Bizim orada Dağdibi köyünün üstünde yükselen bir dağ var. O dağın bizdeki adı, Kıble Dağı’dır. Bizim köyde, biz çocuk iken, kurban kesildiğinde kurbanı bu dağa doğru çevirirlerdi. Sonra fark ettim ki namazı da bu dağa doğru kılıyoruz. Biraz büyüdüğümde, cenazelerimizin yüzünün de bu dağa doğru döndürüldüğünü fark ettim. Yatarken de özellikle sırtımızın ve ayaklarımızın bu dağa doğru gelmemesine itina gösterirdik.
Kıble Dağı; Penek çayı ile Oltu çayının tam birleştiği üçgenin üzerinde bulunur. Etrafı kendisinden daha büyük dağlarla çevrilidir. Mesela; arkasında –tepesine çıkınca Kaçkarların göründüğü- Kır Dağı var. Kar önce Kır Dağı’na, sonra diğer dağlara ve en son da Kıble Dağı’na yağardı.
Bu dağın önünde, benim çocukluğumun cenneti vardı. İrem bağları gibi. Akıldan geçen her türlü meyve, sebze ve çiçeğin yetiştiği yerin adı “Sinem” idi. Sonra şehirliliğe özenen bu bahçenin sahipleri orayı şimdilerde virane haline getirmişler.
Çocukken rahmetli dedem Kıble Dağı’na doğru döner, tespihini öyle çekerdi. Babaannem yalnızca namazda değil, başka zamanlarda da dua ettiğinde hemen bu dağa doğru yönünü çevirirdi. Ben üniversiteye yeni başladığımda dedem vefat etti. Üniversiteyi bitirdiğim yıl ise babaannem Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Dedemden önce dedemin dedesi ve muhtemelen onun da babası bu Kıble Dağı’nı görmüştür. Onlar için Kıble Dağı bir arkadaş, bir dost gibi idi. O dağı kendileriyle beraber yaratılmış bir yaştaş sanıyorlardı. Hele babam, Kıble Dağı’nı çok severdi. O da vefat etti, ama Kıble Dağı hala yerinde durmakta/yaşamakta. O, bizim köye bakan cephesiyle hiç değişmedi. Zaman onu yıpratamadı. Temelini oluşturan taşlar da olduğu gibi durmakta. Ne ölüm var orada ne de yitim. Üzerinde rüzgâr da eskiden olduğu gibi hiç eksik olmuyor. Kıble Dağı yaşadıkça yaşıyor. Gün doğunca ve batınca onun gölgesini bizim orada tam ayağa kalkmış bir adam gibi görmek her zaman mümkündür. Cüssesi diğer dağlara göre küçük olsa da hükmü bizim için diğer dağlara nispetle çok büyük ve yücedir.
Eskiden; dağ, taş, toprak olmak heveslerim hiç yoktu. Fakat son zamanlarda Kıble Dağı’na gıpta etmeye başladım. Hatta İbn Arabî’den şu yorumunu okuyunca daha da dağ olmaya, taş olmaya hevesim arttı. Şöyle buyuruyor Hazret: “Mevcudât, Hakk’ı tespih cihetinden dört kısma ayrılmaktadır: 1- Cemâdât (yani taş, toprak vs.) 2- Nebâtât (bitkiler) 3- Hayvânât ve 4- İnsanlar.
Bu dört kısım içerisinde en ziyade cemâdât Hakk’ı zikrediyor. Zira hiçbir şeye ihtiyaç ve arzuları yoktur. Nebâtât ise neşvünemaya, anasır-ı erbaaya (dört unsur) ihtiyacı olduğundan, cemâdâta nispetle daha az zikr ve tespih ediyor. Hayvânâtın ise yemek-içmek ve sair ihtiyâcâta arzuları olduğundan nebâtâta nispetle daha az Cenâb-ı Hâlık’ı zikrediyor. İnsanlar ise daha ziyade ihtiyaç ve arzuya tabi olup hubb-ı dünya (dünya sevgisi) sebebiyle ekseriyetle gaflet etmekte olduklarından hayvânât, nebâtât ve cemâdâta nispetle daha az Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyorlar.”
Bana bu taksimat ve yoruma şu iki tevili yapmak mümkün gibi görünmektedir.
1-İhtiyacı çok olan ancak ihtiyaçlarından dolayı Allah’ı zikrediyor. Bu zikir makul olmakla birlikte zikri yapan kendisini merkeze aldığından dolayı hiçbir ihtiyacı olmadığı halde zikirde bulunan kadar makbul bir seviyeye ulaşamıyor.
2-Meşgalesi çok olanın meşgalesinin onu gaflete düşürmesi onu çokça zikir yapmaktan alıkoyarken, meşgalesi olmayanın ondan farklı bir şekilde çokça zikrine devam etmesidir. Şimdi diyorum ki:
“Ey Kıble Dağı! Hem daha uzun yaşayacaksın hem anandan, babandan, evladından, sevgilinden ayrılmayacaksın ve hem de Allah’a daha yakın olacaksın. İşin en ilginç tarafı ise ne tûl-i emel içinde olacaksın, ne de geçinme derdinde olacaksın ve bütün bunlara rağmen de Rabbine tam hulus-i kalp ile ibadet edeceksin. Sanırım ey Kıble Dağı; karşılıksız ibadet etmenin adı bu olmalı. Halbuki ey Kıble Dağı; biz insanlar o seviyeye ulaşmak için ne de çok riyazetten geçmemiz gerekiyor!” İşte böyle düşününce taş ve toprak olmaya hevesim artıyor. Yine hevesleniyorum Kıble Dağı’na ve diyorum:
“Ne gözler, ne hevesler sana geldi ve sana dokundu ey Kıble Dağı. Onları duyup anladın mı? Onların heveslerine ortak oldun mu? Kaygılarıyla kaygılandın mı? Onlar gitti ama sen hala olduğun yerde dimdik duruyorsun. Dedem, babam, ve kendim adına hüznüm artıyor.” Ahh diyorum ah. Ne zor imiş insan olmak.
Bir gün mezarlığa gittim, sırlar mahalline! Rahmetli abim, dedem ve babaannemin mezarlarını ziyaret ettim. Onların mezarlarını buldum ama dedemin babasının ve annesinin mezarlarını bulamadım. Daha doğrusu mezarları dümdüz olmuş, sanki oraya bir can gömülmemiş gibi. Toprak olmuş ve toprağın çoğu da rüzgârlarla başka yerlere savrulmuş gitmiş. Ve hatta bizim mezarlığa en yakın Kıble Dağı olduğu için muhtemelen bu toprağın bir kısmı Kıble Dağı’nın tepesine bile ulaşmış olabilir. Hüzün ve sevinçle karıştım. Tebessüm ettim ve ağladım. Rabbim bu ne hal… Korku ile ümit, heves ile heveskârlık, karanlıkla aydınlık birbirine karıştı.
Aristoteles’e muhalefetle Kelâm-ı Kadîm; cemâdâtın da bir nefsi, bir ruhu, daha doğrusu bir hissedişi olduğunu bize söylemektedir. Tıpkı Allah korkusundan yuvarlanan taş gibi, tıpkı kendi etrafında dönüp Allah’ı zikreden gölge gibi. Her şeyin ve herkesin hissedişi varsa, bizim de dert ortaklarımız çok demektir. Onlar şimdilik bizimle konuşmuyorlar ama biz onlarla konuşabiliyoruz. Kim bilir gün gelir onlar da bizimle konuşurlar. “Ümitten ümit kesilmez” derler.
Olmakla olmamak arasındaki fark nedir? Düşünenle düşünmeyen neden farklı yaratıldı? Dünle bugün arasında ne oldu? Dün; “dünya benden dolayı dönüyor” diyen adam, bugün neden yok ve dünya neden hala dönmeye devam ediyor? Toprakta can, ruhta nefs neden nefes alamıyor? Neden birçok sorumuza cevap bulmak için ölmemiz gerekiyor?
*Eskiyeni 31/Güz 2015, 173-175.
Bizim memlekette de(Rize, Güneysu) bir kıble dağı var.
Kur’an Kursu’nda yatılı olarak kalırken bu dağ hakkında arkadaşlar korkunç hikayeler anlatır bizi gece uyutmamak için türlü şeyler uydururlardı.
Bu dağın tepesinde bulunan ‘dağ cami’; babamın hafızlık yaparken ara sıra kurstan arkadaşlarıyla kaçıp bir kaç gün kaldıkları bir yerdi. Bu cami yenilenerek ‘Kıble Dağı Camii’ adını aldı.
http://uzungoltur.net/rize-guneysu-kible-dagi-nerede-nasil-gidilir-yol-tarifi.html
Yazınızı okuyunca aklıma, bizim Kıble Dağının bende uyandırdığı duygular geldi. Arkadaşlarımın hemen hepsinin çıktığı bu dağa gitmek bir türlü nasip olmadı. Hacca gitmiş gibi anlattıkları bu dağın tepesindeki caminin ışığı yaz gecelerinde kurstan görünür, acaba orada tek başına otursam nasıl hissederim diye bana düşündürürdü.
Şimdi ise aklımda şu ayet-i kerime’nin uyandırdığı düşünceler var.
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”
Kur’an’ın bakış açısından demek ki dağ denilen olgu pozitivist bakış açısının aksine sadece yer tabakalarının kırılarak yükselmesi veya alçalması ile oluşan bir şey değil ruhu olan bir varlık. Dağların akıllılık edip yüklenmediği bu sorumluluğu insan neyine güvenerek yüklendi. Ve bunu hangi insan yüklendi?