Otomatik Portakal, Anthony BURGESS, Çev. Dost KÖRPE, TİB KÜLTÜR Y.
Kimilerinin imkânsız olduğunu savunduğu, bazısının insanın doğuştan ona mahkum olduğunu sandığı, başkalarınca çitlerle çevrelendiği vurgulanan; mahiyetinde çalkantılı bir bünyeyi haiz, âdeta küçük odadan büyük salona adım atarken; eşikte alınmış nefeste kök salan bu buhur örgüsü: hürriyet, girilen mekanda ansızın çözülüp dağılıyor, insana asla hiçbir şeye sahip olmadığını; olamadığını imliyor, arızilikte vasıfları emaneten geliştirmekten öte bir şey olmadığını nazara çarpıyor, insana yitikliğini sezdiriyor.
Onu bulanık suya yahut uçurumun cazip uğultusuna benzetebiliriz. Kendine çeken bir his uyandıran özgürlük kavramı ‘insanlığın iyiliğe gebe davranışlarına kötülük yüklülerden daha ziyade hizmet etmiş midir?’ sorusu bu minvalde istemeden akla geliyor. Tanrı; o, benim temsili olduğunu düşündüğüm, konuşmasıyla insana güvendiğini gösteriyor, önemli olansa insanın insana özü itibariyle iyi olduğuna inandıktan sonra güvenip güvenemeyeceği. Örneğin bencilliğin kazanılıp kazanılmadığı sorunu. Eğer kazanılmışsa düzeltilebilir, doğuştansa meşru addedilecektir. Meşrulaşınca insan insanın kurdu olmaya mahkumdur. İnsanda bulunan bir hissiyat, onun doğuştan eksik yönlerini unutmaya ya da az kusurlu yönlerini, kategorize ederek kendisinin dışındakiler üzerinde üstünlük sağlayıp eksikliğini kapatmaya çabalamasına sebep oluyor. Bütün insanlar aynı yüze sahip olsalardı bu histen dolayı, mesela bir benden ötürü -bu tende kabarmış et parçası- sahibini, diğerlerinden üstün mevkiye oturtacaktı. Kapımdaki Düşman filminde Alman albayın vurulma sahnesini hazırlayan askerin son sözü şöyle idi: “eşit bir toplum oluşturduk, ama yetenek doğuştandır.” Mutlak manada özgür olamayan insanın, eşikteki havayı geri vermemesinden doğan sarhoşlukla karışan bu his; dolayısıyla, hemcinslerine ve yaşadığı çevreye verdiği zarar gözler önündeyken; arzuları, tutkuları, korkularının karşılığı duygu duvarlarına toslayan isteklerini aklından savmak için, başka varlıkları çarpık bir bakış açısıyla ezip geçmeye çalışırken; cevap, meleklerin endişesinin haksız olmadığına işaret ediyor.
Otomatik Potakal’ın konusu, anti-kahraman Alex’in; yaptıkları ne kadar iğrençlik içerirse içersin özgür mü olmalı, yoksa elinden bütün kötülük yetileri alınıp Pavlov köpeği haline mi döndürülmeli sorusu üzerine kurulmuş. Yazar ilk cümlesinde Alex’e; bencillik, serkeşlik ve serseriliğin habercisi; “e şimdi ne yapacağız” dedirtmekle Alex’in tamamen özgür olduğu imajını veriyor. Alex; on dört yaşında, yaşlı genç herkesin çalışmak zorunda olduğu -geleceğin distopik İngiltere’si için tasarlanmış- geceleyin sokaklarında çetelerin cirit attığı ülkenin görünürde gece işçisidir. Gerçekse bir çete lideri olduğudur. Çalışarak geçinmek zorunda olan ailesi, Alex’in vukuatlarından haberdar değildir; ancak ıslahevi macerasından dolayı yönetim tarafından gözetim altındadır. Kitabın girişinde onun, bilinç akışı şeklinde oradan buraya savrularak gerçekleştirdiği gasp, darp, tecavüz vs. suçlarını -içtiği uyuşturucu katılmış sütten olacak- esrimiş ağzından dinliyoruz. İlk gece vukuatlarında yazar, kitabın kaderini belirlemek için kendi aile saadetini bozarak olaylara dahil oluyor. Alex ve çete arkadaşları yazarı evinde, kitabı Otomatik Portakal’ı yazarken ziyaret ediyorlar. Yazarın karısını öldürüp kendisini de sakat bırakaran Alex’in yaptığı kötülükler, kitabın dışına taşmış oluyor. Yazar bununla, Alex’in işlediği suçların kendi özgürlük tanımında yeri olmadığını iletmeyi amaçlıyor.
Gücün baskın olduğu ortamlarda zeka bir yere kadar işe yaradığından çetenin içinde güçlü olanlar, Alex’i alaşağı ediyor, gemi azıya alıp ona, Pavlov köpekliğine giden koridorun kapısını aralıyor.
Otomatik Portakal’ın, etme bulma dünyası şeklinde kurgulanmış yarı özensiz, aksayan anlatımı bana, bakımsız bir tiyatroda yetenekli oyuncuların beklenenin altında performans göstermelerini çağrıştırdı. Eldeki malzeme iyi, fakat aceleyle yazılmış sanki. On iki ay içerisinde beş roman yazmış adamdan bu beklenir. Bir empresyonist/izlenimci gibi yazıyor anlaşılan. Tabii bir sene içerisinde ölmesi kesin, teşhisi konulan yazarın gayretkeşliği övülesi. Yazarın özgürlük hakkında ne gibi bir düşünceye sahip olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. O nasıl bir belaya çattığını sonradan anlayan bir agnostike/bilinemezciye benziyor. Anlattığı karakterin içine girmeye didiniyor velakin; belki çeviri yahut kültür farklılığındandır Alex’i anlamakta güçlük yaşadım. Açıkçası Aziz Üstel’dense, Dost Körpe çevresini tercih etmek lazım. Burgess sırf bu kitap için dil oluşturmuş. Dost Körpe çevrisinde bu dil daha fazla hissediliyor.
Alex’in kötülüğü gençliğine bağlansa da pek inandırıcı değil. İllaki müzik sevgisi olsa bu başkasını yüceltmek şekline bürünmez, en azından Alex o müzisyene saygı duymazdı, uçarı; yeniyi ve gençliğini yücelten davranışı göz önüne alınınca; klasik müziği sevmesini ondan beklemek biraz zorlama geliyor. Yaşayanlar ölülere yukarıdan bakar. Yazar belki de kendi müzisyenliği dolayısıyla bu alana giriyor. Yaşlılar ve gençler arasındaki boyut çatışması dışında, suçluyu suça itekleyen, altta yatan ne gibi bir nevroz var, bu belli değil. Varılan noktada suçun iyileştirilemezliği sorununa yazar el atmayıp, cürmün eğlenceli olabileceği düşüncesini ayırdına varmadan okuyucuya sunuyor. Bilmem belki filmi izlemek beni bu noktaya itekledi. Zira yazar filmi, kitabı yanlış anlamakla suçlamıştı. Yan karakterlerden alkolik rahip, anne-baba, çete arkadaşları çizgi roman kahramanları kadar itici ve yapay. Anti-kahramansa romantik bir figür halini alıyor.
Filmin yönetmen koltuğu Stanley Kübrick’e ait. Bir auteur/yazar yönetmen olarak hayata gözlerini yuman Kübrick, kamerasının geçişlerindeki dakikliğiyle ve doymak bilmez yeniyi arayışıyla takdire şayan. Onun filmlerinde simetri şarttır. Baş rolde oynayan Malcolm McDowell, yaşının adamı olmaması dışında iyi bir oyunculuk sergiliyor, kendi kariyerinde nirvanaya ulaşıyor ve yıldız tozuna dönüşüyor. Filmde yan karakterler sırıtıyor, rollerinin gereğini yerine getiremiyorlar ya da aşırı rol yapıyor, inandıramıyorlar. Yönetmen, gelecek mekanını kurmada çok stilize davranırken; şiddeti cinselliğe, yaşlı karşıtlığına ve ilkel dürtüleri çağrıştıran maymunsu hareketlere indirgeyerek kitaba görece bir yorum katmış. Görülmeye değer bulduğum filmin en çarpıcı yeri, Alex’in gözlerinin ataçlarla cebren açık bırakıldığı sinema salonu sahnesi ve şiddet görüntüleriyle duyulan dokuzuncu senfoni.
Eline sağlık hocam;
Filmi izlediğimde çok bişey anlamamış itici bulmuştum. Yazını okuyunca bazı şeyler yerine oturdu. Teşekkürler..
Otomatik Portakal filmini birkaç kez izlemeye çalışsam da izleyememiştim. Bu yazıdan sonra filme bir şans daha vermek vacip oldu.