Chatterjee, Partha. “Mağdurların Siyaseti, Çev.” VF Bozçalı, İstanbul, İletişim Yayınları (2006).
Tercümeye Esas Baskı: Chatterjee, Partha. The politics of the governed: reflections on popular politics in most of the world. Columbia University Press, 2004.
Chatterjee’nin bu kitabıyla temsil ettiği ekol (bkz. Subaltern Scholars), sömürge sonrası araştırmaların (post-colonial studies) farklılaşarak kendisine genellikle büyüyen metropollerdeki grupları konu edindiği maduniyet çalışmalarında (subaltern studies) yeni bir kavramsal çerçeve önerisinde bulunmaktadır. Mağdurların Siyaseti olarak Türkçe’ye tercüme edilen -aslında “yönetilenlerin siyaseti” olarak çevrilebilecek- eser “politik toplum” kavramını yazar tarafından ilk kez dile getirmesi açısından önemlidir. Kitap yazarın kökenleri ve bölge uzmanlığı bakımından örneklerini Hindistan’dan alsa da gelişmekte olan toplumlarda demokratik siyasetin şiddete (bir anlamda yönetememe haline) bulaşmadan gayrı resmi kurumlar aracılığıyla nasıl yapıldığına dair ciddi bir yorumlama ve literatür oluşturma çabasına girişmektedir.
Yazarın kitapta modern ulus-devletin geleneksel toplum ve ilişki biçimlerinde oluşturduğu kırılmaların, şiddet ve resmi politik temsil dışında nasıl esnek bir biçimde devam ettiğine dair çözümlemeleri bilinen politik sınıflar dışında bir anlamda güçsüzler diyebileceğimiz bir toplumsal tabaka üzerinden yapması ilgi çekici. Chatterjee sadece sivil toplum tanımlamasına hapsedilemeyecek ve daha çok şehirde peydahlanan çıkar ve baskı gruplarının oluşturduğu alanı “siyasi toplum” kavramı içerisinde sömürge sonrası (2. Dünya Savaşı sonrası) düzlemde ele alıyor. Batılı anlamda eşit hak ve yükümlülükler sahibi bireyler ile devletin dizayn ettiği politikalara bir anlamda maruz bırakılan toplulukları analiz eden siyasi yaklaşımlardaki bakış açısı farklılığına örnek olaylar üzerinden dikkat çekiyor. Hindistan gibi ülkelerde politik toplum kavramı ile bir anlamda görünmez kayıt dışı grupların devletin modern vatandaş birey düzleminden farklı ilişkilerle yönettiğinden bahsediyor. Bu toplulukların yarı-resmi alanda varlık gösterdiği ve ancak manevralarla ve bir takım fırsatçı ilişkilerle yaşamlarını yönetmeyi daha elverişli bulduğunu iddia ediyor.
Çoğu zaman daha iyiye doğru evirileceği varsayılan, kalkınma adına meşrulaştırılan müdahalelere karşı genellikle marjinalize edilmiş fakir, gecekondu sakinleri, topraksız köylü, alt kastlar ve vasıfsız işçi gruplarından oluşan “politik toplum” demokratik temsilden bütünüyle dışlanmış değildir. Devlet kurumlarıyla olan ilişkilerinde gerek seçim zamanındaki oy gücü, gerek pasif direniş ve etkin protesto metotlarıyla şiddete varmama eşiğinde üst yönetici sınıfa karşı organize ve seferber olabilmektedir. Bu geleneksel anlamda tanımlanamayan bir sivil toplumu değil ezilenlerin yeni bir politik dil ve sınırları inşa ettiğini göstermektedir.
Kitaptaki örnekler yönetilenlerin yoksun ve etki altında bırakıldıkları ve bu ölçüde siyasal güçleri sınırlandığı realitesine sömürge öncesi yönetim biçimlerinin nasıl etki ettiğine işaret ederek aslında tarihsel bir sürecin devamlılığını vurguluyor. Bu az gelişmişliğin veya demokratik kurumların olgunlaşamaması sorunu değildir. Devlet uygulamalarına karşı Batı’da ortaya çıkan sivil toplumun benzer bir görevi ifa edememesinden kaynaklanan bir boşluğun sömürge sonrası toplumlarda ortaya çıktığı ve bu alanın günlük sokak siyasetinde nasıl doldurulduğuna dair eserde bir fikir veriliyor. Marjinalize edilen ve görünürde güç ilişkilerinin en alt tabakasında yer alan grupların meşruiyetle gayrimeşruluk gri alanındaki güç ilişkilerinde politik iradelerine alan açarak devleti gayrı-meşru ilan etmeden ve fiziksel şiddete başvurmadan (başkaldırı ve devrim) yöneten yönetilen ilişkisinde bağlarını sürdürdüklerine dair bir açıklama getiriyor. Şöyle ki, kalkınma çalışmalarının da sıkça atıfta bulunduğu Foucault’nun yönetimsellik (govermentality) kavramı üzerine inşa edilen politik toplum hep yönetilenlerin durduğu yerde ve onların güç kurma stratejileri açısından değil mağdurların ürettikleri direnç mekanizmalarının politik uzlaşma kanallarını açık tutarak neler değiştirebildiklerini veya nerede sınırları olduklarını göstermiştir. Başarılı bir şekilde seferber olduklarında yarı-resmi ve asi politikalar kontrollü şiddet, işgal etme, grev gibi kuraldışıcı politika (unrulypolitics) üreterek çoğu zaman yine yasal düzlemin dışında (kayıt dışı ekonomi ve gecekondular gibi) kendilerine ait sosyal hizmetleri ve yaşamlarını ilgilendiren düzenlemeleri değiştirme gücüne sahip olabilmektedirler. Bu manevra kabiliyeti politika üreten siyasetçilerin ve karar alıcı durumundaki bürokratların fayda maliyet denkleminde uygulamalarını yeniden sorgulamaya yol açmaktadır.
Kitaptaki örneklerde başarılı olduğu kadar (demiryolu civarındaki gecekondu sahipleri s.57) başarısız politik toplumlar da (kitap ciltleme işinde çalışan işçiler s.62) anlatılmakta. Seferber olabilmek, hem aracı müzakereci tarzı liderliğe, hem de (daha önemlisi) ahlaki/popüler üstünlük kesbedip bu fırsatla var olma mücadelesini sürdürme kapasitesine bağlanıyor. Gelişmekte olan ülkelerde kurumsallaşma ve hukuk devleti gelişiminin Batı’ya kıyasla tekamül etmemesinden hareketle Chatterjee, kesin çizilmemiş hukuksal düzenlemeleri kendi lehlerine esnetmeyi başardıkça bu alanda bir politika ürettiklerini iddia ediyor. Resmi bir hüviyete büründükçe bu imkanların ortadan kalkacağını bildikleri için güç ilişkilerini bu muğlak ara düzlemde sürdürmek bir anlamda da elitlerin güç alanına doğrudan girmeme (parti/parlemanto düzeyi siyaset yapma) konusunda bir pragmatik centilmenler anlaşması da kendiliğinden ortaya çıkarıyor. Politik toplumun özelliklerini sayarken Chatterjee bir anlamda cemaat/cemiyet ayrımının üstünde (bkz. Cemaat Cemiyet Ayrımı Ferdinand Tönnies) kimlik ve politik bilinç düzeyi oluşması ve mağduriyetlerin ortaya çıktığı sosyal hakların reddi veya yeterince tanınmaması üzerine doğan vicdani talepleri öne alarak harekete geçen grupları tanımlamaya çalışıyor. Bu hem sömürge dönemi hem de sonrası kurulan hükümetlerin bayat ve kapsayıcı olmaktan uzak sınıflamalarının aksine organik ve sürekli değişen bir ittifaklar/seferberlikler alanına işaret etmektedir. Chatterjee bu eseriyle marjinalize edilmişlerin ya da mağdurların Batı’da ortaya çıkan modern demokratik ulus devlet sisteminin bu coğrafyalarda ihtiyaçların aciliyetine cevap veremeyecek kadar yavaş ve belirsiz ilerleyişine karşı dışlananların gözünden nasıl pratik sonuçlar ürettiğini teşhis ediyor. Ancak yönetimsellik üzerinden yapılacak yeni analizlerde sadece ulus-devlet yönetilen ilişkisinin özellikle küresel kapitalist sistem tarafından da şekillendirildiği göz önüne alınacak olursa yeni sınıfsal ve küresel mağdurlar düzeyinde, yeni ilişkilerin ele alınması kitabın tezlerini bir ileri aşamaya taşıyabilecektir. Bugün küresel üretim ağının en altında yer alan hizmet ve üretim sektörlerinde çalışan emekçilerin ve katma değeri gittikçe düşen tarım üreticilerinin aynı organizasyonel mantıkla yeni bir politik toplum olarak haklarını savunup savunamayacağı, küresel düzeyde tanımlanıp tanımlanamayacağı fikrini de okuyucuda uyandırmaktadır.
Chatterjee yönetimsellik kavramının her yerde hazır ve nazır Leviathan (Thomas Hobbes) cinsinden müdahaleci güçlü bir devlet ve ezilen mağdur edilen topluluklar arasında karikatürize edilen ve basitleştirilen düzlemine karşı çıkıyor. Kısaca meşru ve muktedir siyasi kurum ve uygulamalarının duraksama anlarında çekilen fotoğraflarla bir model önerisinde bulunuyor. Ulus-devlet ve gücü tartışmalarında sıkça atıfta bulunulan Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler adlı eserinde ulus devlet politikalarının üretildiği “homojen aynı anda yaşanılan zaman” anlayışının kırıldığını aslında dışlanan mağdur grupların farklı tecrübeleri yaşadığını anlatıyor. Tarihsel düzeyde bakıldığında aslında sömürgeciliğin bittiği, bir anlamda form değiştirerek evrildiği, sömürge sonrası süreçte ortaya çıkan ulus devletlerin miras olarak aldığı eşitsiz topluma karşı ürettikleri politikaların husule getirdiği krizlerin devamlılık gösterdiğini belirtiyor. Kuzey Avrupa’da (yani eski sömürgeci devletlerin) 2. Dünya savaşı sonrası kalkınmacı sosyal devletin tüm sınıfların yaşam kalitesini artırması, aslında sömürgelerinden resmi olarak neden çekildiğine dair önemli ipuçları vermekteydi. Egemenliği altında tuttuğu toplulukların sosyal haklarını sağlamanın maliyetinden kaçındıkları bu yeni dönemde zayıf, kurumsallaşmasını çok yavaş ilerleten devletler yönetimselliğin bir gereği olarak patronaj ilişkileri üzerinden bir meşruiyet ve var olma dengesi kurmuştur.
Chatterjee’nın ayrıca 1980 sonrası özelleştirmeler ve sosyal devletin geri çekilip yerini çok uluslu şirketlere bıraktığı ve halen egemen neo-liberal politikaların iz düşümlerini başarılı bir şekilde yansıttığını söyleyebiliriz. Kalküta özelinde anlattığı örnekte sivil toplum kavramının mağdurların taleplerini iletmede ve temsil etmede yetersiz kaldığını orta sınıfın yararlandığı küresel nimetlerin bu marjinal grupların çıkarları ve varlıkları aleyhine sürdürüldüğünü (s.136) bir kez daha göstermektedir. Yukarıda belirttiğimiz üzere bu yıkıcı politikaların yaygınlaşmasıyla politik toplum kavramının küresel Güney-Kuzey çizgisinin ötesinde bir analize konu edilmesi gerektiğine işaret edilmektedir.
Kitap konuşma ve makalelerin yazıldığı tarihlerden (2001-2003) bu yana Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan halk hareketleri ve bugün Küresel Kuzey olarak adlandırılan zengin gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan yabancı karşıtı otoriter popülist iktidarların tartışıldığı günümüze neler söylemektedir? Bugün mülteci/göçmen grupların her iki büyük değişim bağlamında yeni politik toplumun aktörleri olarak şekillendirecek bir hareketlenmeyi getirdiğini söylersek yanılmış olur muyuz?