Sesi oldukça güzel olan bir imam arkadaşımdan dinlemiştim. Köy camisinin önünde vaktin gelmesini bekliyorlarmış. Derken vadilerde yankılanan ezan sesini işitmişler ve cemaatten bir amca şöyle demiş: “Hadi hocam! Şöyle gahırlı bir ezan oku!”
İnsanın acziyetini ve sınırlılığını düşündüğümüzde hüzün duygusunun kaynağına ulaşmış oluruz. İnsan, bir şeyi elde edememekten, hatta bir şeyi elde etmek için uğraşmak zorunda olmasından ötürü mahzun bir varlıktır. Eğer Tanrı gibi mükemmel olsaydık, hüznümüz de olmazdı. Biraz daha somut üzerinden düşünecek olursak örneğin ölüm gerçeği ve bu gerçeğin bizi ne zaman yakalayacağının bilinmez oluşu bizi fevkalade hüzne gark eder. Ölüm, yani yok olmak bir kaybediştir. En azından bu dünyayı kaybediştir. Diğer tüm kaybedişlerde olduğu gibi hüzün kaynağıdır. İnsan sevdiğini kaybeder, mevkiini kaybeder, geleceğini hatta geçmişini kaybeder ve hüzne dalar. Hayatımız birçok açıdan hüzün kaynağıdır. Bu nedenle olsa gerek, insanlar “gahırlı” şeylerden hoşlanırlar. “Gahır” yani hüzün ya da sevdiğim bir tabirle “melâl”, insanın içinde bulunduğu durumun dile gelmesidir. İnsan hüzünlü bir türkü dinlediğinde, zaten türküden önce hissettiklerinin dile getirildiğini, bir bakıma anlaşıldığını düşünür ve bundan haz alır. “Çivi çiviyi söker” tabirinde olduğu gibi hüznün ilacını, yine hüzünde bulur. Çünkü türkü, hüznünün paylaşılması anlamına gelir. İnsanların, anlaşıldıklarını gördüklerinde sevindikleri gibi, “gahır”lı ezgiler de insanın iletişimine ve duygularının tercümesine yardımcı olur.
Erkan Oğur’u tarif edecek olsam, “hüznün sesi” ifadesini kullanabilirdim. Yıllardır zevkle –hüznünden zevk alan bir insanın zevkiyle- dinlerim Erkan Oğur’u, şimdiye kadar neşeli bir türkü söylediğini duymadım. Hüzün, onun sesinde kendi ifadesini buluyor. Kendisi çok değerli bir saz sanatçısıdır aslında. Bilhassa telli çalgılar; kopuz, cura, bağlama onun bir parçası gibidir. Gerçekten icrasını izlediğinizde kopuzun, onun vücudunun bir uzantısı olduğunu düşünebilirsiniz. Sanki teller, saza bağlı değil de gövdesine bağlıymış da oradan ses çıkıyor zannedersiniz. Saz icra ederken kendisini kaybeden, ama yine o sazda kendisini bulan bir adamı görürsünüz. Layıkıyla yapılan her işte olduğu gibi bu durum da sizi oldukça tatmin eder. Erkan Oğur’un icrasını izlemek ve dinlemek sayesinde iyi hissedersiniz kendinizi. Ancak tüm bunların yanında ve hatta ötesinde esas saz, onun sesidir. Sesini bir saz gibi kullanır. Erkan Oğur’un sesini farklı kılan da budur bence. Bilhassa albümlerde kaydettiği parçalarda sesini bir enstrüman gibi kullanır. Ara nağmeler yapar sesiyle. Aslında insan sesini, müzik aletlerinin ses olarak ulaşmayı hedeflediği bir nokta olarak görmekte olduğundan bunu yapar. Hatta icat ettiği “perdesiz gitar” adlı sazını dahi bu düşünceyle vücuda getirdiğini okumuştum bir röportajında.
Erkan Oğur’un tiz sesine eşlik edebilecek en iyi ses de İsmail Hakkı Demircioğlu’nun bas sesi olurdu herhalde. Bu yüzden birlikte yaptıkları albümler birçok insanın türkü ile tanışmasına, türküleri sevmesine sebep olmuştur. 1998 yılında “Gülün Kokusu Vardı”, 2000 yılında da “Anadolu Beşik” albümünü yapmışlardı birlikte. Ben “Anadolu Beşik” albümü ile tanıdım onları. Sonra hiç bırakmadım. Yıllardır sadece konserlerde icra ettiler müziklerini. Erkan Oğur konserlerinde albüm yapmaktan pek hoşlanmadığını, yüzyıllar boyunca aktarıldığı gibi sözlü kültür ile bu geleneğin devamından yana olduğunu dile getirirdi. Nihayet, hayranlarının baskılarına çok dayanamamış olmalılar ki geçenlerde üçüncü albümleriyle karşımıza çıktılar: “Bilinmeyenle Karşılaşmak”. Albümün çıkışı vesilesiyle verdikleri bir röportajda Erkan Oğur isimlendirmeyi şöyle açıklamış: “Bilinmeyenle karşılaşmak hayatın kendisi. Kâinat bilinmez bir yola doğru gidiyor. Aynı zamanda felsefede aşkın tarifi. Müzik seslerinin de tarifi. Sadece aşkın değil, varlık olarak içinde bulunduğumuz halin tarifi. “An”ın tarifi. Hiçbir zaman sonrasını bilemiyoruz. Hayat bir sonraki anla karşılaşa karşılaşa gidiyor.” (Ceren Cıplak, Cumhuriyet)
Hüznün kaynağı olan “bilinememezlik” bir vakıa. Bir Müslüman olarak esas meselenin bu “bilinemez” durumun nasıl anlaşılacağı olduğunun farkındayız. Ama insanlar arasında bir köprü olacaksa bu hüzün, iyi bir başlangıçtır.
Yeni albümün içeriğinden de kısaca bahsedecek olursam öncekilere nazaran bu albümde biraz daha ‘çok sesli’lik var. Farklı birçok tınıyı bir arada kullanmışlar. Bu nedenle önceki iki albüm, daha bir alışılageldik türkü formatında iken bu biraz farklı olmuş. Müziği biraz daha sade sevenlere pek hitap etmeyebilir. Ancak ben beğendim. Erkan Oğur’un sesi, her parçada yeni bir hisle karşımıza çıkıyor. Bir parçayı her dinlediğinizde farklı dinliyorsunuz sanki. Önceki dinlediğinizden farklı bir tat alıyorsunuz. Bana ilginç ve güzel gelen bu oldu. Tabi Erkan Oğur müziğinin değişmeyen tarafı diyebileceğim kopuzla yapılan ara nağmeler yine insanın gönlünden bir tel kopartıyor. Müziğin bir enerji olduğunu söyler Oğur. Sanki bu ara nağme anlarında yoğun bir enerji salınımı oluyor ve çarpılıyorsunuz. Albümlerinin en sevdiğim tarafı budur. Kendi adıma en çok “Ahçik” türküsünün albümde yer almasına sevindim. Onu da albümün genel tarzında olduğu gibi biraz farklı söylemişler ancak yine güzel olmuş. Derler ya “ne yakışmaz” diye… Karadeniz türkülerinden daha fazla söyleyebilirlerdi. Hele konserlerinde vazgeçilmez parçalarından olan “Dursun Kaptan”ı albüme koymalarını çok isterdim. Deyişler de nispeten az olmuş. Edib Harabi’den “Daha Allah ile Cihan Yok İken” olsaydı tadından yenmezdi. Nasip, bir dahaki albüme diyelim. Onlar albüm yapmaktan pek hazzetmeseler de biz dinleyicileri yeni albümlerini hep bekliyor olacağız.
Zinde grubunun önemli ortak noktalarından biri de erkan oğur sevmek. Onunla ortak bir sese sahip olmak türkülerine eşlik etmek mükemmel bir duygu. Erkan oğur ve ismail hakkıyı canlı dinlemek ne kadar ankaraya daha çok yakışsa da o sesi dünyanın bütün karalarında -afrika dahil- dinlemek çok güzel bi durum olmalı.
Yeni albümü henüz dinlemedim ama hadi’nin erkan oğuru, erkan oğura uygun bir dilden anlatması yüzünden erkan oğuru iyi bilen biri olmama rağmen benim için bile tanıtıcı bir yazı olmuş. Teşekkür ediyorum.
evet ahmet’cim, zinde grubunun ortak noktası vurgun önemli. zinde grubunun tanımlanmasında ayırıcı bir unsur olarak bile kullanılabilir 🙂
Ellerine sağlık Hadi hocam. Biz Erkan Oğur’u senden dinleyerek de ayrı sevdik. Şimdi senden okumak da güzel oldu.
Anadolu Müziğinin bu muhteşem ikilisinin yıllar sonra gelen albümü, beni de çok heyecanlandırdı, farklı zaman ve mekanlarda dinleyerek hazmetmeye çalışıyorum hala. Her dinleyiş yeni bir ‘bilinmeyenle karşılaşma’ adeta. Bu karşılaşma anlarının yol açtığı iç ve dış keşifleri, ortaya çıkardığı hisleri ifade etmeye, hele yazıya dökmeye gelince iş, zorlanıyorum.
Bu bağlamda yazın benim hislerime tercüman oldu: “Hüznün Sesi”. Hakikaten Erkan Oğur, içinde ya da yakınında yaşadığımız “Hüzün Coğrafyası”nın sözcüsü gibi. Sanki bu coğrafyanın hüznünü müziğin diline tercüme ederek evrenselleştiriyor ve dünyaya duyuruyor. Ama eğer onu müziğini icra ederken izlediyseniz bilirsiniz ki, o bunu yaparken sadece mütercim ya da aracı değildir. Genelde Doğu, özelde Anadolu halklarının acılarına aşina, belki bir kısmını bizzat tecrübe etmiş, bu hüzün coğrafyasının bir ferdidir aynı zamanda. Her icrada o hüzünler deryasına dalar ve diplerden mücevheratını çıkarır, sunar bizlere.
Ama bundan fazlası da var. Erkan Oğur’un Batı’yla ve Batı müziğiyle tecrübesi de hüzünden arî değildir. Bu bağlamda içinde yer aldığı müzikal deneyimler ve kullandığı enstrümanlar Jazz ve Blues türleriyle akrabadır demek yanlış olmaz sanıyorum. Biribiriyle akraba bu iki müzik türü ise özellikle Amerikan müziğinde hüznün önde gelen temsilcileridir diyebiliriz.
Durum böyle olunca üstadım, yazına olabilecek en uygun başlığı atmışsın galiba. Tekrar ellerine sağlık.
Hüznümüz daim, sabrımız kaim olsun. Hüznümüzün kaynağı hakikati sezişimiz, sabrımızın dayanağı Hakka imanımızdır sanıyorum çünkü..
Pink Floyd’un hüzünle ilgisi nedir acaba sami’cim 🙂 senden bekliyoruz.
hayırlısı 🙂
Albümün tamamını dinlemeden yorum yapmak istemedim. Meşhur bir laf vardır. Çok kitap okumak yerine iyi bir kitabı çok okumak daha iyidir diye. Erkan Oğur’u dinlediğimde genelde bu laf aklıma gelir. Sanırım son albümü kitaplar için söylenen bu sözün müzik için de geçerli olduğunu bize gösterecek bir çalışma olmuş. Kaliteli bir müziği defalarca dinlemek, hatmetmek, ezberlemeye çalışmak herhalde müziğe nüfus etme isteğinden kaynaklanıyor.
Yalnız kaliteli olanın şöyle bir yan etkisi de var.
Kaliteli olanı duydukça, gördükçe, okudukça zevk alınan şey sayısı da azalıyor. Bu durum yaş ilerledikçe seçicilik arttığı için evlenme ihtimalinin azalmasına benziyor.
özellikle “kar yağar karamişa” türküsünü dinledikçe dinleyesi geliyor insanın, değil mi 🙂
Ellerine sağlık Hadi değerlendirme için. Ancak bu albümde hayal kırıklığına uğradığımı ifade etmem lazım. İlk olarak, “Sen Benden Gittin Gideli” gibi popüler bir şarkının neden seslendirildiğini tam olarak anlayamadım. Bu tür şarkıların Erkan Oğur’un tarzı olduğunu düşünmüyorum. İkinci olarak, albümde Erkan Oğur’un özgünlüğünü yansıtabilecek türkü sayısının çok az olduğunu düşünüyorum. Daha ziyade “Ağlama yar, Ömür dediğin, Yüce dağ başında” gibi bilinen türküler seçilmiş. Bu türküleri de Erkan Oğur’dan dinlemenin güzel olduğunu kabul etmeme rağmen, onun bu türkülere kendi tarzını fazla yansıtamadığını düşünüyorum. Bununla birlikte, albümde onun sesinin o kendine özgü tınısının ortaya çıktığı “Derdim bitmez, İşidin ey ulular, Dağ üstüne dağı koysam” gibi türkülerin de olduğunu kabul etmek gerekir. Herkese iyi dinlemeler.