Filozofların ekserisi, “zaman, hareketin birimidir/sayımıdır”[1] düşüncesini paylaşır. Bu tanımın sosyal hayattaki karşılığı olarak, harekette olan için zaman vardır öncülünü kullanabiliriz. Hareket etmeyen için zaman durur. Bu diyalektiğin en naif gerçeğidir. İnsanî varlığımız, dünyanın dışındaki bir hareket kanununa bağlı olarak kendi güncesini belirliyor ve biz bu hareket kanununa öznel karşılıklar vererek yazgımızı inşa ediyoruz.
Kur’an bize evrenin hareketiyle ilgili gerçeği, şu ayetlerle öğretir. “Gece onlar için bir mucizedir. Gündüzü ondan soyup alırız da onlar karanlığa gömülüverirler. Güneş, kendine özgü bir durak noktasına doğru akıp gidiyor. Aziz, Âlim’in takdiridir bu. Ay’a gelince, biz onun için de bir takım durak noktaları/bir takım evreler belirledik. Nihayet o, eski hurma sapının eğrilmişi gibi geri döner. Güneş’in Ay’a ulaşıp çatması gerekmiyor. Gecenin de gündüzü geçmesi gerekmez. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (36/37-40) Kur’an; zihnimizi, hareketle zamansal akış arasındaki gerçeklik konusunda sürekli canlı tutar. Nihai noktada insan yazgısı, başlangıç ve bitiş arasında değerini kuran bir vakte yazgılıdır. İki türlü de zamanın diyalektiğinin dışına çıkmamız mümkün değil. Evrenin hareketi bize bir ömür bağışlıyor ama ölüm bize hareket kanununun dışında bir gerçeklik alanı yaratarak, bilinen zaman algısının nihayete erdiği bir durma/bekleyiş aralığı oluşturuyor. Bu zamanın yok hükmüne sokulmasıdır. Bu düşünceyi, ilk olarak zamanın izafiyetini savunan filozof Kindî’de (866) görmekteyiz.[2] Albert Einstein(1879-1955), ‘İzafiyet Teorisi’yle bu düşüncenin bilimsel formülasyonunu oluşturmuştur.[3] Teorisinin temel noktası, ‘zamanın, hareketin hıza bölümü’ olduğu düşüncesidir. Hareket hızlandıkça zaman küçülmekte, hız azaldıkça zaman büyümektedir. Bu anlamda, yer çekimi ve ışığın sabit hareketi hakkında yapılan açıklamalar bu teorinin en önemli ayaklarını oluşturmaktadır. Bu düşünceden hareketle oluşturulan ikizler teorisine göre; ikiz kardeşlerden yavaş hareket edene nispetle hızlı hareket eden daha genç kalmaktadır. Doğal olarak biliyoruz ki, hızlı ve doğru hareket eden, yavaş ve doğru hareket edenden fersah fersah öndedir.
Zamanı bir varlık olarak nasıl tanımlamalıyız? Tanım için fizik bilimi bize, hareketi işaret ediyor. Tarih ise, insanın nihai yazgısını. Bu iki gerçeklik alanını buluşturmak, farklı iki yasa düşüncesini aynı anda düşünmeyi gerekli kılmaktadır. ‘Fizik kanunları’ ile ‘insan varlığında yasa kabul etmeyen ruhsal alan’. Kur’an bize sürekli olarak iki gerçeklik alanının diyalektik yapısı içinde düşünmeyi salık vermektedir. Dikkatimizi, evrenin devinimi konusunda, fizikî yasalardan bahsederek bu gerçeklik içinde tutar, ama insan yazgısı söz konusu oldu mu, düşüncenin psişik ve yasa kabul etmez gerçeği devreye girmektedir. Bu geçiş, bilimsel olandan, şiirsel olana geçiş sınırıdır. Kur’an, geçmiş bir kavmin, sert, güçlü uygarlık yapısından bahsettikten sonra birden, bizi, onların hiçbir zaman duyulmayacak olan fısıltılarını dinlemeye davet eder. Geçmiş tam bu anda yeniden inşa edilir ama bu sefer, nihai sonun insan yazgısındaki anlamını yeniden öğretmek için. Bu durumu, ‘Geçmiş, an ve gelecek’ üzerinden anlamamız gerekiyor. “Dün/geçmiş, diye bir varlık yoktur. Yarın/gelecek, diye bir varlıkla da hiç karşılaşmadık. Bizler her zamanı, “bir an” olarak yaşarız ve o an bütün zamanları ve zamanlarımızı kuşatır.” Merhum Elmalılı bu konuyu açıklar mahiyette Asr suresi için yaptığı tefsirinde şu şiiri paylaşır.
“Mazi hayal, manzar-ı âtî henüz adem,
Bir an imiş meali kitab-ı vücudumun”
Geleneğimizde, zamanı/vakti iyi kullananlar için söylenen; o “vaktin çocuğudur/İbnû’l-vakt” özdeyişi, çerçevesi ‘an’ olarak çizilen zamanı bilmemiz noktasında önemli bir yer işgal etmektedir. Bütün varoluşumuzu bu sözün anlamına uygun geçirmemiz hayrımızadır. İçinde iş tuttuğumuz vakit bizimdir, ötesinin bizimle hiçbir ilgisi yoktur. Bereket de, hayır da harekettedir. Yüce Kitap şöyle buyurur: “Her canlının/dabbe rızkı Allah’a aittir. ” Burada dikkatimizi çeken “dabbe” kelimesidir ki, onun sözlük anlamı, “asgari düzeyde, sırtı üzerinde hareket eden varlık” demektir. Rızkın ilahî kefaleti, asgari düzeyde de olsa harekette bulunmaktır.
Hayat ve zaman; esasta bir nefes, nefes ise esen bir rüzgârdır. Her şeyi eskiten bu rüzgâr, akıp gitmektedir ömrümüzden. Kimine göre meçhule doğru, kimine göreyse, hesabın görüleceği bir maluma doğru seyir halindedir. Bu rüzgar, en sert kayaları, toz toprak yaparak yumuşatmakta. Bizler bu zaman çemberinde, zamanla kayıtlı/sayılı dünyaya geliyor ve vaktimiz nihayete erince “kayıttan düşüyoruz.” Dünyaya ‘kaydımız/kaygımız’ bitiyor ve yeni bir kayıt başlıyor.
Ataullah İskenderî, Hikemiyât adlı eserinde; “Her ibadetin kazası mümkündür, ancak vaktin kazası yoktur” buyurmaktadır. İnsanın bu dünyada ve ahirette mutluluğa ulaşması, zamanının değerini iyi bilmesiyle doğru orantılıdır. “Vakit nakittir” demişler ki, aslında vakit; nakitten katbekat daha kıymetlidir. İnsanın ömrü, her nefes alışta tükenirken, insan o nefesleri iyi, güzel ve hayırlı işler için kullandığında, bu dünyada ömrü azalsa da öte dünyada ömrü katbekat artmaktadır. Ömrün bereketi, iyiliğin ömrü uzattığının manası bu olmalıdır.
Zamanın büyüsü, gelecek söz konusu olunca, uzun zaman sürecek bir zorluğu telkin eder insana. İlerde görülen zaman, ağır bir yorgunluğu esinler insana. ‘O An’ların içinden, o katı yorgunlukların içinden usulca geçeriz ve her şey bir anda geçmişe bürünür. Biz, bütün bir insanlık tarihinin gerçekte kendi ömrümüzle mukayyet kılındığı vehmiyle yaşarız ve geride bıraktığımız her an, yaşamın sonunu bize hatırlatarak, sonun gizemini yeniden kurar insanî varlığımızda.
İnsanların günleri, ayları ve yıllarının hayat içerikleri birbirine benzer ve neredeyse aynı tarz, şekil ve tempoda devam edip gitmektedir. Hz. Muhammed bize, bitişin yazgısıyla, mükellef olduğumuz ömrü hayatımız arasında kurmamız gereken gerçekliğe dair açık bir bilinç halini öğretir. “İki günü eşit olan bizden değildir.” Hayat kanununu bize öğreten bu hadis, ne yazık ki Müslümanlar tarafından değeri takdir edilmiş bir söz değildir. Her gün aynı işi yapan, yeni bir şey öğrenmeyen, yeni bir şey keşfetmeyen, kimseye de bir şey öğretmeyen bir kimse, yüz yıl yaşasa da bir gün, bir ay, iyi niyetle söylersek bir yıl yaşamış gibidir. Ömrün uzaması ve bereketi; o ömrü nasıl kullandığımızla doğrudan ilgilidir. Aksi halde fazla yaşamakla, fazladan zaman harcamış oluyoruz. Bu sebeple, bize, yaptığımız iş dolaysıyla fazlasıyla ömür verilmiştir. Hayatın kısalığından şikâyete mahal yoktur.
Vakti herkes aynı yoğunlukta ve etkinlikte elbette kullanamaz. Her bir insan teki, kendi kapasitesi, ortamı, tarihsel arka planına göre vakti kullanır ve vakitten etkilenir. Birine göre; “gün olur asra bedel”dir, başka birine göre yüzyıl geçer bir gün gibi. Önemli olan, her bir insanın kendi kapasitesi ve konumunu bilmesi ve bu farkındalığına uygun şekilde zamanını kullanmasıdır. Allah’ın yarattığı en müstesna varlık olan insan ve özellikle de orta seviyedeki bir insan bile vaktini iyi kullanırsa, bir dâhinin yapacağı birçok işi yapmaya muktedir bir varoluş seviyesine kavuşabilmektedir. Büyük eserler ortaya koyan, dâhi diye adlandırdığımız birçok düşünür ve mucidin ortak ifadesi şudur: “Dehamızın kaynağı; vakti iyi kullanmamızdır. Usûlüne/metoduna uygun ve sürekli çalışmamızdır.”
Zamanımız hız çağıdır. Modern yaşam, teknolojinin gelişmesiyle hız kazanan araçların etkisi altında bir kültür yapısı içinde yaşanmaktadır. Bir uçak, kısa zamanda mesafeler katederek bizi uzak memleketlere ulaştırır. Eskiden altı aya, bir yıla ulaştığımız yerlere şimdi üç-beş saat içerisinde varabiliyoruz. Asrımızın büyük keşiflerinden başka biri de, geçmişteki bilim paradigmasını tersine çeviren, bu çağı bilgi çağı haline getiren bilgisayar ve onun özelinde internettir. Birçok bilgiye kısa zamanda ulaşabiliyor, eski zamanlarda kendisine ulaşmak için çok zaman harcadığımız bir kitaba ya da bilgiye anında ulaşma imkânına kavuşabiliyoruz. Rahatlıkla görebilmekteyiz ki, hız bize kocaman zaman kazandırmaktadır. Ancak hızlı olmak ve bunlara ulaşmak, bunların sahip olduğu bilgiyi içselleştirdiğimiz, onunla yeni inşalarda bulunduğumuz anlamına gelmiyor. Bu hususta istenen hedefe varmamız, o bilgileri fiili hale getirmemiz, bu bilgilerin bize ait olmasını temin etmemiz ve o bilgiler üzerinden yeni bilgiler inşa etmemiz için, bireysel emeklerimize daha fazla ihtiyaç vardır. Hızlı hareket ile aceleciliği birbirinden tefriki göz ardı etmemeliyiz. Aksi halde ilahî inayet bize uğramaz.
İlahî inayet fikrinin öncüsü İbn Sina; zamanı göksel kürelerin ve feleğin hareketi ile tanımlar. Ona göre bir felek ne kadar maddi bağımlılığın dışında ise o kadar soyut ve zamandan bağımsızdır. Bir varlıkta maddi olma mahiyeti azaldıkça, o varlık aklî olarak genişlemekte, zaman üstü açılımlar sağlamaktadır. Zaman ve mekân üstü olan, kuşattığı varlık alanları üzerinde fail konumdadır ki, en dıştaki küre bütün kürelerin hareket kaynağı, kürenin hareket kaynağı, kendi nefsi iken, nefis kaynağını felekten, felek ise gücünü ve kaynağını el-Evvel’den almaktadır. Böylece bu meydana gelen hareketler zorunlu iradî olsa da iş, aşk ile yapılmaktadır.[4] Aşkın ve aşkla yapılan işlerin zamanla ilgisi ya yoktur ya da çok azdır. İlahî aşkla işlerini yapan en müstesna varlıklar meleklerdir.
Allah şöyle buyuruyor: “Sizin yanınızda elli bin gün, Rabbin yanında bir gün (yevm) gibidir.”[5] Bu ayetten kasıt; Allah adına iş yapan meleklerdir.[6] Buradan hareketle şöyle bir yoruma gitmemiz yadırganacak bir durum olmamalıdır: Meleklerin diğer varlıklardan üstünlüğü; bir anda çok ve doğru iş yapmalarındandır. Çok ve doğru iş yapmaları ise Allah’ın emrine uymaları ve zamanı iş için hızla kullanmalarından kaynaklanmaktadır. O zaman, eğer meleklere benzemek istiyorsak, bir işi onlar kadar olmasa da doğru, hızlı ve aşkla yapmamız gerekir. İnsan, melekî bir yetenek olan soyut akla sahip olması nedeniyle melekler gibi vakti hızlı ve hayırlı kullanma nimetine ve imkânına sahiptir.
Akıl nedir, neden önemlidir? Şeklindeki bir soruya cevap olarak “akıl; soyut, ayrım yapan, hafızası bulunan ve bu sebeple de bilgi üreten bir varlık olması dolayısıyla büyük varlık ve varoluş imkânına sahip şeydir” deriz. Soyut bir varlık olan akıl, mekânı hızlıca kat eden -zamana hapsolmaktan azade olduğundan- yaptığı işe anında müdahale eden, onu kuşatan ve onu varlık alanına çıkarmaktan dolayı; az zamanda çok iş yapan, çok zamanda ise kainâtı idare edecek imkâna ve güce ulaşarak insanı üstün varlık mertebesine çıkarandır.
Aklî ve zihnî hareket, en çok muhtaç olduğumuz hayat tarzıdır. Ancak hayra yönelik hızlı harekete sahip olmamız, yaptığımız işin niteliğinin bozulacağı anlamına gelmemelidir. Hıza nitelik katmak, hızın amacına uygun fiiliyatta/amelde bulunmaktır. Vakti iyi kullanmak demek, yapılması elzem olan şeyleri ehemmiyetlerine göre konumlandırıp yerinde ve zamanında yapmaktır. Zaman harekete tabi ise, o bizim hareketimiz sayılan işimize tabi olmalıdır. Zaman işimizi önceliyorsa, hayata geriden başlıyoruz demektir.
Her şeyi, yerine ve konumuna uygun yapmamızla ilgili olarak şuurumuzun uyanması için şu örneği unutmamalıyız: Bir Müslüman’ın Kur’an okuması, onu anlamaya gayret etmesi takdire şayan bir husustur. Ancak Kur’an okuyorum, vaktimi bu hayırlı işe harcıyorum, namazları kılmasam ya da vaktinde eda etmesem de olur demek, zamanın amacının dışında kullanılmasıdır. Hareket halinde olsak da, varacağımız hedefin aksi yönüne gidiyoruz demektir. Ziya Paşa (1825-1880) bu hususu muhteşem mısralarıyla şöyle ifade etmektedir.
“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde”
Birçok acemi müneccim, gökte yıldız arayıp yön ve zaman tayinine çalışırken, gaflete dalarak yolları üzerindeki kuyuyu bile görmekten aciz bir hal içinde ve belki de o kuyuya düşüp hayatını bile kaybetmiştir. Miletli Thales’in hikâyesi eğlenceli bir örnektir bunun için. Gökyüzündeki yıldızlara bakarken kuyuya düşer filozofumuz. Bu durumu gören köle bir kadın şunu söyler. “Sen göktekileri görmek isterken, ayaklarının altındakini görmüyorsun.”
Allah, zaman ve mekândan münezzehtir. O; Evvel’dir, Ahir’dir. Evveli de kuşatır, Ahiri de. Kuşattığı âlemi bilen Allah; bu sebeple de âleme kudretiyle istediğini yapan ve yaptırandır. Yüce Allah’ın isimleri hem yarattığı bütün varlıklarda tecelli eder ve hem de her varlık bu tecelliye yönelir, ondan müstefit olur. Öyleyse neyi kuşatıyorsak; o şey bizim bilgimiz ve egemenliğimiz altına girmiş demektir. Konumuz itibariyle zamanı ne kadar kuşatır ve kullanırsak zaman da o kadar bizim bilgimize ve kudretimize boyun eğer. Bu açıdan bizlerin ilahî kemâlâtı -noksan da olsa- fiilimizde tecelli ettirmemiz gerekmektedir.
[1] Arno Borst; Avrupa Tarihinde Zaman ve Sayı COMPUTUS; Çev., Zehra Aksu Yılmazer, Ankara, 1997, s.17
[2]Bkz. Mehmet Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, Ankara,1999, s.170-173
[3] Eınstein; Bilim İle Felsefe Yazıları, Ed. Ve Terceme; Nejat Bozkurt; İstanbul,2006; s.315vd.
[4]Bkz. İbn Sina, İlahiyat-ı Şifa/Metafizik, Çev: Ömer Türker, İstanbul, 2011, s.308-318
[5] Kur’an ; Hacc/47
[6] Hacc/47. Ayetin zikri geçen manaya geldiğini şu ayet tavzih etmektedir. ”Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde (yevm) O’na yükselir.” Meariç/4