İslam düşünce tarihinde ehl-i rey ve ehl-i hadis adlarıyla meşhur olarak birbirine karşı konumlanan iki zümrenin varlığı kabul edilen bir gerçektir. Bu iki zümre için kullanılan kavramlar yer yer farklı olsa da ehl-i rey ve ehl-i hadis isimleri maksadı ifade etmek açısından yeterlidir.
Ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının içerik olarak kimlere tekabül ettiği tartışmalı bir konu olmuştur. Buradaki “kimlik” tartışması hem alan olarak sürmüş, hem de müşahhas olarak kimlerin hangi ekolde yer aldığı tam olarak belirlenememiştir. Ayrımın fıkhî olmaktan ziyade itikadî olduğunu söyleyenler olduğu gibi[1], itikadî alana sapmalar olsa da bu ayrımın fıkhî temelli olduğunu düşünenler de olmuştur.[2] Öte yandan bazı müelliflere göre ehl-i rey tarafında yer alan hukukçular, diğer bazılarına göre ehl-i hadis tarafında yer alabilmiş, bunun aksi de olmuştur.[3] Bütün bu tartışmalar, ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının ne kadar açıklayıcı bir ayrım olduğunu haklı olarak düşündürmüştür.[4] Bizim bu makaledeki amacımız, ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının doğruluk değerini ortaya koymak değildir. Fıkıh usulcülerinin ıstılahı ile işaretin delaleti kabilinden bu konuya da parmak basacak olsak da esas üzerinde durmak istediğimiz nokta ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının tarihen yapıla gelen bir ayrım olması, yani bu ayrımın bir gerçekliğinin olması ve bu gerçek algının nereden kaynaklanmış olabileceğidir.
Ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımı hakkında yapılan çalışmalardan en azından şu sonucu çıkarmak mümkündür: İslam düşünce tarihinde böyle bir ayrım yapılmıştır. İlk dönem eserlerinde dahi görebildiğimiz bir şekilde bazı insanlar, diğer bazı insanları ehl-i rey olmakla suçlayabilmiş ve bazıları da kimilerinin nasıl oluyor da ehl-i hadisten sayıldığını sorgulayabilmiştir. Bu da gösteriyor ki ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımı hiç de gerçek olmayan bir ayrım değildir. Böyle bir tasnif daha erken dönemlerden itibaren yapıla gelmiştir. Bu ayrımın ilk dönem eserlerindeki karşılığını göstermek üzere iki metin alıntılamak istiyorum.
İlk metin, Hanefî ekolünün imamlarından Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’ye aittir. Bu metinde Şeybânî, Mâlikî mezhebinin imamı olan Mâlik’in bazı hadislere aykırı ictihadlar sergilemesinden ötürü onun bu tutumunu eleştirerek “nasıl oluyor da bu insanlar ashâb-ı eser (yani ehl-i hadis) olarak kabul ediliyorlar” demektedir.[5]
İkinci metinde ise hicrî üçüncü asrın önde gelen hadisçilerinden biri olan İbn Kuteybe, Ebû Hanîfe’yi ehl-i reye mensup olduğundan eleştirmiş ve ehl-i reyin ihtilaf içerisinde olduğunu, önce kıyas yapıp sonra onu da bırakarak istihsana başvurduklarını, bir meselede hüküm verdikten sonra o hükümden döndüklerini belirtmiştir.[6] Ayrıca İshak b. Râhaveyh adlı hadisçiden ehl-i reyin, Allah’ın kitabını ve Rasulünün sünnetini bırakarak kıyasa sarıldıklarını nakletmiştir.[7]
Bu metinler ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının hicrî ikinci asrın sonlarından itibaren yazılan eserlerde kullanıldığını göstermektedir. Yine bu metinlerden ortaya çıkan bir başka gerçek de ehl-i reye mensup olmanın kötü bir şey olarak aksettirilmesidir. Buna göre ehl-i reye mensup olmak, Kuran ve sünnet nasslarını değil kendi görüşlerini (reylerini) tercih etme töhmeti altında olmaktır. Aksine ehl-i hadis olmak ise, nasslara tabi olmanın ve kendi görüşlerine uyarak nassları terk etmemenin bir göstergesidir. Hicri ikinci asrın sonlarından itibaren ehl-i rey ve ehl-i hadis ile ilgili algıyı bu şekilde özetlemek mümkündür.
Hicri ikinci asrın sonlarındaki ehl-i rey ve ehl-i hadis algısı konunun fıkıhla doğrudan alakalı olduğunu göstermektedir. Zira yukarıda naklettiğimiz metinlerden açıkça anlaşıldığı üzere ehl-i rey veya ehl-i hadis olmakla vasıflandırılan insanlar fıkıhçılardır. Bu bakımdan ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının fıkıh ilminin tarihi gelişimi ile açıklanamayacağını, bunun itikadî bir ayrım olduğunu söylemek doğru değildir.[8]
Peki fıkıh ilmi ile ilgili olarak ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının bu şekilde ortaya çıkmasını neye bağlayabiliriz? Bu soruya cevap vermek için rey kavramına ilişkin algının kronolojik olarak takip edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının etkin kavramı reydir.
İddiamızı hemen başta söylemek gerekirse hicri birinci asrın sonlarına kadar rey kavramının olumsuz bir anlamı yoktur. Ancak ikinci asırdan itibaren rey, rahatsız edici olmaya başlamıştır. Çünkü reyin olduğu yerde ihtilaf da vardır. İhtilaflar fer‘î meselelerde kaldıkça belki çok olumsuz algılanmayacaktır ancak zamanla hukuki ihtilaflar büyümüş ve çok temel meselelerde birbirine zıt ictihadlar ortaya çıkmıştır. Öte yandan rey, kısmen fıkıhta mazur görülebilirse de kelam ilminde yol açtığı aykırılıklar nedeniyle hiç de affedilir bir şey değildir. Zira reyin kaynaklık ettiği kelami ihtilaflar öyle boyutlara varmıştır ki insanlar birbirini tekfir etmeye, hatta kanlarını dökmeye başlamışlardır. Dolayısıyla rey, sonuçları itibariyle olumsuz bir şey olarak algılanmaya başlamıştır. Reyin kötü sonuçları da en fazla Irak bölgesinde ortaya çıktığından –zira Irak, farklılıkların en üst düzeyde olduğu bir coğrafyaydı- olumsuz rey algısı bu bölgedeki ehl-i reye ihale edilmiştir. Halbuki hüküm istinbatında reye müracaat eden, sadece Irak ekolü değildi. Medine başta olmak üzere diğer bölgelerdeki hukukçular da reyi kullanıyorlardı. Ancak Irak’ın, ihtilaflar açısından içinde bulunduğu bu olumsuz ortam Irak ekolüne mensup hukukçular şahsında reyin kötülenmesine neden olmuştur. Şimdi bu iddialarımızı temellendirmek sadedinde bazı çalışmalara başvurmak istiyoruz.
Ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımına ilişkin çok değerli bir çalışma yapan Mehmet Emin Özafşar, rey kavramının hicri birinci asrın sonlarına kadar olumsuz bir anlamının olmadığını ortaya koymaktadır.[9] Hicri ikinci asrın başlarından itibaren ilim ve rey kavramları üzerinden bir ayrımın başladığı görülmektedir. Buna göre hadise dayanan hükümler ilim olurken, kişisel görüşe dayananlar rey olmaktadır.[10] Fıkhî ekolleşmenin kendisini hissettirdiği hicri ikinci asırda artık reyin, nassları anlayıp yorumlamada kabiliyet sahibi olmak ve gerektiğinde nassın olmadığı yerde de hüküm vermek anlamına geldiği iddia edilebilir. Bunu teyit eden bir değerlendirmeyi Şam bölgesinin imamı olan Evzâ‘î’den nakletmek istiyoruz. Bu değerlendirmesinde o, hem rey kavramına dair algıya ilişkin ipuçları sunmaktadır hem de ehl-i reyden olmakla eleştirilen insanların niye eleştirildiğini daha açık bir şekilde ifade etmektedir. İbn Kuteybe’nin naklettiği kadarıyla Evzâ‘î şöyle derdi: “Biz, Ebû Hanîfe’yi rey ile hüküm verdiğinden dolayı ayıplamıyoruz. Nitekim hepimiz rey ile hüküm veriyoruz. Fakat biz onu, kendisine bir hadis ulaştığı halde (hadisi bırakıp başka bir görüşle) hadise muhalefet ettiğinden dolayı kınıyoruz.”[11]
Evzâ‘î’nin değerlendirmesinde iki husus öne çıkmaktadır. Birincisi, rey ile hüküm vermenin herkes tarafından yapılan bir şey olduğunu vurgulamasıdır. Buna göre rey, yalnız ehl-i rey denilen kesime mahsus bir enstrüman değildir. Rey kavramı ile genel manada ictihad etmek kastedildiğinden ve ictihaddan da hiçbir fıkıhçının beri olması düşünülemeyeceğinden reyin herkese ait bir özellik olduğunun vurgulanması çok manidardır. Hatta rey kavramının özündeki bu mana düşünüldüğünde ehl-i reyden olmayan bir fıkıhçı düşünmek çok zor olsa gerektir. Nitekim reyin, kesinlikle caiz olmadığını söyleyen Zâhiriyye ekolü dahi nassları kendi amaçları doğrultusunda anlayıp yorumlamada ictihad etmek suretiyle reyi kullanmış olmaktadır. Bu bakımdan reyin, sadece nassın olmadığı yerde kullanılan bir şey olmadığını, aynı zamanda nassların nasıl anlaşılması gerektiğinde de kullanılan bir kavram olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Evzâ‘î’nin değerlendirmesinden öne çıkan ikinci önemli husus ise Ebû Hanîfe şahsında ehl-i rey olmakla itham edilenlerin, esasında ne ile suçlandıklarının vurgulanmasıdır. Buna göre onlar hadislerin kabulündeki tavırlarından ötürü eleştiriye tabi tutulmaktadırlar. Dolayısıyla Evzâ‘î’ye göre sorun, reyin kendisinde değil, onun nerede kullanıldığındadır. Evzâ‘î sanki zımnen “tamam rey dediysek de o kadar da uzun boylu değil” demek istemektedir. Sonuç olarak Ebû Hanîfe örneğinde ona hücum edenleri rahatsız eden şey onun nassları anlama tarzıdır. Yoksa Ebû Hanîfe ve nasslar karşısında onun gibi tavır alanlar nezdinde nassların meşruiyeti ve hakimiyeti konusunda şüphe taşıyan olmamıştır. Örneğin sünnetin genel olarak meşruiyeti noktasında Ebû Hanîfe, ehl-i hadis olduğu söylenen insanlardan farklı düşünmemektedir. Aralarındaki fark, hangi sünnetin kabul edileceği noktasında ortaya çıkmaktadır. Görülen o ki Ebû Hanîfe noktasında başkalarını rahatsız eden tam da bu konu olmuştur: onun, sünnetleri kabul tarzı. Ebû Hanîfe özelindeki rey algısı ile ilgili bu değerlendirmelerimizi teyit eden bir rivayeti Esad Kılıçer paylaşmaktadır. Abdullah İbnu’l-Mubarek: “Ebû Hanîfe’nin reyi demeyiniz, hadis tefsiri deyiniz” demektedir.[12]
Nasslar karşısındaki tutumu açısından Ebû Hanîfe ile arasında pek de fark olmayan Mâlik’in[13], neden onun kadar hücuma maruz kalmadığı ise sorulması gereken başka bir sorudur. İslam hukuk tarihine ilişkin genel geçer yargılar arasında ehl-i hadisten olduğu söylenen Mâlik’in ne derece ehl-i hadis olduğu gerçekten şüphelidir. Mâlik’in ictihad faaliyetlerini inceleyen bir kişinin, onun yeterince rey kullandığını müşahede etmesi zor değildir. Üstelik onun bu özelliğini sarahaten dile getirenler de olmuştur. Yukarıda Muhammed b. el-Hasen’den yaptığımız nakil buna bir örnektir. Şâfi‘î de bu konuda Mâlik’i itham edenler arasındadır.[14] Öte yandan hicrî ikinci asrın önde gelen hadis otoritelerinden Yahyâ b. Mâ‘în’den de Mâlik’in ehl-i reyden olduğuna ilişkin rivayet bulunmaktadır.[15] Bütün bunlar göstermektedir ki rey kavramının içeriği açısından Mâlik ve belki de burada ismini anmadığımız birçok fıkıhçının Ebû Hanîfe’den bir farkı olmamasına rağmen, hicrî ikinci asrın sonlarından itibaren kötücül ehl-i rey algısının niye Ebû Hanîfe ve takipçilerine ihale edildiğini başka bir noktada aramalıyız. Bizim bu konudaki teklifimiz, ihtilaf olgusu ile bağlantısı açısından reyin, en çok göze battığı coğrafyanın, aynı zamanda kelamın da beşiği olan Irak olmasıdır.
Ebû Hanîfe’nin içinden geldiği ekol Kufe ekolüdür. Kufe, Irak toprakları fethedildiğinde dönemin halifesi olan Hz. Ömer’in emriyle kurulan bir şehirdir. Sahabenin önde gelen alimlerinden Abdullah b. Mes‘ûd ile başlayan ekol, Alkame, İbrâhîm en-Neha‘î, Hammâd b. Ebî Süleymân ve Ebû Hanîfe silsilesi ile Hanefî mezhebinin oluşumunu sağlamıştır. Diğer yandan Irak, kelam ekollerinin de vücuda geldiği bir yer olmuştur. Özellikle Basra şehri bu manada dikkati çekmektedir. Kelami tartışmalarda nasslardan çok, nassların nasıl anlaşılması gerektiğine dair reylerin kamplaşmalara neden olduğu bilinen bir olgudur. Zaten özünde sübjektif bir karakter arz eden reyin, ihtilafı doğrudan gerektiren bir şey olması doğal olsa da söz konusu kelam ve insanların itikadı olunca ihtilaflar, pek de masumane kalamamaktadır. İnsanların farklı reylere sahip olma noktasındaki ihtilafları öylesine büyümüştür ki bir zaman sonra insanlar birbirlerini tekfir etmeye başlamışlardır. Bu nedenle ihtilafın, hiç de olumlu sonuçlar vermeyen bir şey olduğu izlenimi insanlar arasında yaygınlık kazanmıştır. Yapılması gereken, ihtilafa neden olan reyden uzak durarak, bireylerden bağımsız gerçekliğe sahip olduğu düşünülen hadislere sarılmaktır. İttifakın tek yolu budur. Rey hakkındaki bu olumsuz algının oluşmasına neden olan şey Irak’ın yapısıdır. Ebû Hanîfe şahsında ehl-i rey de Irak’ta bulunduğundan fıkhî açıdan dikkat çekenler de onlar olmuşlardır. Dolayısıyla ihtilaf noktasında göze batan isim Ebû Hanîfe olmuştur. Ebû Hanîfe’nin ihtilaf olgusu ile ilgisini, yukarıda İbn Kuteybe’den naklettiğimiz değerlendirme açıkça ortaya koymaktadır. Ehl-i hadis gözünde Ebû Hanîfe, kendisiyle dahi ihtilafta olan bir insandır. Bugün bir görüşte, yarın başka bir görüşte olabilmektedir.[16]
Sonuç olarak hicri birinci asırdan ikinci asrın sonlarına gelene kadar olumsuz bir algıya sahip olmayan reyin, Irak’ta kelami ihtilafların tetiklediği şekilde zamanla olumsuzlanması, aynı coğrafyada reyin fıkhî açıdan temsilcisi olan Ebû Hanîfe ve ekolünün de kıyasıya eleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla ehl-i reye mensup olmanın kötü bir şey olarak algılanması, kelam temelli fıkhî bir konudur. Kelam ile fıkhın buradaki ortak paydası ise rey ve dolayısıyla ihtilaf olmuştur. Reyin ve ihtilafın zararlarını kelam özelinde müşahede edenler, aynı coğrafyada fıkıh zemininde reyin temsilcisi olanlara adeta “vurun abalıya” muamelesi göstermişlerdir. Halbuki ehl-i rey olan fıkıhçıların, hemen hepsi aynı özelliğe sahiptiler, başta ehl-i hadisin önemli isimlerinden biri olarak gösterilen Mâlik olmak üzere. Hepsi nassları anlama ve yorumlamada, hatta aralarında tercih yapmada reyi kullanmalarına rağmen aralarında dikkati çeken Ebû Hanîfe olmuştur. Zannediyoruz burada Ebû Hanîfe’nin “günahı”, diğerlerine nazaran reyi biraz daha ustaca kullanması ve hasbe’l-kader Irak’ta bulunmasıdır.
[1] Muhammed Zahid el-Kevserî, İslam hukukçularının ehl-i rey ve ehl-i hadis şeklinde ikiye ayrılmasının gerçeği yansıtmadığını söylemektedir. Ona göre bu ayrım Mihne olayından sonra bazı kimseler tarafından uydurulmuştur. Bkz: Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Çev: Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu, Yeni Pars Matbaacılık, Ankara 1982, s.23; Ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımı üzerine bir çalışma yapan Abdurrahman Haçkalı da bu ayrımın, fıkhî değil itikadî bir ayrım olduğunu belirtmektedir. Bkz: Haçkalı, “Ehl-i Hadis – Ehl-i Re’y Ayrışması Fıkhî mi, İtikadî mi?”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2 (2003), s.59, 60.
[2] Adnan Koşum, ehl-i rey ve ehl-i hadis ayrımının fıkhî temellerine ilişkin delillerini serdettiği bir çalışmasında, tartışmaların fıkıh ekseninde başladığı ancak daha sonra bazı etkiler sonucu kelami alana kaymaların yaşandığını savunmaktadır. Bkz: Koşum, “Akıl (Re’y) – Nakil (Eser/Hadis) Ayrışmasının Fıkhî Boyutları”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 12 (2008), s.96.
[3] Bunun en çarpıcı örneği Medine ekolünün imamı olan Mâlik’tir. Genel algıda ehl-i hadisten olduğu düşünülen Mâlik, bazıları tarafından ehl-i reyden biri olarak telakki edilmiştir. Ehl-i hadisten olduğuna dair iddia için bkz: Şehristânî (ö. 548 h.), el-Milel ve’n-Nihal, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût 1975, I/206; İbn Haldûn (ö.808 h.), Mukaddime, Dâru Ya‘rub, Dımeşk 2004, II/185-186. Ehl-i reyden olduğuna dair iddia için bkz: İbn Kuteybe (ö.276 h.), el-Me‘ârif, Tahkîk: Servet Ukkâşe, Matbaatu Dâri’l-Kutub, (b.y.) 1960, s.498.
[4] Mehmet Erdem, bir çalışmasında bu ayrım üzerindeki tartışmaları ve şüpheleri göstermiştir. Bkz: Erdem, “Ehl-i Sünnet Fıkıh Mezheplerinin Hadis ve Rey Ekolü Olarak Sınıflandırılmasına Eleştirel Bir Bakış”, Dinî Araştırmalar, Cilt: 8, s.73-106.
[5] Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (ö.189 h.), Kitâbu’l-Hucce alâ Ehli’l-Medîne, Âlemu’l-Kutub, Beyrût 2006, I/150.
[6] İbn Kuteybe, Tevîlu Muhtelifi’l-Hadîs Hadis Müdâfaası, Çev: Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1998, s.124.
[7] İbn Kuteybe, Te’vîl, s.128.
[8] Bu nedenle yukarıda da naklettiğimiz gibi Kevserî ve Haçkalı’nın iddialarına nihai anlamda katılmıyoruz.
[9] Mehmet Emin Özafşar, “Kültür Tarihimizde Rey-Eser Çatışması (Dini, Psikolojik, Sosyo-Kültürel Temelleri)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 41, s.233.
[10] Özafşar, s.233.
[11] İbn Kuteybe, Te’vîl, s.125.
[12] Esad Kılıçer, İslam Fıkhında Re’y Taraftarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1994, s.97.
[13] Nasslardan hüküm çıkarma noktasında ve özellikle rivayetler karşısında rey kullanımı açısından Mâlik’in, en az Ebû Hanîfe kadar ehl-i reyden görülebileceğini gösteren iki çalışmaya işaret etmek istiyoruz: Ahmed Hassan, İslam Hukukunun Doğuşu ve Gelişimi, Çev: Ali Hakan Çavuşoğlu, Hüseyin Esen, İz Yayıncılık, İstanbul 1999, s.124-128, 145-172; Muhammed Yusuf Guraya, Sünnetin Neliği Sorununa Metodik Bir Yaklaşım Mâlik’in Muvatta’ı Özelinde, Çev: Mehmet Emin Özafşar, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s.54-107.
[14] Şâfi‘î, Mâlik ile kendi görüşleri arasındaki ihtilaflara dair yazdığı kitabında birçok yerde Mâlik’in rivayetlere ve dolayısıyla sünnete muhalif görüş beyan ettiğini, böylece kendi görüşü ile amel ettiğini dile getirir. Bkz: Şâfi‘î (ö.204 h.), İhtilâfu Mâlik ve’ş-Şâfi‘î (Kitâbu’l-Umm içinde), Dâru’l-Vefâ, el-Mansûra 2005, VIII/545, 550. Bu konuda Muhammed Yusuf Guraya’nın çalışması oldukça dikkat çekicidir: Guraya, s.127-135.
[15] Kılıçer, s.118.
[16] İbn Kuteybe, Te’vîl, s.124-133.