Büyük birader seni/sizi izliyor.
…kestane ağacının altında ben seni sattım, sen de beni… s.102
Mesaj kaynaklarına ait saçmalar; duyular batağında topak topak. Düşünce felce uğrayıp emanetleşmiştir. Nazarı bir noktaya düğümlü, anın labirentine mahpus insanda… Arı kovanına daldırılan bilincin nabzı, deli balla bulanmış, gelgitlidir. Zihnin arkasına kurulu gramofona bağlı; düz dairelerle boyuna aynı boşluğu çizen, öndeki karaltının/umursanmayanın sesini cılızlaştıran iğne:unutmak, göz kapaklarını oynatmak, yutkunmak denli dikkatin narin bedenine batmıyor, korku ve baskıya iliştiğinde ise nesne durumundan özneye kalbolduğu için farklı patikalarda yalpalıyor.
Hadiseler veya nesneler unutulmaya çalışıldığında nisyanla örtülmek istenen şey, uhu tüpünü atmayı denediğimizde, tüpün elimize yapışmış halde bulunduğunu fark etmemiz kadar sinir bozucu şekilde beynin ön duvarına sıvanır. Baskıyla unutturma ise güvenin ortadan kalkması demek olan korku unsurunun başka bir konumda görünmesi; yüceltilmesiyle, kavramların ayaklarının kafalarda birbirine dolanmasıyla, bilgi bombardımanı sayesinde hadiselerin ehemmiyetinin silikleşmesiyle ve harici tehditler sonucu hayatların doğrudan etki altına alınmasıyla vücud bulur. Unutulması gereken şeyin aslında önemsiz olduğunu nefislerde -günü kurtarmak adına- duyumsatır, şüpheye kulak asmadan öncelik sonralıkta şahsın hafızasının kendini yanıltıyor olabileceği düşüncesine kapılmasına yol açar. Gelgelelim havsalada bulunan herhangi bir şey zaman içerisinde kaybolmuş gibi görünse dahi, suya batan toplar misali önünde sonunda gün yüzüne atılacaktır. Vücut hatıradır, vücut kanıttır. Limon kolonyası kokusu, soğan acılığı, çilek reçeli, ahşap nemi, domates rayihası; herhangi bir olayın benzer şekilde zuhur etmesi; diz çarpması, düşme, bilek burkumu, soyulan deri vs. duyu ve düşüncelerdeki yanılsamanın ortadan kalkması için yeterli olacaktır. Korku unsurunun zayıflaması, takiyeci davranışları terk ettirmek suretiyle birçok kötü hatırayı ve olumsuzluğu ortaya çıkaracaktır.
George Orwell’in klasikleşmiş distopyası (ütopya rüya, distopya karabasandır.) 1984, yakın gelecekte (kitap 1948’de bitmişti.) gerçekleşeceği öngörülmüş karanlık bir dünya üzerine kurulu. Öngörüye göre dünyada üç devlet kalmıştır (Avrasya, Doğu Asya, Okyanusya) ve bunlar sürekli savaş halindedir. Roman Okyanusya içerisindeki Londra’da geçiyor. Ülke ağabey denilen soyut kişilik tarafından demir bir yumruk altında (klişe) yönetilmektedir; fakat aslında yöneten “savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür” sloganının sahibi, partidir. Partinin bakanlıklarında, geçmiş; partinin yanlış hareket ettiği düşüncesini önlemek için yeniden yazılan haberlerle değiştiriliyor, dilde yapılan devrimlerle sözlükten düşünmeyi sağlayan sıfat ve filler; kavramlar atılıyor, çift düşün denilen yöntemle zıtlıklar arasında paralellik, intibak kurulup yalanların gerçekliği izafileştiriliyor, sürgit devam eden savaşla halk her türlü baskıya hazır hale getiriliyor, üretim fazlası ortadan kaldırılıp iç parti, dış parti ve proleter sınıfları arasındaki denge sağlanıyor, yapay düşmanlar yaratılarak nefretin bu yöne çevrilmesi sağlanıyor ve çocuklar ispiyoncu yetiştirilerek aile içi ve dışı güven ortadan kaldırılıyor.
Romanın kahramanı kırklı yaşlardaki Winston, gerçekliğin tarihle bağlarının kopukluğunu durmadan kendine hatırlattığı; fakat hayatını tehlikeye atmaktan çekindiğinden öğrendiklerini, dağarcığının sandıklarına kilitlediği bakanlıkta, sansür bölümünde çalışıyor. Kahramanımız, bütün olayların başladığı ve sonlandığı antikacıdan aldığı günlüğe düşüncelerini ve şüphelerini döktükten ve gizlice tanıştığı yirmili yaşlarda parti düşmanı özgür tabiatlı (gençlik güzel şey) Julia’la paylaştıktan sonra inandıklarını eyleme dökmeye karar veriyor. Julia’nın ve Winston’ın partinin yanlış politikalarından dolayı yönetimi yıkmaya ant içmiş gaipteki Goldstein’ın tarafına geçmek istemeleri, Winston’un rüyasında görerek güvendiği sert çizgili, çelik grisi bakışlı O‘brien’a katılmalarına ve böylece 101 nolu odaya doğru sürüklenmelerine neden oluyor.
Nefret,kin ve acı; çıplaklık, karanlık, cansızlık ve pislik; bulunduğu zamandan kendi asrını ve 1984’ü tasvir ederken bu his ve sıfatları kullanan Orwell ardından yazılacak bütün bilim kurgularda ister istemez anımsanacak kitabıyla bir romandan ötesini kuruyor (bir sözlük prototipi dahi oluşturmuş), tarihin akışında nasıl menderesler çizebileceğini kestirmeyi amaçlıyor, kehanetlerde bulunuyor; gerçekleşmemesini umarak uyarılarda bulunuyor. Kitabın bu kertede kötümserliği yazarın içinde bulunduğu dönemi bilmemizi gerektiriyor. Yazar bu evrede İskoçya’da kanserle boğuşmaktadır. Dünyadan tecrit edilmiş, soğuk, dipsiz bir kuytuya kendini hapsetmiş; daha ne olsun, her şeyi gök kuşağına boyayacağını sandığı komünizme imanını yitirmiştir. 1984, (birçok yönüyle benzeri Hayvan çiftliğinde de) örnek aldığı Rus devrimi; Stalin, Troçki çekişmesi ve devrim sonrası Rusya’sının karbon kağıdı altında ilerliyor. Yazarın diğer bilim kurgu ve distopya yazarları gibi kendi asrından öte bir zamanda bilinmeyene şekil vermeye soyunmaması, okuyanın hikayede yaşayanlardan ve yaşananlardan soyutlanmasını engelliyor. Söz gelimi Winston’u okurken onun ezikliğini aşk acısı tatmış biri gibi, Julia’yı düşünürken onu evinden kaçmış asi bir kız gibi kafamızda canlandırabiliyoruz. Gelgelelim 1984’ün en etkileyici kısmı tarihten günümüze kadar yaşamış baskıcı rejimlerin bir panoramasını sunduğu Goldstein’in kitabı. İnsan bu kısmı okurken yaşadığı toplumu ve zamanı sorgulamadan edemiyor. Yazar sanki karalanan bir planı görmüş ve konuşmuş: yenidil sözlüğü kısmı okunup da dilde sadeleştirme çalışmalarının akla gelmemesi imkansız. Winston’un o kitabı okurken kapıldığı hayrete biz de ortak oluyoruz: “bunları ben de düşünmüştüm ama buradaki daha sistemli” diyerek.
Bu olumlu yönlerinin yanında Orwell’in romanında iki üç şey cevap bekliyor. Mesela neden mülteci sorununa değinmeyip ırklar arasında olası çatışmalar kurmamış, neden herkes İngilizce konuşuyor, neden o kadar kirli ve bakımsız insanlar sadece savaşla ölüyor da salgın hastalık bu muhitin civarına uğramıyor?[1] Yazar, ilerlemeci mantıkla ele aldığı ve üretim fazlasını eşitsizliğin karnına koyduğu Marksist tarih ve toplum algılama biçiminden ileri gelen yaklaşımla toplum tabakalarını fazla aynileştiriyor, hareketlerin kestirilebileceği savından ve insanın boş bir sayfadan ibaret olduğu algısından hareketle toplum mühendisliğine soyunuyor, insanın makineleşebileceğini romanın sonunda imliyor. Yazarın olanı duyması ve resmetmesindeki ustalığı ayrıntılara vakıf olduğu anlamını barındırmıyor. Zira zamanında fizik gibi bir gerçeklikle beslenen relativitenin ve postmodernizmin bireyselciliğe olası etkilerini görebilmiş mi, tartışılır. Elimizdeki sonuçlarla geçmişi yargılamak kolay; ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Orwell, ancak delilerin geçmişi merak etmeyeceğini, ölümün kan dondurucu tekilliğinde kişinin öncelikle kendi varlığını düşünüp parti/topluluk dinlemeyeceğini, insan nesli son bulmadıkça gelecekten umut kesilmemesi gerektiğini atlıyor. Yine de tüm karamsarlığına rağmen kitap, herkesin okuması elzem bir karabaşyapıt.
Film, kitaba güzelleme olarak 1984’te vizyona girmiş. Kitabın etkileyiciliğini ve kötücüllüğünü perdeye soluk kamera dönüşleriyle aktarmış. Kalabalık ortamlar filme yansımamış, proleterlerin bulunduğu sahneler yok. Filmin ıssızlık hissi uyandıran terk edilmiş binalara sığınması iç karartıcılığı daha bir pekiştirmiş. Garip insan rollerinde izlemeye alıştığımız John Hurt yıllar sonra V For Vandetta’da görece abi rolünün aksine Winston’ın ezikliğini görmede bize yardımcı oluyor, Julia rolündeki Suzanna Hamilton ve film çekildikten sonra hayatını kaybeden O‘brien rolündeki Richard Burton’un da filmi etkileyici kılmada payları büyük. Yönetmen daha çok diyaloglara önem vermiş, bu yüzden en çarpıcı sahne 101 nolu odada saklı.
[1] Bu konuda izlediğim en iyi bilimkurgu, Children of Men (Son Umut)’u belirtmek isterim.
1984’e tekrar baktığımda bana Rösyksopp’un What Else is There ? şarkısını hatırlattı. Salt değil; coşkulu, zifiri bir atmosfer.