Howl’un Yürüyen Şatosu


“Güzel olmayınca yaşamak neye yarar.”  Howl

“Ben yaşlanmadan da çirkindim.” Sophi

“Şu barut ateşlerinin hiç görgüsü yok.” Calcifer

Hayao Miyazaki hakkında bir önce Komşum Totorro yazısı paylaşılmıştı. Ben de fantastik romandan uyarlanmış Howl’un Yürüyen Şatosu’nu tanıtmaya ve Miyazaki’nin filmlerindeki ana örgüyü çözümlemeye çalışacağım.

Anime bilindiği üzere hareket eden manasına gelir. Aristo’nun De Anime/Ruh Üzerine kitabı, adından anlaşılacağı biçimde hareket eden şeylere atfedilenin ruh olduğu, tersinden alacaksak kendinden hareket edenin ruha sahip olduğu şeklinde anlaşılabilir. Tabii ki bu daha basit manadaki ruhtur; intelect yani akleden ruh değil. Bu yönden yaklaştığımızda hareket eden çizgiler ve stüdyoda oluşturulan resimleri,  insan biçimine girmiş görüntüyü rüya mekan: sinemada ileten; canlandıran anime; acaba gerçekliği, tabiatı ne şekilde kavrar; aktarır; ona ruh katar?

Hayalle tesviye edilmiş, süzülmüş duygularla, ideali yakalayabilen bir mekan duygusu yaşatan, simülasyon kategorisindeki bu alan,  aslında fantastik dünyaya ve sinemaya kapı aralıyor, imkan sağlıyor. Çünkü özel efektli filmlerin insanda bıraktığı etki eninde sonunda aktörün gerçekliğini çarpıtan bir odada hapsolur; o elbisenize konan toz gibidir; üfleyip, silkeleyip onu atmak istersiniz. Açacak olursak, karakterin inanılmaz şeyler yaptığına inanarak izlemeyiz. Önümüzde gerçekliği olağandışıya uyarlayan bir yapıt, sinema vardır. Etkileyici efektler gerçek hayatta bir avuç kül olur. Sinemadan çıkınca gerçeğin dünyası, efekt yağmuruna maruz kalmış filmi anlamsızlaştırır. Ayrıca bu efektler ve makyajlar nahifliğe atılmış bir çamurdur. O (özellikle bilimkurguda) insanı yok olmaya mahkum bir dünyayla tanıştırmak arzusundadır. Orada insanlar geçmişin yara izinden hareketle hayatta kalma yollarını arar. Geleceğin dünyasında ancak ölüm kalım savaşı verilir. İnsanlar ilkel duygularına dönmekte tereddüt etmez ve çıkarlar her zaman günahları makyajla gizler. Kısaca Avrupa ve Amerikalı karakter, ailesini koruma bahanesiyle saf rolünü benimsemiş vahşidir. Animede ise böylesine bir gerçeklikle bağlantı zorunluluğu yoktur. Zaten elinizde taklitliğini her haliyle bildiğiniz bir dünya vardır. Orayı istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz: Arzunuza amade bir dünya. Ortada ne yeşil perde, ne oyuncular (sesleri hariç), ne mekan, ne kostüm, ne makyaj, ne ışık vs. vardır. Tek önemli şey karakterleri şekillendirebilme yeteneğiniz, olayı sağlam sunma, çizgilerle yeni dünya kurma becerinizdir. Özetle fantastik sinemada konuya adapte olamama yönü animede ortaya çıkmıyor; çünkü konu dikkate alınıyor.

Hayao Miyazaki, yetmiş yaşını aşkın hayatında bizlere tabiatla insan arasındaki dostluğu ve düşmanlığı animenin büyülü diliyle bu şekilde sundu. Sanatına iki kere veda etti ve en son Rüzgar Yükseliyor‘u stüdyosundan çıkardı. İlki Oscar aldığı filmi Ruhların Kaçışı sonrası  idi. Akabinde gelen Howl’ün Yürüyen Şatosu ‘iyi ki işini bırakmamış’ dedirtecek türdendi. Yine de ardında bıraktığı eserlerle benim gibi izleyenlerini fazlasıyla memnun bırakmış durumda. Zira bazı sanatçılar artlarında bir elin parmağını geçmeyecek kadar eser bırakırlar. Nedense bir eser dahi sanatçıyı sevmemize yeter de artar bile. Yine ne yazık ki, nefes alan bir sanatçı için hep daha, devamı yok mu denilir; ölmediği için biz de böyle diyoruz. Burada Koca Ragıp Paşa’nın ‘eğer maksut eserse mısra-ı berceste kâfidir.’ mısraını hatırlayabiliriz. Çünkü o tek eser, duyu almaçlarımızdan süzülen duygu denizine değmiştir, halelenir, kabarır, dalgalaşır. Hislerimiz sezgimizle katıştığında, onları açıklamakta zorlandığımızdan, bu haleti ruhiyeyi zaman zaman serdetmek gereği dahi duymayız ya da aciz kalırız. O nedenden ötürü çok güzel, çok sevdim, bayıldım gibi lakırdılar ağzımıza sakız olur.

Hayao Miyazaki’nin en sevdiğim filmi olan “Howl’un Yürüyen Şatosu” 1930-40 yıllarını andıran yabancı bir diyarda, kırın içine girdiği ferah bir masal kentte geçiyor. Romanın bir İngiliz (Diana Wynne Jones) tarafından yazıldığı düşünülürse arada, Londra’yı görür gibi oluruz. Dağlar ise İsviçre Alp’leridir. Zirvelerine gölcüklerin serpiştirildiği, envaî türlü çiçeğin süslediği, sisli, nefes kesen dağlar; yine Akdeniz maviliğiyle, iyimserliği besleyen İtalyan kasabalarını andırır mekanlar vardır. Doğayla, insanla iletişim onun ana temalarındandır. İlkiyle, birlikte yaşama azmi ve onu koruma üzerine biat edilerek iletişim kurulur ve ona hayran olunur. İnsanla iletişim tekrar, bu biat üzre yürür. Her ikisinde de sevgi esastır. Doğa ise cömerttir; zira büyü ve olağanüstü haller hem kötülüğün, hem de iyiliğin hizmetindedir.

Miyazaki’nin değinebileceğimiz ikinci özelliği kadınsılık ve çocuk heyecanı. Kadınsılık neredeyse bütün animelerinin baş kahramanını kadın seçmesinden, yanı sıra şefkat ögesini ön plana çıkarmasından dolayıdır. Yine Gökteki Kale‘de kadının başka yönü gözükür, anne otoritesi; Porco Rosso’da çalışan sanki sadece kadınlardır. Porco Rosso‘daki ana kahraman pilot, adamdır; ama sihirle domuz suratına çevrilmiştir. Son filminde kahraman yeni yetmedir. Bu ikincisinin ana temalığı ise Miyazaki’nin çocuk dünyasını saf addetmesindendir. Özellikle Schopenhauer’in Aşkın Metafiziği kitabından yola çıkacak olursak kadın zaten hayatı boyunca çocuk kalır. Bu şüphesiz hakaretamiz bir yakıştırma. Yorumun iyi yönünü alacak olursak kadın ve çocuk saflıkta, naiflikte, kırılganlıkta, heyecanda, bazen cesarette birbirine çok benzerlik arz eder. Kadın ve doğanın Hıristiyan anlayışındaki gibi ilişkili olduğu bariz. Gelgelelim  kadın ve doğanın Hristiyan anlayışında bir nevi şeytan yerine konulduğunu hesaba katarsak, Miyazaki’nin animist/kutsal ruhların bulunduğu inanış coğrafyasında yetişmesi dolayısıyla, anlayış ters yüz olur. Tabiatla birlikte kadın da kutsallaşır. Bunu en bariz şekilde Prenses Mononoke’de doğa adına savaşan Mononoke ve mahvolmuş dünya sonrasını anlatan Rüzgarlı Vadi‘de seçilmiş kişi olarak billurlaşan Nausicaâ karakterlerinde görürüz. Howl’un Yürüyen Şatosu bir erkek büyücünün adını taşıyor olsa dahi; biz o erkeği kadının hikâyesinden izleriz. Onun gücüne, zayıflığına ve çelişkilerine hep, Sophi’nin her şeyi elinden alınmış çaresizliğinden yaklaşırız. Ayrıca Howl günümüz tabiriyle efemine bir tiptir, güzelliğine önem verir, küpe takar, giydiklerine itina gösterir, kaba tavırlardan uzaktır; nezaket abidesidir.

Büyü Miyazaki’nin filmlerinde müessirlerden biri olarak kendini gösterir. Kahramanlar tılsımlarla mühürlenen zinciri çözmek için maceralara atılır. Buna Prenses Mononoke’deki delikanlının yakalandığı genişleyen karaltı, Ruhların Kaçışı’nda anne-babanın domuza dönüşmesi ve yaşlı cadının büyüsü, Porco Rosso’da pilotun yüzünün domuz şekline bürünmesi örnek gösterilebilir. Howl’un Yürüyen Şatosu’nda maceranın başlangıcı değişikliğe uğramaz. Kendini çirkin gören Sophi, Howl’un aşık olduğu kız zannedilerek çöl cadısı tarafından yaşlı kadın şekline sokulur ve durumunu izah etmemesi için bir tılsımla ağzı mühürlenir. Kızın bundan sonra dükkanından ve çevresinden kaçıp ıssızlıkta yaşamaktan başka çaresi kalmaz. Karşılaştığı korkuluk/şalgam kafanın sayesinde talih geri dönmeye başlar. Miyazaki romandan farklı olarak, Howl’un tesadüfen karşılaştığı bu kızla, aşkın her büyünün üstünde olduğunu ihsas etme çabasındadır. Sophie romanda üç kızkardeşin en büyüğüdür, diğerleri çalışmaya gönderilir. Burada her şeyi sırtlanan bir abla rolü ve işten sürekli kaçan bir anneye rastlarız, Kül Kedisi‘ni hatırlarız. Erken ölen baba buna katkı sağlar.

Doğu çizimlerinde, özellikle minyatürde yüzlerin tekdüzeliği kişiliklere (bizde herkesin ölümlü olmasından) ayniyet katar. Benzer şekilde pasta dükkanında çalışan kız kardeş Lettie ve anne Fannie, belki de sırf şaşırtmak maksadıyla bize aynı çizgilerde sunulur. Hikayenin kenar dekorlarından olduğundan sonradan kendime sorduğum soru, romanı okuyunca cevaplanmış oldu. Miyazaki Sophie’ye yaşlılığı her yönden inandırıcı kılarak verir. İlk şaşkınlığın aynalarda usta işi tekrarı, eklemlerin gıcırdaması, sesteki kısıklık, olan bitene kayıtsızlık ve alışkınmış gibi görünme (buna Sophie de şaşakalır.) önceden çekineceği işlere girişme, gençleri koruma içgüdüsü alametlerden bir kaçıdır. Sophie bu son söylenen veçheden Howl’un annesidir. Uykuya daldığında, heyecanlandığında, güzel hislerle dolduğunda onu gençleşmiş ve büyünün sahteliğini üzerinden atmış buluruz. Özellikle Sulliman’ın karşısında yaşlı cadıyı ve Howl’u savunur vaziyette iken her sözcükte gençleşir ve dinçleşir. Buradan hareketle diyebiliriz ki Miyazaki’de herkes yerli yerindedir. Yani tipolojileri esas alıp, karakterlerini o şekilde oluşturur. Bu yönüyle ve evrenseli yakalama azmiyle hikayeleri klasizme yaklaşır. Romandaki Howl karakteri bu kadar asil değil mesela. Ona kolaylıkla kalpsiz ve vicdansız bir züppe diyebiliriz, kızlara kur yapar; aşkını kazandığı anda bırakır. Tabii ki bunun da bir sebebi vardır.

Film içerisinde Sophie’de hem gençliği, hem yaşlılığın doğrucu Davutçuluğunu; Howl’de ise serapa iyiliği, güzelliği, kadirşinaslığı, ölümlülüğünün ayırdında olmayı; çocukta Marikl heyecan ve duygululuğu (oysa romanda Micheal genç biridir ve Howl’la aşk hesaplaşmasında rakiptir), cadıda şöhret tutkunu yaşlı zengin kadını buluruz; gerçi o kralın büyücüsü Sulliman tarafından gerçek yaşı açığa vurulunca tatlı, hesaplı bir nene oluverir. İnsanlar günümüz toplumunda sürekli güzel görünme telaşından dolayı kendi yaş örneklerinden yoksundurlar; burada tiplerin önemi ortaya çıkıyor; kendine yer bulamayan karakter iki arada bir derede kalıyor ve ödevini bilmediğinden buhranlar atlatıyor.

Miyazaki’ye göre kâinatta kötülük olmadığı gibi çirkinlik de mevcut değildir; her şey yerli yerindedir. En iyi yaklaşımlarından birisi de budur, o çıkar beklemeyen iyilik ve şansla insanların davranışlarının değişeceğini düşünür. Howl’un Yürüyen Şatosu’nda cadı kötüdür; ama bu kötülük, güçleri elinden alınınca ortadan kalkar. Howl’un tek savaşım verdiği, insanların birbirini öldürmesidir. Romanda renklerle bölümlenmiş halkadaki siyah kısım döndüğünde, kapı Howl’un memleketine açılırken; filmde savaş alanına döner. Savaşta bomba yüklü uçakları, yırtıcı kuş şeklinde aşar; bozar. Bence filmi romandan en ayırıcı bahis budur. Romanda savaş uzak diyarlarda gibi işlenirken, filmde meselenin merkezine yerleştirilir. Burada büyücülerin atışması değil; hakim ve zalim iktidar ile iyiliğin, barışın çatışması öndedir. Hayao Miyazaki filmlerinde rastlanan bu husus hükümetlerin dalavereci; hırsızlar ve büyücülerin dürüst olması şeklinde tezahür ediyor. “Gökyüzündeki Kale”’de hükümetin ve askerlerin yıkıcı gücü ve korsanların sevimliliği; burada Howl ve hükümetin adamı, öğretmeni Sulliman’da barizleşiyor. Sulliman (yorumu zorlarsak, Solomon yani Hz. Süleyman) romandan alınmış iki kişinin karışımıdır. O aslında emekliye ayrılmış Bayan Pentstemmon’dur. Sulliman ise çöle gönderilen Howl gibi Bayan Pentstemmon’un bir öğrencisidir.

Miyazaki’nin nazarında mutlak kötülük tamamen savaştır. Buna karşın iyiliğin nerede başlayıp nerede bittiği Miyazaki’nin yapıtlarında biraz kafa karıştırıcıdır. Prenses Mononoke’de bir taraftan kadınların hanımı, doğaya hâkim olan silahlarla ormanın ruhunu öldürmek isterken diğer taraftan kurt kızın, hanımı ve doğayı mahveden insanları yok etme hevesi; kahramanın nerede yer alması gerektiği hakkında bocalaması ve ikisine de yardım etmek istemesi; bu karmaşanın bir görüntüsü olsa gerektir. Howl’un Yürüyen Şatosu‘nda bir başka karakter Calcifer ise tatlı, çekingen, üç kağıtçı, biraz saf olduğundan kendine yüklenen görevleri yaygaracılıkla halletmek zorunda kalan, romandaki kendi deyimiyle ‘sömürülmeyi reddeden’ cin rolündedir. Howl’un bedeninden bir parça olması Howl’e kayıtsız kalmamasına sebep oluyor.

Miyazaki’nin daha her yer fethedilmemiş duygusuyla oluşturduğu ikinci dünya savaşı öncesi yahut sonrası mekanı içerisinde şüphesiz en sihirli şey uçmaktır. Aletsiz veya aletli… Filmlerinde uçağa farklı şekiller verir; çırpan kanatlar takar. Zaten filmin sonunda yürüyen şatoyu uçar buluruz. Onun mekan anlayışı eklektik, bir o kadar büyülüdür. Yürüyen şato bir taraftan bakarsak bukalemuna benzer, diğer yönden çekirgeyi andırır, bacaları iskoç müzik aleti gayda gibi hareket eder. Bu görüntüler şaşırtıcı, büyüsel tat katar. Çöl cadısı ve Howl’ün maruz kaldığı büyü bozumunda, elele vermiş çocuk yıldızların şarkıları (bizdeki bezirganbaşı oyunu.) engin suyun salınması, ayak altında doğan boşluk, Howl’un kara tüylü, devasa, şişman bir kuşa dönüşmesi, yüzüğün ışığıyla bulunan yol, yüzüğün daralması, Howl’un en sıkışık olduğu anında yeni kapılar açması, tılsımlarla dolu; rüyada  mağaraya dönen yatak odası, zıplayan korkuluk sihire görsel kendine has malzemeler sunar. Ayrıca müziği unutmamak elzem.

Roman şöyle başlıyordu, ‘yedi fersahlık çizme ve görünmezlik pelerini gibi şeylerin sahiden var olduğu Ingary ülkesinde üç kız kardeşin en büyüğü olarak doğmak büyük talihsizliktir.‘ Romanı özellikle filmin bir hayranı olduğumdan merakla okudum. Filmin bazı noktalarındaki çarpıklık böylece ortaya çıktı. Mesela çöl cadısına takıldığını söylüyor Howl, ama filmde bir defa dahi çapkınlık avına çıkmayan Howl’un durumunu açıklamıyor bu ayrıntı. Yine bazı sahneler hem komik, hem karakterlerin yapısını veriyor. Mesela geveze cadılar, yedi fersahlık çizmeyle adım atma talimleri, yıldız avı, bilmecenin laneti… Bütün bunlar Diana Wynn Jones’un usta bir fantastik romancı olduğunu gösteriyor. Üstelik hepsini, romanında kendine has dil yahut harita oluşturmaya çalışmadan başarıyor.

2 comments

  • Sinemayı ve yönetmenleri anlamaya çalışırken aklıma en çok takılan nokta şu olur. Acaba bizim izlediğimiz şeye yüklediğimiz anlam ile yönetmenin yüklediği anlam aynı oluyor mu? Başı sonu belli olan özellikle Hollywood filmlerinde bu noktada sıkıntı olmuyor. Olay ve örgü kahraman veya hikaye üzerinden yürüdüğü için tek noktaya odaklanıyorsunuz. Filmin sonunda mesaj, mutlu ya da mutsuz son ne ise onu alıp eve dönüyorsunuz. Miyazaki’nin bu filminde ana eksenin sürekli değişmesi benim çok hoşuma gitmişti. Yani filmin başında kötülük yapan cadının sanki baş kötü karakter olarak anlatılıp sonra tatlı bir nineye dönüşmesi, Sophie’nin daha filmin başında ihtiyarlaması vs. Acaba Miyazaki bunu yaparken insan hayatı ani değişimlerle çok farklı noktalara savrulabilir mi demek istiyor? Eğer bunu demeye çalışmışsa aferin ona 🙂 çok güzel anlatmış.
    Bunun dışında Filmin ayrıntılarını çok güzel aktarmışsın. Ekleyecek bişey kalmamış. bu tanıtımla birlikte kitabı da okumak vacip oldu.

  • Hem ana yazıyı hem de soru içeren yorumu beğendim. Ben de bu soruyu çoğu zaman düşünür ve bazen kendimi anlık gol atan futbolcu hakkinda bir sürü yorum yapana benzetirim. Oysa ki top ayağına nasıl denk geldi ise ativermistir🙄

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s