Geleneksel toplumlar ile modern toplumları insan üzerinde değerlendirdiğimize/değerlendireceğimize göre; insan da öz olarak değişmediğine göre, geleneksel ile modern insanın değişim ve dönüşümünü geleneksel bakış açısından hareketle araçlar üzerinden yapmak zorundayız.
Modern insan, biçim olarak değişmedi, fakat zihinsel olarak farklı bir dünya görüşü alanına geçti. Bu da batıda yeni bir insan tipi yarattı. Bu yeni insan tipinin belirgin tipolojisi birey ve bireyci olmasıdır. 15. Yüzyılda üç şey bu insan tipinin, güvenlikli alanını besledi. Hümanizm, Protestanlık ve Bilimsel Devrimler… Rönesans döneminde, gelişen hümanist düşünce, insanın otoriterlerden sıyrılması gerektiğini telkin eden bir bilinç geliştirdi. Hümanizmle birlikte ise Avrupa insanı, kilise geleneğini, dini, azizlerin otoritesini sorguladı. Bu eleştirilerini, Antik Yunan kültürünü özgürleşmenin bayrağı kılarak yaptı. Ama Yunanlardan salt özgür düşüncelerini aldılar. Nihayetinde Yunanlar da eskide kalmış bir antikiteydi ve tüm tanrılarıyla, metafiziğiyle ölmüştü; fakat Yunan mitolojisi, sanatta, resimde, mimaride yeni yorumlarla tekrar işlendi ve diriltildi.
Protestanlık Modern Batı kültürünü inşa eden hareketlerin en önemlisidir. Katolik inanç, tam olarak, gelenek üzerine kurulu bir inanç yapısıdır. Avrupa insanı, din olarak, geleneğe inanıyordu. Çünkü İsa’nın konumunu kendisinin anlama şansı yoktu. Anlama işini kiliseye bırakıp kendileri salt inanç alanında kalmışlardı. Protestanlık bu Katolik inancın dayandığı temelleri, kaynağa dönüş, sloganıyla sarstı. İncili papazların elinden aldı ve köylülerin kaba ellerine verdi. Luther; İncil’i Almanca yazarak, Latinceyle gelenek içinde türeyen mukaddesleşmeyi, büyüyü bozdu. O dönem Avrupalı insanının zihninde yaşayan azizleri, kilise babalarını tekrardan öldürdü. Onların otoritelerini yok saydı. İnancı ‘iman’ üzerine temellendirerek, dinin toplumsal tesanütünü bozan bireyselci bir dindarlığın yayılmasına sebep oldu.
Bilimsel Devrimler, klasik anlatıların hepsinin yanlış olduğu bir fizik düşüncesinin yayılmasına sebep oldu. Dindar insanın tüm hikâyesi dünyaydı. Her şey burada yaşanıp bitiyordu. İsa bu dünyada yaşadı. Bu dünyaya inayet gösterdi. Buraya geri dönecekti. Dünyanın bu konumu dinsel bir yorum olarak, dünyanın merkeziliğini güçlendiriyordu ve Hıristiyan teolojisi bu yorumu benimsemişti. Güneş sisteminin bulunmasıyla, evrenin merkezinin güneş olduğu düşüncesi keşfedilmiş oldu ve özellikle bu keşif, dini yorumların hepsini çöpe attı. Böylece, ‘bilginin kaynağı ne’ tartışması ‘bilimsellik’ özelinde yeniden düşünülmeye başlandı. Fizik âlemi deney ve matematiksel çözümlerle anlaşılıyordu; ama bununla birlikte ‘insanın bilgiyle kurduğu rasyonel ilişki nasıl oluyordu?’ Descartes ‘cogito ergu sum’ diyerek, bilginin dayandığı temelde insanın kendisini sistemin merkezine koydu. Bu da bilen-insan(özneyi) ve bilinen-cansız doğa (nesne) ayrımını ortaya çıkardı. Böylece, tüm varlığını doğayla kurduğu canlı ilişki üzerine kuran geleneksel insanın doğayla olan irtibatı koptu. Doğa gittikçe yabancılaştı insana ve de insan da gittikçe doğaya yabancılaştı.
Doğa nesnelleşince, salt tüketimin bir konusu haline geldi. Doğayı insan, bereket anası, tanrıların mekânı ya da buna benzer düşüncelerle değil, insanın üzerinde her türlü tasarruf sahibi olduğu bir cansız mekân haline dönüştürdü. Protestanlık, bu yaklaşımı besledi. Çünkü Protestan düşüncede de özne insandır ve her şey onun için yaratılmıştır. Bu kapitalist iştahı daha fazla heveslendirdi.
Katolikliğin yatay yayılımı, Avrupa Coğrafyası üzerinde, politik gücünü kaybedince, Monarşiler, küçük yönetimler içinde bağımsız karar alabilecekleri bir güce kavuştu. Filozoflar, yönetim yasaları üzerinde düşünce üretmeye başladı. Politik yasa düşüncesi, ‘doğal hukuk’ özelinde yeniden kurgulandı., Spinoza, Locke, Hobbes politik risaleler yayımladı. Bu düşünceler zamanla siyasi alanı, her türden otoriteden bağımsız bir parlamenter idareye doğru sevk etti. Fransız filozoflar/sosyologlar ‘özgürlük ve eşitliği’ Krallara ve Papaya karşı bayraklaştırarak Fransız İhtilali’ni başlatan lokumun fitilini ateşlediler.
Doğal Hukuk teorileri ahlakın kaynağı üzerine yapılan çalışmaları da etkiledi. Descartes, ‘sağduyu’, Kant ‘vicdan’ üzerine toplumsal ilişkinin kurulacağı teoriler ortaya attı; fakat bütünüyle tanrısallıktan arındırılmış bir alan içinde, birey sadece kendi iştahıyla yaşar. Bizim geleneğimizin dillendirdiği “iyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlık bilir” sözünde saklı yaratıcının bilmesindeki fedakarlık, modern ahlak yaklaşımlarında yoktur.
Ancak modernizm, insan özünü cevher/töz olarak kabul etmediği için sürekli gelişimci; ilkel/modern ayrımına gitmektedir ki, bu anlayış gelenek ile en önemli ayrımı doğurmaktadır. Onlara da bu bağlam üzerinden bakabiliriz/bakmalıyız.
1-Geleneksel ve modern toplumlarda, egemenliğin araç ve gereçleri değişmiştir. Gelenek din ve kutsal üzerinden hedefine varmak ister. Modernite ise ticaret, silah veya eşya üzerinde vekil egemenlik kurar ve kurgular.
2-Metod/usul olarak, gelenek ya da modernizmi eleştirdikten/kritik ettikten sonra onların önerilerini kabul veya red edebiliriz. Toptan kabul veya toptan red “akıl çıkmazını” doğurmaktadır.
3-Her ne kadar üzerinde ittifak edilmese de İslam geleneğinin egemen olduğu toplumlarda, toplumsal yapı tek düze değil heterojen karakterlidir. Her birey ve özellikle de cemaat kendi değer ve inançlarını yaşama hakkına sahiptir.
Modern toplumlar çok kültürlülüğü teorik olarak çokça kutsasa da modernizmin doğası, çok kültürlülüğün yaşamasına, küresel etkileri itibariyle fazla hayat hakkı tanımamaktadır.
4-Geleneksel toplumlarda eğitim seçkinler içindir. Bu seçkincilik, bireyin yeteneği ve maddi imkânları çerçevesindedir. Örgün eğitim yoktur. Örgün düzeyinde terbiye edici kurumlara sahiptir. Bizim geleneğimizde, ticari olarak Ahî teşkilatı ve sosyal yaşamı düzenlemede ise tarikatlar bu işlevi görmektedirler.
Modern toplumlarda eğitim; örgün ve yaygındır. Her bireyin okuma hakkı vardır ve özellikle kadınlar için büyük imkânlar sağlanmıştır. Ancak toplumsal etkinlik ve yetkinlik yine seçkin eğitimcilerin elinden kurtulamamaktadır.
5-Geleneksel toplumda pratik olarak tölerans ve hoşgörünün sınırları epeyce geniş tutulmuştur. 1450’de feth olunan İstanbul’da havra, kilise v.s. Cumhuriyet dönemine kadar varlığını devam ettirmiş ve korunmuştur. Ancak Cumhuriyet ideolojisi ben merkezci narsiziminden dolayı, seküler olsa da (güya) İslâm dışındaki milletlere ve mabetlere hoşgörü ile bakmamıştır.
6-Geleneksel toplumların dünya görüşü, Tanrı merkezlidir. Bu merkezilikte Hristiyanlık Tanrı adına kilise ve kilise babalarının görüşlerini esas alarak Tanrı adına baskıcı, jakoben karakterlerin öne çıkmasına sebep olmuştur.
Müslüman toplumlarda, Tanrı adına Kur’an’ın söylemleri merkezi konumdadır. İnsanî yorumlar -kilisede olduğu gibi- Allah adına hiçbir zaman herkesi bağlayıcı düzleme çıkmamıştır.
Modern Toplumlarda, dünyanın merkezine eşya/kapital yerleştirilmiştir. Dünyevileşme hayatın ve hayalin bütün alanlarını kuşatmıştır.
7-Geleneksel toplumlarda şehir hayatı, meşrebe ve mesleğe göre şekillenmiştir. Modern toplumlarda ise sahip olunan mülkiyete/zenginliğe göre şehir yapıları oluşturulmuştur. Bu türden şehirlerde; “komşu komşunun külüne muhtaç” değildir. İnsanlar muhtaç olmamak için bütün hayatlarını/ömürlerini yalnızca dünyadaki hayatlarını idame ettirmek için harcamaktadırlar.
8-Geleneksel toplumlarda, bilgiyi kim üretirse üretsin ortak mülkiyet olarak algılanmıştır.
Modern/modernizm ise bilgiye patent hakkı tanıyarak bilgiyi üretene mülk yapmıştır. Telif hakkı, insanları bilgide daha fazla üretkenliğe sevk etmiştir.
9-Geleneksel toplumlarda; dil, düşünce ve haz çeşitliliği çoktur. Bireyin isteğine uygun üretim çeşitliliği korunmuştur ya da imkânlar böyle şekillenmiştir.
Modernizm ise nicel üretim olarak fabrikasyonu esas almış ve bu durumda da tümel manada insanlara hizmet etmektedir. Konfeksiyoncu ile terzinin ürettikleri bunun tipik örnekliğini temsil eder.
10-Geleneksel toplumlarda insanın doğumu ve ölümü doğal seklesiyona mecburen tabi olmuştur. Çok doğum ve çok ölüm insan ömrünün ortalamasını düşürse de nitel olarak uzun yaşama etkindir.
Modern toplumlarda, az doğum ve her bebeğin yaşaması esas alındığından tıp alabildiğine etkin olmuştur/olmaktadır.
11-Geleneksel toplumlarda ilişkiler; daraltılmış yüz yüze tarzdadır. Modern toplum ise küresel araçlarla küresel ilişki içindedir. Birisinde duygusal ve bilişsel ilişki doğrudan, diğerinde ise bu ilişki dolaylı olup, yalnızca kelime ve suretlerle yapılmaktadır.
12-Modern toplumlarda yaşamak, karmaşık ve çok şeyi bilip tecrübe etmek esasına dayandığından bireyin temyiz yaşı neredeyse 30’unda başlıyor. Geleneksel toplumlarda ise hayatın basitliğinden dolayı 9 veya on yaş temyiz için yeterlidir.
13-Geleneksel toplumlarda, meslekî olgunluklar genel bilgi içinde özeli bilmektir. Modern toplumlarda ihtisaslaşma çok derin ve bireyin bütün çalışma alanını kuşatmaktadır. Bu, doğal olarak bilginin çokluğu ve karmaşıklığı dolayısıyladır. Ancak sonuç olarak her meslek sahibi kendi ihtisas alanını kutsadığından, ihtisas alanları neredeyse tanrılaşmaktadır.
14-Geleneksel toplumlar, varlık hakkında detaylı malumata sahip olmadıkları için bilinmez/sırrî/hurafî inaçlara daha meyyaldir.
Modern toplumlar ise daha net, katı ve kuralcıdır. Ancak modern insan da gizemli seküler tarzda inanmaya sebep olabilecek araçlar aramakta ve onlara kutsallıklar atfetmektedir.
15-Geleneksel toplumlarda, kan bağı özelinde aile önemlidir. Sosyal ilişkiler aile ile sağlanır.
Modern toplumlarda ise sivil toplum kuruluşları vasıtası ile bu bağ sağlanır.
Yine geleneksel toplumlarda aile, geniş ailedir. Anne baba, çocuk, büyük anne ve büyük babadan oluşur. Ailenin diğer unsurları olan amca, teyze, hala, dayı da aile ile yakın ilişki içindedir. Bu durum yeni bireylerin büyümesinde, yetişmesinde genç anne ve babaya hayatı kolaylaştırmaktadır.
Modern toplumlarda ise çekirdek aile ve hatta tek anne ya da babadan (sıngle parent) teşekkül eden aile öne çıkmaktadır. Bu durum, yeni bireyleri/ çocukları büyütmede genç anne ya da baba için büyük sorun oluşturduğundan bu hususta da sivil toplum kurumlarına hayati düzeyde ihtiyaç duyulmaktadır.
16-Modern toplumlar, dünyevileşmeyî bütün cepheleriyle sonuna kadar hayat gayesi yapmıştır. Geleneksel toplumlarda ise uhrevî ümitleri esas alınmıştır.
17-Modern toplumlarda hareketlilik, çoğunlukla nitelik dikkate alınmadan (acelece) hayatın odağı iken, geleneksel toplumlarda ise durağanlık kutsanmıştır.
18-Geleneksel toplumlarda; saltanat, tek bir bireyin tercihlerine göre şekillenmiştir, modern toplumlarda demokrasi, çoğunluğun tercihleri şeklinde yönetime yansımaktadır.
19-Geleneksel toplumlarda insan hakları, güçlüler tarafından çoğunlukla ihlal edilmiştir. Modern toplumlarda ise insan hakları, kişilerin mensup oldukları toplumlar ya da devletler tarafından korunmuştur. Ne var ki bu duyarlılık kendi teb’aları olmayanlar için hiç dikkate alınmaz.
Geleneksel ve modern toplumlar dayandıkları güç kaynağını nereden almaktadır?