek istiyorum.
Yazar “dersine iyi çalışmış”. Kitabın beslendiği iki ana kaynak var: İbn İshak ve Taberî. Açıklama zâid kabul edilebilir ama yine de söyleyelim: Hz. Peygamber’in sireti hakkında tarih kitapları içinde en çok başvurulan ana kaynaklardan ikisi İbn İshak ve Taberî’dir. Gayr-i Müslimler, takdire şayan bir şekilde İslam düşünce tarihinin kaynak eserlerini kendi dillerine kazandırdıklarından birinci el kaynaklardan araştırma yapmak isteyenler için oldukça fazla malzeme var. Hazleton, bu durumdan istifade etmiş ve İbn İshak ve Taberî’yi gerçekten iyi tetkik etmiş. Türkiye’de yaşayan okurlar genellikle ikinci el kaynaklardan beslenmeye alışkın olduklarından yazarın İbn İshak’a ve Taberî’ye dayanarak verdiği çoğu bilgi bize şaşırtıcı gelebiliyor. Halbuki bunlar bizim kendi kaynaklarımız ve yazar, tabiri caizse “kardeşim, siz kendi kaynaklarınızı bile doğru dürüst değerlendiremiyorsunuz” dercesine bizi malzeme ile dövüyor. İlk bakışta gardımızı düşürebilecek bir hazırlık gibi görünebilir. Oysa Mevlana Şibli Numanî’nin hazırladığı sireti okursanız girişindeki kaynak ve literatür değerlendirmesinden yola çıkarak bu gibi ana tarih kaynaklarına dayanarak siyer yazmanın çok da doğru bir yaklaşım olmadığını görürsünüz. Çünkü bu yaklaşım Hz. Peygamber’i sadece tarihçilerin gözünden değerlendirmek anlamına gelmektedir. Oysa Hz. Peygamber’in hayatı, tarihî rivayetlerden belki de daha fazla olacak şekilde hadis rivayetlerine konu olmuştur ve O’nun hayatını, hadis edebiyatımızdan bağımsız şekilde yazmak büyük eksikliklere neden olmaktadır. Şibli Numanî, siyer çalışmasındaki metodunun esas olarak hadis kaynaklarından yararlanmak olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan düşünüldüğünde Lesley Hazleton’ın siyeri, tarih alanında ana kaynaklara inmişse de kaynak kullanımı noktasında ciddi eksiklikler barındırmaktadır.
Yazarın başarılarından bir diğeri, Hz. Peygamber zamanındaki Arap toplumunu iyi etüt etmiş olmasıdır. Hz. Peygamber’in çocukluk dönemindeki yetim psikolojisi, bedevi kültürü içerisinde çocukluğunu geçirmesinin O’nda bıraktığı izler, ticaretin genel olarak Mekke, özelde ise Hz. Peygamber’in hayatındaki rolü, Mekke’de Kabe’yi merkeze alarak oluşturulan ve sürdürülen elit kültürü, kabile içi ilişkilerin hayatı idame ettirmedeki etkisi, Medineli’lerin Hz. Peygamber’e bakış açısı gibi konularda neredeyse ezbere bildiğimiz bilgilerin gözden geçirilmesini sağlayan yetkinlikte değerlendirmeler sunuyor. Şahsen benim kitaptan en çok istifadem bu açıdan oldu. Özellikle Hz. Peygamber zamanındaki Arap toplumunu sosyolojik açıdan anlayabilmek için kitabın büyük faydalar sağladığını söyleyebilirim.
Söz konusu olan Hz. Peygamber’in karakteri olduğunda ise kitapta keskin bir ayrımla karşı karşıyayız: Mekke’deki Muhammed ve Medine’deki Muhammed. Mekke’de Hz. Peygamber, toplumunun adaletsiz yapısından rahatsız ve dolayısıyla bunu değiştirmeye çalışan bir birey iken Medine’de gücü elde ettiği için şiddete başvuran ve elinde çekiç olmasından naşi her şeyi çivi görenlerin edasıyla hareket eden bir liderdir. Kitap bariz şekilde şiddete başvurmayan ve şiddete başvuran ayrımını okuyucuya hissettirmektedir. Mekke dönemi bağlamında düşünüldüğünde Hz. Peygamber’in beşeri yönünün anlaşılması açısından kitabın fayda sağladığını söyleyebiliriz. Mesela ilk vahyin gelişi hakkındaki şu satırlar O’nun beşerî yönünü ne kadar da güzel ortaya koymaktadır: “Hira Dağından aşağıya koşup inen adam coşkuyla değil katıksız ve ilkel bir korkuyla titremekteydi. İnançla değil, şüphelerle doluydu. Emin olduğu tek şey bu olan biten her ne idiyse onun başına gelmiş olması istenmemişti. Bu denli devasa bir vahiy yükü yerine orta yaşlı bir erkeğin ümit edebileceği, belki bir nebze basit bir şükran ânı olabilirdi.” (s.16) Mekke dönemine dair anlatıları bu bağlamda bize Hz. Peygamber’in beşerî tepkilerini, deyim yerindeyse “bizim gibi beşer oluşu”nu gözler önüne sermektedir. Ancak Medine’ye geldiğimizde Hz. Peygamber, yazarın gözünde bu sefer beşerî ihtiraslarına kurban gitmiş bir kişi görünümündedir. Medine’deki Yahudi kabilelerine karşı muameleleri, kendi aleyhine hicivler yazan şairlerin öldürülme emrini vermesi, gücünü pekiştirmek için çok evlilik kartını kullanması gibi konuları Hazleton özellikle vurgulamaktadır. Yazar, özellikle hayatının son dönemine geldiğinde içine düştüğü bu durumdan hoşnut olmayan bir peygamber portresi çizerek O’nun lehine bir sonla kitabı tamamlasa da Müslüman gözüyle okunan Medine dönemini anlatan satırlar oldukça rahatsız edicidir. Okuyucu olarak bize hissettirilen, bu evrede Hz. Peygamber’in ilahî bir amaç doğrultusunda hareket etmekten çok gücünü Arap toplumunda tesis etmeye çalışan bir diktatör görünümünde olmasıdır. Yazarın bu bakış açısı bu döneme ilişkin vahiy değerlendirmelerine de yansımaktadır. Medine’ye hicretten sonra Mekkeli Müslümanların ilk kanı dökmesinin (kitapta Nakhla baskını olarak geçmektedir) ardından Medineli Müslümanlar nezdinde ortaya çıkan hoşnutsuzluğun giderilmesini bakın nasıl anlatıyor: “Medine içinde artan eleştirileri bastırmasının tek yolu Hz. Muhammed’in önceliği ele alıp herkesin tanıdığı yüce otoriteye başvurmasıydı. Vahiy gerekiyordu ve geldi.” (s.211) Sanki Kur’ân, Hz. Peygamber’in ne hikmetse tam da zamanında imdadına yetişen bir otorite görünümündedir. Üstelik yazar bu bakış açısını, Hz. Peygamber’in Zeyneb binti Cahş ile evliliğine dair Hz. Aişe’nin ifadelerine de çaktırmadan dayandırmaktadır: “İlahî gücün karşısında sivri dilli Ayşe’nin Zeynep’le olan evliliği kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı ama o yine de duygularını belli etti: “Tanrı gerçekten sana buyruk yetiştirmekte geç kalmıyor” demişti Hz. Muhammed’e.” (s.268) Yazarın bir gayr-i müslim olarak yanlı bakış açısını başka hadiselerin anlatımında da görmek mümkündür. Örneğin Uhud savaşına hazırlık safhasında Hz. Peygamber’den şöyle bahseder: “Hz. Muhammed genç ashabının isteğinin kendi yargısının önüne geçmesine izin verdi. Kılıç, miğfer ve zırhını (yaş ve tatlıya düşkünlükle genişleyen bedeni için çift kat) kuşanarak bir savaş ayini töreni içinde hazırlandı.” (s.240) Hz. Peygamber, keyfine düşkün yağlı bir cüsse olarak resmediliyor. Oysa biliyoruz ki az yemek, her zaman O’nun yaşam tarzı olmuştur. Yazarın sinsi şekilde kullandığını düşündüğüm bir diğer sahne ise Benî Kurayza olayına ilişkindir. Bir Yahudi kabilesi olan Benî Kurayza, Saad b. Muâz’ın hükmüne razı olacaklarını söylemiş ve onun hükmü gereğince ölüm cezasına çarptırılmışlardı. Yazar tabiri caizse bir el çabukluğuyla Saad b. Muâz’ın Hz. Peygamber tarafından görevlendirildiğini söyledikten sonra yargılamanın tamamen O’nun gözetiminde ve talepleri doğrultusunda yaşandığını ihsas ettirmektedir. Yahudilerin kılıçtan geçirilme sahnesini anlatırken ise günümüz terör örgütlerinin kullandığı yöntemlerin sanki Hz. Peygamber zamanından mülhem olduğunu düşündürtmek istemiş olmalıdır. Şu dehşet verici anlatıma bakınız: “Bu kolay bir iş değildi. Birinin kafasını kesmek, okuyucuyu yönlendirebilecek olan o devrin geleneksel savaş masallarında anlatılanlardan çok daha zordu. Müminlerden oluşan sabah ve öğleden sonrası halinde iki ayrı mesai yaparak, arada günün sıcaklığında mola vererek çalıştılar. İşin bitip çukurların dolması üç gün sürdü.” (s.280) Hülasa yazar Medine’deki Muhammed’i oldukça tahrif edici ve sinsi bir gözle değerlendirmektedir. Bütün bu rahatsız edici unsurlara rağmen Medine dönemine ilişkin Müslümanlar arasındaki muhalif çizginin merak uyandırdığını söylemeden geçemeyeceğim. Yazar tarihî rivayetlerden yola çıkarak öyle bir manzara çiziyor ki Hz. Peygamber’in lider olarak kararları birçok defa sorgulanmıştır. Acaba gerçekten böyle miydi? Bunun bir siret araştırması olarak yapılabileceği kanaatindeyim.
Son olarak yazarın etkileyici bir üsluba sahip olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Kitabın kurgusu, çok iyi tasarlanmış bir roman gibi okuyucuyu kuşatıyor. Buna örnek olarak da Mekke’nin fethine ilişkin bir anlatıyı aktarmak isterim: “Artık düşman ya da tahammül edilen ziyaretçi değil hükümdardı. Mekke toplumunun kıyısında büyümüş olan bu insan onun merkezine yerleşmiş, dışlanmış değil artık içeriden birine dönüşmüştü. Kabe’nin köşesinde duran Siyah Taş’a elleyip Allahüekber diye bağırdığında sesi tüm şehre yayıldı. Sokaklarda dolanıp, sanki bu Hz. Muhammed’in Mekke’ye dönüşü değil de Mekke’nin kendine dönüşüymüş gibi, etraftaki dağlarda yankılanıp geri geldi.” (s.300) Herhalde siz de benim gibi kendinizi o sokaklarda hissetmişsinizdir. Yazar bu üslubu ile okuyucusunu gerçekten etkiliyor. Batılıların bu konuda mahir oldukları bilinen bir gerçek. Ancak biz Müslüman okurlar, oluşturulmak istenen Hz. Muhammed portresinin farkında olarak bu üsluptan sadece bir romanmış gibi tat almayı bekleyebiliriz. Aksi takdirde kitap, keyif verici bir uyuşturucu olmaktan farksız hale gelebilir.