İslam Düşüncesi; Müslümanların, özellikle, Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten hareketle, diğer kadim insanlık kültürlerinden de faydalanarak/esinlenerek; bir sistem dâhilinde ve tutarlılığı esas alarak oluşturdukları/ortaya koydukları, bütün uhrevî, dünyevî yorumlara ve te’villere denmektedir. İslam Düşüncesi; “İslam’ın bir din olarak, dünya tarihi içinde rol oynayabilmesine etkin rol oynayabilmesine katkı yapan entelektüel bir gelenektir. Belki o, en temelde, insan bilincinin İslam’ın Kuran ve hadisler gibi temel metinleriyle farklı ortamlarda diyalojik ilişkiye girme biçimleri olarak tanımlanabilir.”[1]Ya da İslam Düşüncesi; bilgi, varlık ve değer olarak varoluşun temel sorunları, insan hayatının anlamı ile insan türünün tarih boyunca karşı karşıya geldiği sorunlar üzerinde, Müslüman zihnin düşünme ve bilgi sahibi olma çabasıdır da diyebiliriz.
İslam Düşüncesini yalnızca kendisi ile özellediğimizde Kur’an-ı Kerim ve Hadis/Sünnet metinlerinde geçen ve düşünceyi ifade edip kendi içinde bütünlük oluşturan “düşünce sistemi”dir. O da şöyle ifade edilebilir: İnsanın; Allah, evren ve eşya ile olan ilişkisini nassın anlam alanıyla sınırlı aklî bir temelde ifade eden düşünce bütünüdür. Ayrıca nass’ın hem de nass’tan hareketle Müslümanların akıl temelli ortaya koydukları çaba/yorum/te’viller; “İslam Düşüncesi” içerisinde değerlendirilebilir. Böylece insan; Allah, evren ve eşya ile ilişkisinin nasıllığını vahiy ve nübüvvetin bakış açısıyla ortaya koymuş olur. İslam düşüncesi canlı, bütün insanlığa ilham kaynağı olacak köklü, evrensel ve devrimci bir özü, dün olduğu gibi bugün de bünyesinde barındırmaktadır.
Geçmiş ile gelecek arasında yatay; içkinle aşkın arasında dikey, illetle gaye arasında derinliğine bağ kurma işlemi, akıl aracılığı ile yapılmıştır/yapılmalıdır.
Kur’an’da; akletmek[2],tefekkür etmek[3], fıkhetmek[4], tezekkür etmek[5], tedebbür etmek[6] gibi kelimeler, düşünce oluşturmaya ilişkin kavramlardır. İslam Düşüncesinin imkânı; bu kavramlar üzerinden İslam’la olan aidiyetini tescillemektedir. Kur’an’da; akıl, tefekkür, tezekkür, tedebbür ve fıkhetmek ve türevleri; insanların kendilerini, çevrelerini, doğayı, eşyayı, metafizik âlemi, kendilerinden önce yaşayanların izleri üzerinde düşünmelerini isteyip ders çıkarmaları için uyarılar olarak kullanılan önemli malzemelerdir.
Kur’an’da; akletmeyenler, aklını kullanamayanlar aşağılanır[7], ancak bilenlerin (âlimlerin) akledebildikleri vurgulanır[8].
İslam aklı, evrenle barışıktır, evrenin kendisine emanet edildiği bilincindedir.
Bu akıl, öğrenmek isteyenin istediği her şeyi kendisine (İslam Aklına) söyleten/söylettiren bir öğrenci durumunda değil, tersine kendisine yöneltilen soruları cevaplamaya şahitleri zorlayan bir yargıç konumunda bulunmaktadır. Bu akıl, eşyayı/varlık dünyasının objeleri arasındaki ilişkiyi koordine eden, yüce makamlara gönderme yapan, makamı kalp olan hikmetli bir çağrıcı gibidir.
İslam aklı, özünde dînî olan telâkkîleri inşâ eder. İnsan merkezli dünya görüşü yerine Tanrı merkezli varlık görüşünü ikâme eder. Fizikî bilimlerle ve insan zihni aracılığı ile tasarlanabilen mekanik bir işleyiş yerine, varlığın kutsal hiyerarşik düzenini kurar. Dolayısıyla inorganik olanın yerine organik olanı inşa eder. Bütün varlığa canlı (nefs ya da ruh sahibi) muamelesi yaparak ona hürmet etmeyi telkin eder. Allah merkezli olmakla beraber, insanın öncelendiği ve onun Allah’ın yeryüzündeki emirlerini icra eden halifesi olduğu ön plana çıkartılır. Bu varlık anlayışında Allah adına fiilde bulunan kimse, asla Allah yerine konmaz. Hem Allah’ın ve hem de insanın merkezde olduğu, ama hiçbirinin doğrudan ve kesin sınırlarla başkasına tahakküm etmediği bir varlık ve dünya görüşü, İslam düşüncesinin önemli keşiflerindendir.
İslam Aklı; felsefeye metafiziği, ilme hikmeti, hukuka ahlakı, kazanca infakı, ontolojiye ruhu, hayata ölüm ötesini yerleştirdiği için, insanın varlık ve varoluş ihtiyaçlarını temin etmekte ve insanı tatmine ulaştırmaktadır. Bu da insanın dünyada ve ahirette mutlu olması için yeterli imkân ve malzemeyi sağlamaktadır.
İslam düşüncesi Allah, varlık, bilgi ve değer hakkında Müslümanların tefekkürünü ihtiva ettiği gibi onların sırat-ı müstakim üzere olmalarını da telkin etmektedir. Bu anlamıyla İslam Düşüncesi, varlıkla Allah arasındaki anlam arayışıdır, diyebiliriz. Varlıktaki büyük aklı, yani varlığın varlık sebebini keşfetmeye gayret etmek, İslam Düşüncesinin varlık sebebi olmuştur.
Tabiattaki akıl, nedensel olup tesadüfî olmadığından, tabiattaki ve hareketteki anlamlılık ilahî akla izafe edilerek Allah; Müsebbibü’l-Esbab diye isimlendirilmiştir. Varlıktaki her keşif, Mutlak Aklın tezahürü olarak kabul edilir. Bu sebeple Müslüman düşünürler, düşünce eylemine çoğunlukla dînî söylemi açıklamakla değil, varlıktan hareketle başlamışlardır. Çünkü aklî temele dayanmayan varlığa ilişkin teolojik söylemler ikna edici olmadıkları gibi bir yaratıcıyı da işaret etmezler. İslam Düşüncesinin en temel ana fikri şudur: Gerek metafizik ve gerekse de fizikî alanda ortaya koyduğumuz her fikir, teorem ve inanç mutlaka bir sebebe dayalı olarak temellendirilmek zorundadır. Sebepsiz fikir, teorem ve inanç; bilgiye ve araştırmaya konu olmayan şeydir. Eğer bir şeyin varlığı ve varoluşu makul bir sebebe dayanmıyorsa, orada meçhul bir durum var demektir ki, hurafenin kaynağı her zaman sebepsiz söylenen gizemli hikmet(!)e dayandırılır.[9]
İslam düşüncesinin ortaya çıkması için, bu düşünceyi ortaya koyacak aklın yanında iradesinin olması gerekir. İradesi olmayan akıl alet ortaya koymaya muktedir değildir. Bunun gibi akılsız bir irade de ürün ortaya koyamaz. Akıl, sorumluluğun olmazsa olmaz şartıdır. Akılsız/ilimsiz irade hayvan gibidir; içgüdülere ve duyulara göre hareket eder ve ancak onları tatmin eder, alet üretemez. Vahye göre insan, evreni anlamlandıracak akıl ve iradeye sahiptir. Çünkü sorumluluk alabilecek yegâne varlık insandır.[10] İnsan akıl ve iradesi ile evreni mamur ettiği gibi harap da edebilir.
İnsandaki akıl ve iradenin varlığı, insanın evrende yapacağı işlerin varlığına delalet eder. Allah, evrene yasalar koymuş, insanın bu yasalar üzerinde ve paralelinde evreni bütün varlıklar için yaşanabilir hale getirmesini istemiştir. İnsanın akıl ve iradesi ile icraatta bulunacağı bu alan, onun sınanma yeridir.
Kâinattaki düzene ve yasalara baktığımızda, evrenin bilinçli ve iradeli bir tercihin sonucu olduğunu ve irade sahibi bir varlığa emanet edildiğini anlamaktayız. İnsandaki akıl ve iradeyi kontrol altına alabilecek ve terbiye edebilecek ölçü; Kur’an’daki teorik ahlakî önermeler ile Hz. Peygamber’in pratik ahlâkıdır. Ahlâkı ölçü almayan akıl ve irade, tekasür hırsıyla[11] kendini ve dünyayı hep harap eder olmuştur.
Evrendeki Müslüman insanın kâinatı/eşyayı keşfi, onunla savaşarak değil, onu tanımalı ve onda yaşama değer hayatı, inşa etmeli; varlığını bu şekilde sürdürmelidir. Kur’an’ın düşünce dünyasında; insan, evrenle ve onu yaratanla savaş halinde değil; Allah’ın insana bahşettiği evreni, bütün canlıların barış içinde yaşayabilecekleri bir evren olarak kurgulamaları ve inşa etmeleri istenmektedir. Çünkü karada, denizde ve havada imar ve inşa görevi insana verilmiştir.[12]
Allah tarafından insanlığın bu keşfi ve inşası insan için imtihan olarak değerlendirilerek[13], insan sorumlu olmaya çağırılmakta, çevresine ve kendine daha iyi davranması önerilmektedir.
Allah karşısında “âlem” ötekisi değildir. Yahut âlem Allah’ın kurduğu bir saat hiç değildir. Âlem Allah’ın kontrolünde ve denetiminde yaşam sürecine devam etmektedir. Evren Allah ile kulları arasında ya da kullar ile tanrılar arasında bir savaş arenası da değildir. Âlem; insanlığa verilmiş bir emanet ve nimettir.[14] Bu emaneti ya da nimeti gereği gibi tanımlamak ve ondan dünya görüşü ve yaşam kılavuzları var etmek, Müslümanların en önemli uğraş alanlarından olmuş ve bundan sonra da olmalıdır.
Allah evreni yaratırken bir ölçü (kader)[15] ve bir mizana göre yaratmıştır.[16] Evren bir terazi gibidir. Allah; her işini bir ölçüye göre yapar[17]. Allah evrende bir düzenin (kozmosun) olduğunu vurgulayarak, insanın da ölçü ve tartıda adil ve davranışlarında dengeli olmasını istemektedir. Adaletin hak sahibine değil de güçlü olana verilmesi durumunda gezegenimizin karanlığa ve savaşa sürükleneceğini bize söyler. İslam’ın dünyaya yayılışının arka planında çok önemli kültürel, sosyal, ahlakî, siyasal nedenlerle birlikte mükemmel bir ölçüye bağlı adalet anlayışı ve pratiği yatmaktadır.[18] O, adaleti emreder ve adilleri sever.[19]
İnsanlar, kendi aralarında adil olmalı,[20] kendileri, aileleri, yakınları aleyhine bile olsa, zengin-yoksul ayırımı yapmadan adaleti ayakta tutmaları gerekmektedir.[21] Kişiler, sözlerinde ve hareketlerinde doğru olmalı,[22] ahitleştikleri zaman ahitlerini gözetmeli,[23] üzerlerine düşen yükümlülükleri[24] ve başkalarına karşı da sorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar.[25]
Modern çağın müstağni aklı ve hırslı iradesi insanlığı kargaşaya/kaosa götürmektedir. İslam, hiçbir düşüncenden intikam almaz, onu hidayete çağırır. Kaosa sürüklemez.
Müminler, hâkim bir güç olduklarında; insanların ellerindeki malları korur,[26] ölçü ve tartıda hile yapılmasına,[27] yeryüzünde kötülüğün yaygınlaşmasına engel olurlar.[28] İslam’a göre evrende hâkim olan yaklaşım; iyiliktir/hayırdır, şer/kötülük cüzidir/asgari düzeydedir. Dünya için de ahiret için de hasenat istenir.[29]
İslam, insanda “fanilik bilinci” oluşturarak, ondaki “tekasür hırsı”nı[30] en asgari düzeye düşürme imkânını elde edebilmektedir. Bu inanç, ölüm ötesi bilincini kazandırarak insanda sorumluluğun oluşmasına katkı sağlar. Bu da, insanda “biri bizi gözetliyor, hakkımızda arşiv oluşturuyor ve bir gün de bizi hesaba çekecektir” kaygısını meydana getirir. Dolayısıyla ölüm ötesi inancı taşıyan kişi, hesap vereceğini düşünerek, kötülükten uzaklaşır ve sorumluluk bilincini kuşanır. Sorumluluk bilinci ise insanda otokontrol/ben bilinci (nefs-i levvâme) oluşturarak, insanı kendi kendine hesap soran mertebeye yükseltir. Bu bilinç; insanı şerre karşı çekimser kılarak, iyiliği tercih eder hale getirir. İyilikler çoğalır; kötülükler azalır. Bu da, topluma mutluluk ve huzur olarak geri döner.
Bahsettiğimiz adalet duygusu ve uygulamasından dolayıdır ki insanlar gönüllerini ve kapılarını İslam’a açar olmuşlardır. Hayata bu değerler üzerinde bakıldığında ve eşya ile hayat da bu çerçevede yorumlandığında, İslam Düşüncesinin, aklının, etkisi ve gücü çok derinlere sirayet etmiş ve etmeye de devam edecektir. Bu bakış açısından her şeye bakan Müslümanın ortaya koyacağı/koyduğu düşünce elbette olumlu ve var edici yönden tecelli edecektir.
[1]Burhanettin Tatar, İslam Düşüncesine Giriş, Dem yay. 1. baskı, İst. 2009, s. 3.
[2]39/9, 18, 21, 43; 40/54, 67; 28/60; 36/62, 68; 43/3; 29/35, 43, 63; 25/43-44; 37/137; 45/5; 23/80; 30/24, 28; 10/42; 13/4, 19; 26/28; 21/10, 16, 67; 38/29, 43; 11/51; 12/109, 111; 16/12, 67; 22/46; 7/169; 6/32, 151; 59/14; 57/17; 5/58, 100, 103; 24/61; 2/44, 73, 75-76, 164, 170, 179, 197, 242, 269; 67/10; 49/14; 3/7, 65, 118, 190; 65/10. Dipnotlardaki bütün ayetler nüzul sürecine göre verilmiştir.
[3]39/42; 45/13; 13/3; 30/8, 10/24; 21; 16/13, 69; 6/50; 3/191; 34/46; 7/184; 2/219, 266; 59/21;
[4]17/44; 22/25-28; 11/91; 18/57, 93; 6/65, 98; 7/179; 8/65; 59/13; 48/15; 4/78; 63/3, 7; 9/87;
[5]89/23; 79/15; 80/4; 54/15, 51; 40/13; 20/44; 37/155; 45/23; 11/24, 30; 10/3; 51/29; 28/46, 51; 38/29; 39/27; 23/78, 90; 34/4; 14/24-25; 35/37; 69/42;25/50; 16/13; 7/3, 10, 26, 57, 201; 130; 6/80, 126; 24/1; 2/221; 9/126,
[6]38/29; 23/68; 47/24; 4/82.
[7]8/22.
[8]Ankebut, 29/43,
[9] Necati Öner; Bilginin Serüveni, Ankara, 2005, s.35
[10]Ahzab, 33/72,
[11]Tekasür Sûresi
[12]30/41
[13]Şems, 91/7-10; Zariyat, 51/56; Enbiya, 21/; Mülk, 67/2 vb.
[14]Burhanettin Tatar, İslam Düşüncesine Giriş, Dem yay. 1. baskı, İst. 2009, s. 59.
[15]87/2-3;76/16; 15/21; 65/3; 80/19; 73/20; 13/8; 9/51.
[16]54/49; 25/2.
[17]15/21; 43/11; 42/27; 6/2.
[18]13/8.
[19]16/90; 57/25; 5/45.
[20]42/15; 16/90; 7/29.
[21]5/45; 4/58,
[22]3/17,
[23]23/8; 2/177; 65/12,
[24]5/1.
[25]9/4-7.
[26]26/181-182,
[27]55/9; 6/152,
[28]11/85.
[29]2/201.
[30] İnsanın hiçbir kural tanınmadan, çok kazanmak için ölünceye kadar uğraş içinde olmasıdır.