Murat Baç, Kaos Kelam Hijyen Şiddet, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul, 2012.
Açık öğretim kitaplarından biri, Epistemoloji kitabı sayesinde tanıştığım Murat Baç’ın bence en temel özelliği, felsefeyi kavramlar bulamacına batırmadan, günlük eylem dizisi içinde felsefenin anlamını aramak ve ameli boyutta incelemeleri aktarmaktır. Epistemoloji‘de biyoloji ders kitaplarında anatomi kısmına dair hissettiğim duyguyu tekrar yaşamıştım. Bu kitabın konusu benim bedenim. Sahip olduğum tek varlık hakkında keşif şevk vericiydi. Bir dizide röntgen filmini gören adamın tepkisini ekleyeyim, “aman ya Rabbi, adamın içine mazgal kaçmış.” Bu kitabında da bahis mevzuu özellik, hayatın içindenlik bariz. Murat Baç bu kitabında kısaca, günlük hadiseler içerisinde ontolojinin –çağdaş manada- nasıl işlerlik kazandığını Wittgenstein ve yüzyıl takipçileri üzerinden anlatıyor. Kendi öz deneyimi Kanada eğitiminden parçalarla doğu batı karşılaştırmalarına soyunuyor.
Yazar ana bölüm, yedinciyi öne almak yerine ilk bölümlere, örneklere baş vurarak başlamasıyla şöyle düşünüyor olmalı, önce tespitler sonra nihai karar, bir nevi tümevarım. Son bölüm sekinzinciyi bedbin bir ifade ile bitirmesi ise herhalde Foucaultçu bir saike: “insanın yüzünün yerküreden kuma yazılmış yazının dalgalarla silinmesi gibi silineceği”ne işaret ediyor. Bu yönden onu, sağlam ve yeni bir ontoloji oluşturan biri olarak görmemize gerek yok, fakat verdiği örnekler ve yaşantısından anılar; batı aklının karakteristiği ve insana yüklediği önemin anlık ve mekanlık katmanda gerçekleşeceği yönünde müthiş içeriklerle dolu. Bu yönde bazı açmazlarının olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Mesela bir yerde körlükten bahsederken insanların buna duyduğu hoşgörüsüz ve acımasızca tavırla, başka bir yerde siyahi birini tasvirden dem vururken arkadaşının içinde bulunduğu hassasiyeti tanımlamada aynı değer ölçütü üzerinden şaşkınlık sergiliyor. Karşımızda mükemmel bir dünyaya düşmüş garip bir anti-kahraman var. O, ne yapılırsa garipsemek ve anlamlandırmakta zorluk çekmekle mustariptir. Bu ise onun tezi için epeyce değerlidir, zira kafasında doğu ve batı aklı birbirinden tamamen farklı kulvarlarda emeklemek ya da koşuşturmaktadır. O şaşkınlığını aitlik zorunluluğu ile malul olduğu doğu toplumuna havale eder. Batı logosu/aklının amacı “sistematiklik, işleyişte verimlilik, çileyi sıfırlamaktır. Logosun temel saldırı hedefi gizem, belirsizlik, kaos ve sessizliğin kapladığı o ürkütücü alandır.”s. 17. Murat Baç’ın burada kanımca ikinci açmazı ortaya çıkıyor. Kitapta; sürekli söz ettiği düzenlilik, boş vermeden hayatını tıkırında yaşamak bütün insanların ortak paydası olabilecek iken -işin doğrusu bu doğulu bir toplum için de kurgulanabilecek iken- kuralların ilginç uygulanımıyla ‘farklı iki evren var ve bunlar arası hiç aşılamaz’mış gibi zımni bir vurgu mevcut. Tabii ki uygulamalardaki abartı göz önüne alınınca bu tarz şeylere şaşırmamak elde değil. Elif Şafak’ın bir romanıydı, sanırsam Araf’ta idi; Amerika’da en olmadık tabelaların varlığından bahsediliyordu: “dikkat kar kaygandır, düşüp bir yerinizi incitebilirsiniz” Bu tarz göndermeleri garipsememek mümkün mü? Yazar, öğrencilerin tanışma ertesinde ellerine tutuşturulan kağıtlarda yazan “Kuzey Amerikalı günlük iletişimleri sırasında aralarında yaklaşık 3 ayaklık mesafe bulunmasını tercih ederler.” sözü, 2000 yılı senaryolarıyla gaz maskesi satışının patlaması ve bunun köpekler içini bile olması; ölüm yatağında birine sarılıp moral verileceğine; ona imzalı kartlar sunulmasına, sanal hayatın aldatıcılığından, sağlıkta sakınan göze batan çöplere kadar bu dünyayı kavramada bizi zorlayan örnekler sunmakla benzer etkiyi uyandırıyor. Böyle süregiden örneklerle batı dünyasının logosunu gerçekleştiren şeyi anlatırken bir yandan da biz ne değilizi yahut ne olunması gerektiğimizi bazen yadırgatan alınganlıklarla, bazen haklı ve yerinde tespitlerle güzelce ve en önemlisi eğlenceli zekâ alametleriyle, muhabbet tadında aktarıyor.
Kitap sekiz bölümden müteşekkil, burada yazarın aklından asıl geçeni belirtmek için birinci bölüme yedinciyi almalı ve üzerinde durmalıyız. Yedinci bölüm bam teli, zira varlık, hakikat ve görüngü/fenomenoloji kavramlarının içeriğini sunuyor. Bölümde yazar: varlık sorgulanırken insanların neden donup kaldığı; kurbağa, bulut gibi varlıklarla gölge, müzik gibi varlıklar arasındaki kategorik farklılık; metafiziğin anlamı ve tarihsel gelişimi; Sokrates öncesi arche, Sokrates sonrası Platon’un ideal dünyası; Platon’un karşı çıktığı atomcu ve sofistlerin fikirleri: kediden sincap doğamayacağı için atomcuların nazariyesinin çürüklüğü ve sofistlerin ağzını açmaları sonucu kendilerini nakzetmelerine; Aristoteles’in madde içine sığışmış tartışmalı suret ve tümelliğine; özne ve nesneyi birbirine kavuşturmak için -Tanrı himayesinde- şüpheciliği kullanan Descartes’in ardıllarına hediyesi: ruh ve madde cevherinin mutlak ayrılık problemine değiniyor. Kant’ın dünyayı tanımlamak için zihinsel aktiviteyi “neyi bilebilirim?” sorusuyla yörüngede merkeze oturttuğu, metafiziği ‘kendinde varlığa’ ulaşma imkansızlığında dondurduğu; Kant’ın teorisini Hegel’in ürkütücü büyüklükte ontolojik tasarıma dönüştürdüğü; Husserll ile metafiziğin , ufukta patinaj yapan insan bilgisi ve deneyim dünyasına; fenomenolojiye/görüngüye saplandığı; Heidegger’in ontolojik araştırmaları ipoteklerinden arındırdığı iddiası; nihayet Wittgenstein ve takipçileriyle dilin konuya eklemlenmesi; yine Wittgenstein’in sosyolojiye indirgenen felsefe gayretlerine kapı aralamış tasarımı üzerinde duruyor. Yazarın, bu bölümde metafiziğin kısa tarihiyle birlikte ulaşmaya çalıştığı şey onto-ethos kavramıdır. Onto-ethosun tanımını kitaptan özetle şöyle aktarabiliriz: Varlık zihin/söylemin bir yaratısı değil, kerameti kendinden menkuldür. Bize açılan ontoloji ise öyle küçük bir önemi haiz değildir. Biz dil ve kavram aracılığıyla varlığı meydana getirmeyiz; ama ona varlığa eylemler ve anlamlar aracılığıyla dokunur, kavramsal dünyalar oluşturur ve onların içinde barınırız. Kavramlar, toplum içinde yaşayan insan onto-ethoslar içerisinde yaşıyordur.
Yedinci bölümden hareketle başta bahsettiğimiz doğu batı denklemi ortaya çıkıyor. Bir birikim var, o birikim ve yönelim sürekli aynı kalacakmış gibi bir tavır kitapta mevcut. Aklın yolu birdir; eğer yangında ne yapacağınızı bilmez halde bekleyecekseniz neden tatbikat yapmayasınız ve bunu ilerideki bir kötü ihtimali silmek için kullanmayasınız. Yazar gerçi burada durmuyor, ilk bölümden beri batının önlemde aşırıya kaçmanın hazzından ve bu ifşa bilinmezciliğinden dem vurmakla: ‘ne batı ne de doğu -orta- her şey doğallığında gerçekleşmeli ve ölümsüzmüş gibi kaygı duyulmamalı’ noktasına geliyor. İlk bölüme ismini veren “beyaz adamın düşleri” İngiliz işgalciye Kızılderili şefin “beyaz adamın düşlerini anlamıyorum.” sözüne atfen konulmuş. Batı kuralcılığına ayrılmış. İkinci kısıma, kuralcılıklarla birlikte emniyet çılgınlığına dair “emniyetin fazlası olmaz” sloganı isim veriyor. Üçüncü bölüm “çağdaş şehirli insanın asıl tükettiği şey bir simgeler, kodlamalar ve anlamlandırmalar sistemidir” s. 42 ile Baudrillard’ın (bilmem fark ettiniz mi, Matrix’te Neo ile ilk karşılaştığımız dağınık dairesinde; program disketini sakladığı kitabın adıdır.) Simulark ve Simulasyon ve (yeni göçtü) Baumann’ın Küreselleşme/Toplumsal Sonuçları kitabının tespitlerini çağrıştıran (çünkü ben bunları okudum) çağdaş ve acımasız tüketimin ucunun dayandığı yerlere göndermeler içeriyor. Dördüncü bölümde parlak cilanın altında batı toplumunda devasa bir boşluğa işaret ediyor, samimiyet. Bölüm sonunda 2007’de ölen pragmacı Richard Rotry hakkındaki bölüm evlere şenlik; Rotry’nin temsili partisine çağırdığı ve çağırmadığı filozoflar ve onlarla görece muhabbeti yazarın espri kabiliyetini sergiliyor. Beşinci bölümde onto-ethosun ölüm, hüzün, dindarlık üzerinde kendini gösterme şekli anlatılıyor. Altıncı bölümde sessizlik ve talk-show kültürü deşiliyor. Sekizinci bölümde ise başta karşı çıktığımız mutlakçı ve bedbin tavrını bildiriyor: “Onto-ethoslar sağlam normatif tuğlalarla örülmüş özneler arası yapılardır. Tözsel metafiziklerin hedeflediği mutlak varlık alanından farklı olarak, insan topluluklarının onto-ethosları olumsaldır, yani varlıkları zorunlu değildir. Muhteşem hakikat şudur ki, mutlaklık barındırmayan bu ontolojiler, şekillendirdikleri ve oluşturdukları özneler için mutlaktır.”s. 164. Bedbin tavrı ise şuradan çıkıyor: “Çağdaş logosu barındıran gelişmiş ontolojik yapılar da mutlaklaşmış gibi duran olumsal kurgulardır, yokluğun üzerine inşa edilmişlerdir, bizim gibi ve bizimle birlikte yok olacaklardır. Ama bu durum insanın küfretmesini engellemez.”s. 165. Bu yorum bana Interstellar filminin sonunda uzayda nereye gideceği belli olmayan insanların inşa ettiği gemide golf oynayıp camları kırmalarını hatırlattı. Böylesine sessiz bir dünyada tüyler ürperten vahşetin sebebi, çok büyük bir ihtimalle metafiziğin mutlaklığı barındırmaması, yani insana rabtedilmesi ve yeryüzüne inmesidir. Biz bunu aydınlanmacılar ve hakikati göreceleştiren; Sofistleştiren Kant ve ardıllarına –özellikle Wittgenstein’e- hamledebiliriz.
Kitabın değinilecek son yönü, yıllarca yurt dışında kalmış bir akademisyenin böyle güzel bir Türkçeyle meramını ifade etmesidir. Keşke yurt dışında eğitim gören araştırmacılara bu kalitede olmasa dahi gittikleri yerlere dair ayrıntılı analizler yapma ya da en azından anılarını kayda geçme zorunluluğu getirilse. Böylelikle bilmediğimiz bir kıtanın genel alışkanlıklarına hazırlıklı oluruz.
kitapla tanışmamızı sağladığı için Gürbüz hocamıza teşekkür ederek başlamalıyım. “bir insan felsefeyi iyi bildiğinde ne olur” sorusuna, “kaos kelam hijyen şiddet gibi iyi bir kitap yazabilir” cevabını verebilirim. İzlediğim bir belgeselde amerika’da yaşayan türk akademisyen, sosyal bilimlerdeki akademik çalışmaların kendi alanına kazandırdığı kavramlar ölçüsünde başarılı sayılabileceğini belirtmişti. yazdığınız eserin bütünü ile insanların akıllarında kalmasını sağlayamayabilirsiniz ama okuyucularınız keşfettiğiniz kavramları -eğer açıklayıcı iseler- asla unutmayacaklardır. bu yaklaşım tarzı, duyduğum günden beri bana oldukça makul gelmişti. murat baç’ın kitabında, kavramların nasıl açık kılınabileceğini tecrübe ettim. bu açıdan kitabı çok beğendim. halim’in de yazısının sonunda vurguladığı gibi yazarın neredeyse mükemmel denilebilecek türkçesi sayesinde kavramsallaştırmaya dair yeteneği daha bir gözle görülür hale geliyor. örnek verecek olursak fazla uzağa gitmeden kitabın adına yoğunlaşabiliriz. ismi ilk duyduğumda açıkçası hiç anlamlandıramadım. ancak kitabı okudukça bu kavramların hepsinin, yazarın “normatif etki alanı” olarak tabir ettiği durum ile alakalı olduğunu gördüm. kaos, normatif etki alanının yok etmek istediği düşman; kelam, normatif etki alanının varlığa gelmesine vesile olan aracı; hijyen, normatif etki alanının tesis etmek istediği düzen, bir başka deyişle amaç; şiddet ise normatif etki alanının icaplarını yerine getirmeyenler için uygulanan yaptırım. uzmanlaşmak istediğim fıkıh usulü alanın kavramlarını kullanacak olursam yazar, kuzey amerikalıların hayatlarında karşılaştığımız fer’î örnekleri bir araya getiren ortak nedenleri yani illetleri gayet başarılı tespit etmiş. sonuç olarak kıyasları yani akıl yürütmeleri de başarılı olmuş.
yazarın, biranz kantçı biraz witt’çi duruşu gözlerden hiç kaçmıyor. onto-ethos kavramını da gayet iyi kullandığını belirtmeliyim.
kitaptan aktarmak istediğim bir çok alıntı var ancak şimdilik şununla yetinmek istiyorum: “Bir genelleme olarak dersek, Kanadalılar için uzaktan, dokunmadan, bulaşmadan, kirlenmeden yapılan yardımların görüngüsel özü gizli kibir, mesafe takıntısı ve buna bağlı olarak toplumsal pürüssüzlük ve hijyendir.” (s.91)