Ortaçağ’da İslam ve Seyahat
Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi
Orijinal İsim: Islam et voyage au moyen âge
Müellif: Houari Touati
Tercüme: Ali Berktay
Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 1.Baskı 2004, 2. Baskı 2016
Seyahat, tarihi insanlığın tarihiyle eş bir kavram olsa gerek. Bugünün imkanları dahilinde dahi bize “uzak” görünen nice iklimden diğerine tuzdan buhura, kokudan kumaşa hemen her şey taşınırken aslında en önemli aktarım kültürel etkileşim ve bilginin transferi şeklinde olmuş olmalı. Uzun yüzyıllar boyunca seyahate ticaret, eğitim, ibadet vb. hep bir temel amaç eşlik etmiş. Seyyahların da bir amaçları olduğunu hesaba kattığımızda, bugün “tatil” şeklinde anlaşılan şekliyle “seyahat” çok yeni bir olgu. İslam tarihi ve coğrafyası söz konusu olduğunda ise seyahat, pek çok şeyden öte, eğitimin, bilimsel aktivitenin, bugünün ifadesi ile “akademya”nın görmezden gelinemez ve kurumsallaşmış bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. “Rıhle fî talebi’l-ilm”, “Rıhle li talebi’l-ilm” veya kısaca “er-Rıhle” şeklinde ifade edilen bu durum, üzerinde pek çok alanda pek çok açıdan çalışılmayı gerektiriyor ve hala çeşitli dillerde yapılan çalışmalar sayılı miktarda. Houari Touati’nin Fransızca orijinali 2000, Türkçe tercümesi 2004 ve İnglizce tercüme ve edisyonu ise ancak 2010 yılında yayınlanan eseri bu alanda ciddi bir boşluğu doldururken, ilgilileri için de oldukça geniş ufuklar açıyor.
Houari Touati, çok geniş biyografik bilgilerine ulaşamadığımız, Türkçe baskının girişinde de kendi biyografisine mütercimden çok daha az yer verilen, muhtemelen Mağrib (büyük ihtimalle Cezayir) asıllı ve halen akademik hayatına Fransa’da “EHESS-Ecole des hautes études en sciences sociales”te devam eden bir akademisyen. İlim ve kültür tarihine yoğunlaşan bir tarihçi. Ele aldığımız eseri bir proje kapsamında, Avrupa ve ABD’de çeşitli üniversite ve merkezlerde (çeşitli burslar ve misafir araştırmacı olarak) süren çalışmaları ile yoğun bir emek ile hazırlanmış. Giriş ve sonuç bölümeri dışında yedi ana bölümden oluşuyor. Araştırmacı çalışmayı miladi 8. ila 12. Yüzyılları kapsayan dönem ile sınırlandırmış, yaklaşık hicrî ilk 4-5 asra tekabül eden ve pek çok ilim dalının teşekkül ve gelişim dönemlerini ifade ediyor bu tarihler. Medine merkezli ve büyük oranda sözlü kültüre dayanan bir toplumdan sınırları giderek doğuda ve batıda uç noktalara ulaşan, çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir toplumda hızla şehirleşme ve yazılı kültüre geçiş yapan İslam toplumunun seyahat ve seyahat yazımı üzerinden okunmasına çalışılmış. Kitabın bölümleri sırasıyla şu şekil isimlendirilmiş: “Seyahate Davet”, “Çöl Okulunda”, “Seyahatin Bedeli”, “Kendi Gözleriyle Tanık Olma [AUTOPSIA], “Allah Katına Ermek”, “Sınır Boylarında İkamet (Murâbata)”, “Seyahat ve Yazımı”.
Touati, seyahat olgusunun izlerini sürerken sahabe dönemine kadar uzanan ve sahabenin de bu amaçla seyahat ettiğini iddia edenlere katılmaz. Miladi 8. Yüzyıl sonunda teşekkül ettiğini belirttiği hadis ilmi ile birlikte seyahatin bir olguya dönüştüğünü belirtir. Hz. Peygamber’in (a.s.) bir hadisine de dayanarak “ilmin kaybolmasından duyulan korku” ve “ilm”in büyük oranda “sünnet” olarak anlaşılması dahası hadislerle meşgul olmanın Hz. Peygamber ile birlikte olmanın mümkün olan yolu olarak görülmesi “Hadis”i ilk teşekkül eden ilim dallarından biri yaparken ona duyulan ilgiyi arttırmış, sünnet ve hadisin konumunu tahkim etmişti. Farklı kültür ve dinlerde benzerleri, Arap toplumunda ise nessablar gibi bir kökeni olsa da, hadis ilmindeki isnad sistemi gerçekten çok daha mütekamil ve benzersiz bir yapıya sahipti. Hz. Peygamber’in vefatından sonrası geniş bir coğrafyaya dağılan sahabe ve onlardan hadis işiten öğrencileri, işin başında hadislerin farklı şehirlerde ve çeşitli isimlerde temerküz etmesine sebep olmuştu. Sonraki asırlarda en güvenilir ve en az sayıda ravi ile Hz. Peygamber’e ulaşan “âli isnadlar” elde etmek için talebelerin farklı şehirlere seyahatlerinin başladığı ve özellikle belirli isimlerin çekim merkezi oluşturduğu görülür. Sadece talebeler değil, hadis hocası diyebileceğimiz muhaddisler de kimi zaman meslektaşları ile görüşmek, kimi zaman bir rivayetin bir varyasyonunu tasrih ve teyit etmek kimi zaman da ve aynı zamanda kendindeki rivayetleri aktarmak için seyahat etmişlerdir. “Çünkü seyahat güç ve saygınlık sağlamanın dışında, bilgi parçacıklarını ellerinde bulunduranları bir dayanışma zinciri içinde yakınlaştırma, böylece de bütünün gerçekliğini doğrulama yetisine sahiptir.” (s.43)
Seyahatin bir diğer türü ise “Çöl Okulu” idi. Kuran tefsiri için gerekli olan hadis-sünnet yanında, Kuran dili olan Arapça da ilk müslümanlar için çok önemli idi. Hem Basra hem Kûfe dil ekolleri için şehir hayatı ve farklı dil kültürinlerden uzak bedevi topluluklar, dilin en sahih ve bozulmamış hali, yerel kullanımlar ve isimlendirmeler, cümle dizilimi gibi konularda bir otorite ve önemli bir kaynaktı. İlk ve önemli dil uzmanları çöle uzun seyahetler yapıp duydukları hemen her şeyi hem ezberleyip hem yazıya geçirirlerken nice zorluk ve sıkıntıya katlanıyor, bir şehirli için oldukça zor olabilecek koşullarda bir bedevi gibi yaşıyorlardı. Öte yandan büyük şehirlerde arap dili o kadar bozulmuştu ki, arı dile önem verenler bedevilere öykünüyorlar, onlara benzemeye çalışıyorlardı. Çöl tecrübesi yaşamadan dil alanında eser verenler ise zemmediliyor ve alaya alınıyordu.
Tüm seyahatlerin elbette asgari şartları ve maliyetleri oluyordu. Yol emniyeti yoksa, seyahatler çok daha tehlikeli bir hal alıyor ve bu faaliyetler büyük oranda sekteye uğruyordu. İlim tahsili için yola çıkan gençlere kimi zaman varlıklı aileleri ciddi destekler sağlayarak onların yetişmesinde ciddi katkı sağlıyor ve seyahat ile gurbetin yıpratıcı koşullarını hafifletebiliyorlardı. Ancak pek çok talip-seyyah bu kadar şanslı değildi; çoğunun kaderi tamamı yürüyerek kat edilen yüzlerce kilometre uzunluğundaki yollar; geceleri kitap istinsahı ve güzdüzleri ders takipleri ve takrirleri ile geçen uykusuz ve aç günler-geceler oluyordu. Çünkü “Aynı anda hem bilgi peşinde koşup, hem beden sağlığı ile ilgilenilemez”di. (s.83)
Autopsia, şahitlik, kişinin kendi gözleri ile tanıklığı. Nakil ile bireysel tecrübe-şahitlik kıyasında karşımıza çıkıyor. Burada Câhız karşımıza çıkıyor ve nakledilen bir olayın gözle görülen bir olayın değerinde olmadığını söylerken pek çok eserinde bilgi felsefesi açısından konuyu derinlemesine işliyor. Daha sonra Yakubî ve Mesudî ile tarih ve coğrafya alanlarında “görme/autopsia” önem kazanıyor ve eserleri ile bu bilimlerin metodolojisine şekil veriyorlar.
Çöl sadece dilciler ve muhaddisler, uzak iklimler yalnız coğrafyacı ve tarihçiler için menzil değil elbette. Hakikati arayanlar için de seyahat sadece bilgiye ulaşmanın değil ama bir oluşun aracıdır. Sufiler kimi zaman çilenin bir aşaması olarak çöllere düşmüş, kimi zaman seyahati bir hayat tarzı olarak kabul etmişler, ve kitlesel ve sürekli seyahatlerin farklı bir türüne sebep olmuşlardır. Ardından çeşitli doğal sınırlara ulaşan İslam coğrafyasında sınır boylarına seyahat ve buralarda ikamet bir ibadet ve cihat türü olarak benimsenmiş ayrı bir safhaya dönüşmüş.
Tüm bu evre ve çeşitleri ile seyahatin bizzat kendisi uzun süre yazıya konu olamamış. İlkin kendisinden ders alınan hocaların derlendiği “Mucem” tarzı eserlerde dolaylı olarak yer bulurken, 12. Yüzyılda Endülüslü Ebû Bekr ibn Arabî doğu seferinden dönüp rıhlesini kaleme alınca yeni bir türün de ismini ve şeklini büyük oranda ortaya koymuştu. Bundan sonrası yeni bir türün serüveniydi ve ilerleyen asırlarda İbn Battuta gibi ismi ve eseri bize ulaşan, dönemleri için inanılmaz geniş coğrafyaları dolaşmış seyyahlar yanında ismi ve eseri bize ulaşmamış nice seyyah yaşamıştı. Touati’ye göre, batıdakinden farklı olarak, hemen her şekliyle müslüman seyyahların temel amacı –bazı istisnalar dışında- öteki değil, kendi olmuş ve Dâru’l-islam olarak adlandırılan sınırlar içerisinde dolaşarak aynılığı üretmişlerdir.
Houari Touati’nin eseri alanda ciddi bir boşluğu dolduran, hem klasik dönem hem modern dönem malzemenin ciddi bir şekilde tarandığı ve basit nakillerden öte, ciddi bir kurgu ile işlendiği ciddi emek mahsulü bir çalışma. Pek çok klasik eserin satır aralarında bulduğu bilgileri güzel bir sentez ile sunabilmiş. Batıdaki çalışmalara yaptığı atıfların bir kısmı güncelliklerini yitiren ve artık batıda dahi eleştirilen tezler olsa da bu durum kitabın geneline yansımıyor. Çeşitli noktalardaki çıkarımlarına katılamasak da, eser hem İslam ilim tarihi hem kültür tarihi çalışmaları için çok önemli ve pek çok yeni çalışmaya başlangıç olabilecek bilgiler sunuyor. Özellikle İslami ilimler ile ilgilenenlerin kayıtsız kalmamaları gereken bir çalışma. Kitabın dipnotlarındaki pek çok kaynak yanında sözlü ve yazılı kültüre dair eserler ile de ilgililer için paralel okuma listesi genişletilebilir.
Baskısı tükendikten yıllar sonra da olsa kitabı tekrar bastıkları için YKY’ye müteşekkiriz. Ali Berktay’ın çevirisi oldukça akıcı. Ancak terminolojiye yabancı olduğu ve tercümenin bu gözle ciddi bir editoryal okumadan geçmediği maalesef bu baskıda da pek çok terim ve özel isimdeki hatalardan anlaşılabiliyor. Ümid ederiz yayıncılarımız bu konulardaki eksiklerini daha fazla özenle giderirler.
Tadımlık:
Entelektüellikle maceranın iyi geçindiği bir dünyaya sıkıca halat atmış ve seyahat teknesine binmeden bilgi ülkesinde yaşanamayacağı ilkesini savunmak için topluca uğraş vermişlerdi. (s.9)
Reblogged this on tabletkitabesi.
Tek kelimeyle enfes bir tanıtım olmuş tebrikler. Kitabın bende kalan en güzel yanı üçüncü bölüm oldu. Orada çileyi dert edinmiş, Mecnunâne tipler vardı. Kör olanı mı dersin, elbisesini parça parça satanı mı, çölde, bozkırda hayatını bırakanı mı? Yazarın bu malzemeyi içsel aktarımla duygudaşlık yaratması büyük başarı. İştahla okuduğum bir kitaptı teşekkürler.
9. yy’ın sonunda ölen bir dilbilimcinin naklettiğine göre, iki kap dolusu mürekkebi taşıyan bir yol arkadaşıyla birlikte çölü dolaşmış ve ancak Bedevilerden ‘dinlediklerini’ kaydedecek mürekkebi kalmadığında çölden ayrılmıştır. (s.56)
Babamın bana tahsis ettiği ödenek gecikti, ben de ihtiyacım olduğu için gömleğimin kollarını söküp saatmak zorunda kaldım. (s. 75)
Seyahat eden alimlerin çoğunun günlük tayını açlıktı. (s.81)
Bu ortamda göz bozuklukları bir tür meslek hastalığıdır. (s.85.)
Halim’in böyle tepkileri her zaman vermediği malum. ama açık söyleyeyim ne dese haklı. henüz kitabı okumamış bir kişi için ancak bu kadar güzellikte tanıtıcı bir yazı kaleme alınabilirdi. üstelik üslubunun fevkaladeliği, daha ikinci cümleden dikkat çekmeye başlıyor. tekrar tekrar tebrik ederim Bilal abi.
gelelim mâ nahnu fîhimize. yazıda belirtildiği gibi bilhassa İslamî ilimler tarihiyle ilgilenen okurlar için vazgeçilmez önemte bir kitap. bizi böylesine değerli bir kitapla buluşturduğu için ayrı bir teşekkürü hak ediyor Bilal abi. kitap niye bu derece önemli? çünkü İslam tarihinde bilginin/ilmin oluşum sürecine tekabül eden zamanların tabiri caizse ruhuna odaklanıyor kitap: sözlü kültür. günümüzde elde kitaplarla dolaşan bizlerin hali, o zamanki insanlar için gayet basit düzeyde entelektüel bir uğraş. esas olan bilgiye kaynaklık eden insanların ağzından doğrudan bilgiyi edinmekti. hatta kitapta da bahsedildiği gibi “okuma, içeriğe kefil olan herhangi bir büyük otoriteden bağımsız ve sessizce, gözlerle gerçekleştirildiğinde “kitap okuma”ya, “kitaplara bakmak, kitap görmek” denirdi.” bu durumun geçerliliğini sadece hadisler değil, Kitâb/Kuran için de düşündüğümüzde rivayetin ne denli merkezî bir kavram olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. bu açıdan “rivayet”, bazılarının yaptığı gibi hiç de burun kıvrılacak bir kavram değildir. sahip olduğumuz bilginin kaynaklarından birine işaret eder ve metodolojik açıdan öğrenilmesini zorunlu kılar.
yazarın ciddi bir emek ortaya koyarak ve bu emeği, Bilal abi’nin de ifade ettiği gibi olağan üstü bir kurgu ile sunarak vücuda getirdiği bu çalışma, kalitesini tabakât kitaplarına borçlu. İslamî ilimler alanında çalışan kişiler için bu kitaplar gerçek bir hazine. bakıldığında yazarın, zehebî’nin siyer’i gibi bu alanda öne çıkmış birkaç kitabı bilhassa iyi tetkik ettiği ve tetkik ederken zamansal açıdan bir sınırlama yapması nedeniyle mukayeseli değerlendirmeler elde edebilmesi kitabın başarısında kanımca çok etkili olmuş. tabakât kitapları, konu ettiği kişilerin hayatlarını bize anlatırken aynı zamanda onların içinde yaşadığı asırların da zihniyetlerini ve paradigmalarını ortaya çıkarmaktadır. bu açıdan bakıldığında tabakât kitapları okunmaksızın düşünce tarihinin yazımının ne kadar eksik olacağı anlaşılmaktadır. ne mutlu bizlere ki en azından taliplileri için okunacak pek çok kitap var bu alanda. geleneğimize bir kez daha hayran olmamak elde değil.
biz geleneğimize hayran olmak isteyeduralım, kitabın yazarı gibi batılı araştırmacıların bizim kaynaklarımız üzerine döktükleri göz nuru kaç fırın ekmek yememiz gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor bizlere. kitabın dipnotlarında görüleceği gibi erken dönem klasik eserlerimizin çoğu batılılar tarafından yıllar yıllar önce tercüme edilmiş ve araştırmacıların istifadesine sunulmuş. bizim ismini dahi yeni duyduğumuz bazı kitapların, onlar tarafından çoktan tercüme edildiğini görmek hem gıpta hem de pişmanlık kaynağıydı. adamların zihniyetini eleştirebiliriz ama gerçekten yeri geldiğinde şapka da çıkartmalıyız. kitabı okurken şu cümleyi kuramadan edemedim: “ya bir de böyle bir araştırmayı müslüman bir kimse yapsaydı ne olurdu?” zira touati, orucun yeme-içme yanında cinsel ilişkiyi de yasaklayan bir eylem oluşunu dahi bilemeden (s.145) yani İslam’ın temel yaklaşımlarına dair ciddi eksikliklere sahip olan bir bakış açısıyla bu kadar kaliteli bir kitap yazabildiyse varın gereği gibi çalışan müslümanların nasıl kitaplar yazabileceklerini siz düşünün.
Bilal abi’nin de belirttiği gibi tercüme gerçekten çok iyi. Türkçe ifadeler açısından zevk alarak okunabiliyor kitap.
kitabın eksiklerinden de kısaca bahsedecek olursam, hadis aktarımının özellikle sekizinci yüzyılda herkes tarafından ittifakla kabul edilmiş bir olgu olmadığını ve takip eden asırlarda bunun yerleştiğini düşünmesine rağmen yazar bu iddiasını derinlemesine ele almadan geçiyor. hadis tarihi açısından bu nokta çok önemli fakat kitap burada ciddi bir boşluk meydana getiriyor. bir diğer eksiklik, “kendi gözleriyle tanık olmak” bölümü yer yer konu dışına çıkan uzun pasajlar içerdiğinden okuyucuyu sıkıyor. bu bölüm için söylüyorum: daha öz bir metin inşa edilebilirdi. kitap bazen düşünce tarihimizle ilgili fahiş denebilecek bilgi hataları içeriyor. birisini örnek verecek olursam, Ebû Haîfe’nin haber-i vâhidleri hiçbir şekilde kabul etmediği, nakledenin güvenilirliği ne düzeyde olursa olsun, bu tarz rivayetlerin reddedilmesi gerektiğini düşündüğü iddia edilmektedir (s.115). üstelik yazarın bu iddiası, bazı haber-i vâhidleri kabul etmediği için kendi mezhep imamını bile eleştiren Malikî düşünür İbn Abdilberr’in bir kitabına referansla dile getirilmektedir. hem yanlış bilgi hem yanlış kaynak. bunun neresini düzeltebilirsin! son olarak, daha önce değindiğim gibi yazarın İslâm’ı derinlemesine bilmemekten kaynaklı değerlendirme yanlışları da kitapta bulunuyor. bu açılardan da gözden geçirilmesi gerekmektedir.
bu eksiklerine rağmen kitap gerçekten çok öğretici. ayrıca İslam düşünce tarihi alanında örnek gösterilebilecek bir araştırma olarak değerlendirilebilir. tavsiyesi için Bilal abi’ye tekrar teşekkür ediyorum.