Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar, Mehmet Kahraman, Beyan Yayınları, 408 s.
Divan edebiyatı dünyası ümmet bilincinin hazır bulunduğu çağda ortaya çıkmıştır. Her halükarda Divan Edebiyatı dünyası içinde yeralan insan ve çevre, İslam inançları miyarıyla ölçülür. Gerek Divan Edebiyatı, gerek diğer edebiyat ekollerinin ilk muharriki, içinde yaşadığı toplumdur. Başka toplumlardan elde edilen kazanımlar etkilenme olarak anlaşılabilir; zira her toplum kültürünü bizzat yaşayarak kazanır. Buna destek olacak sözleri Vasfi Mahir Kocatürk aktarıyor:‘Tıpkı aynı kaideler ve aynı estetik altında meydana gelen Alman, Fransız ve İngiliz edebiyatlarının birbirinden başka oldukları gibi…’ Arap, Fars ve Türk edebiyatı birbirinden etkilenmiştir; ama bu onların aynı edebiyat oldukları anlamına gelmez. Bu üç toplumun edebiyatının da Kuran, hadis ve ortak hâdiselerden nemalanması geleneği kaynaklık yanında malzeme haline getirir. Eseri ortaya koyan şairin, o eseri yazarken bulunduğu haleti ruhiye, öz yaşamından elde ettiği anlayış, önceki yapıtlara yorumu, eseri yazma amacı gözönüne alınması gereken hususlardır. Kahraman, Divan Edebiyatı’nın, İran edebiyatı ikliminden bir tıpkı basım olmadığını, kendine has özellikleri barındırdığını, bu minvalde eserler verdiğini öne sürer. Halit Ziya’ya göre eserin konusu hangi millete ait olursa olsun, onu işleyen ve meydana getiren o milletin evladı olan şair, konuyu kendi iç dünyasında işlemiş ve şekillendirmiştir. Üretilen eseri kimin, nerede meydana getirdiği mühimdir. Bu biraz da Divan edebiyatının milliliği ile ilişkili bir sorundur. Orhan Şaik Gökyay ‘divan edebiyatı bütün kusurlarına ve kapalılığına rağmen bizim varlığımızdan biridir’ der. Sabahattin Eyyüpoğlu divan edebiyatını milli edebiyatımız dışına atanların milliliğe dar anlam verdiğini savunur. Cenap Şahabettin’e göre her milletin edebiyatı bizzarure millidir. ‘Ben ne kadar Fransız taklidi yazarsam yazayım Türk olur’, diyerek eserin oluşumunda; temel yetişme tarzı ve sosyal etkenler üzerinde durur. Tanpınar divan edebiyatını eski benliğimiz olarak niteler. Divan Edebiyatı’nın milli bir edebiyat olduğunu savunanlar yabancı kelimelerin inşâda eridiğini belirtirken, aksini söyleyenler dilini yabancı bulur. Eyyüpoğlu ‘onları öteden beri öğrendiğimiz kelimelerle anlıyorduk. Acaba Fuzuli’den zevk alan Türk münevverlerinden kaç tanesi Arapça ve Acemce bilir‘ sözüyle bu yabancı kelimelerin, dilin kendi malı haline getirildiğini savunur. Ayrıca cihan devleti, yönettiği ülkelerin dillinden düşük seviyede olmama ihtiyacındadır. Her halükarda daha yüksek seviyede eserler vermiş toplumları taklit etmelidir. Zira sanat, önce bir öykünmeyle başlar. Onun vezni aruz Türk Halk Edebiyatı’nı da etkilemiş, Cumhuriyet sonrası serbest ya da heceyle yazanların dahi ahengine tesir etmiştir. Lamia Kırgız’a göre Faruk Nafiz’in şiirindeki musiki aruzun eseridir. Rıza Tevfik, Türklerin aruzunun Arap ve Acem aruzundan farklı olduğunu söylemekle Türklerin diğer milletleri tamamen taklit etmediğini açıklamaya çalışır. Her ne olursa olsun, Divan Edebiyatı sonrasında edebiyatta şekil ve anlam her zaman tartışmalı bir patikaya kaymıştır. Ayrıca Eski Türk Edebiyatı’ndaki verimlerin çoğunluğu bu sahadadır. Hasan Ali Yücel Türk Edebiyatı’na Toplu Bir Bakış isimli eserinde, Türk edebiyatının dünya çapındaki eserlerini verdiği tablo ilgi çekicidir. Türk yazarlarının yüzde altmış dördü Divan Edebiyatı’ndandır. Divan Edebiyatı’nın Türk edebiyatındaki ağırlığı aşikardır.
Kitap halen devam eden ‘Divan Edebiyatı’ hakkındaki tartışmaları baştan ayağa masaya yatırıp inceliyor ve karşıt görüşlerin yanında kendisininkini iletiyor. Tartışmanın zamanı, yeri ve kimler tarafından başlatıldığı sorusuna Namık Kemal ve Tanzimat sonrasına işaretle cevap veriyor. Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in yazdığı Sefaretname, Paris’in sanat dünyasından övgüyle bahseder. Büyük ilgi uyandırır ve tartışmanın tohumunu atar. Avrupa’ya giden münevverler oradaki sanat şekillerini ithal etmeye başlar, böylece edebiyat mücerretlikten uzaklaşır. Avrupa kültürü Türk dili vücuduna yapay bir uzuv gibi dâhil olur. Tanzimat sonrası edebiyatta tartışma daha çok konular, ifadeler, örneklemeler, biçimler üzerineyken daha sonraki dönemde ses uyumu, göze mi kulağa mı hitap ettiği yönündedir. Tanzimat edebiyatı 1860’da çıkan ilk Türk gazetesiyle yayın hayatına başlar. İlk Avrupalı yazar tiplemesi Şinasi’dir. Mehmet Kaplan’ın sözünden hareketle müspet olana, yani reele ulaşma çabasındaki aydın çevresi, Divan Edebiyatı’nın mistik öğelerine karşı çıkmıştır. Dönemin yazarlarından Ziya Paşa ve Namık Kemal’e göre, yeni Türk şiirine akli kaynaklık edebilecek nitelikteki şiir halk şiiridir. Ziya Paşa halk şiirini derinlikli bulmaz ve tekrar divan şiirine dönerek bir derleme olan Harabat’ı yazar, bunu Tahrib-i Harabat izler. Namık Kemal’in suçlamaları bir kızgınlık anıdır. Zira Namık Kemal hem Divan Edebiyatı’na ve veznine çatar, hem de yazdığı bütün nazımlar bu vezindedir. Halil Onan’a göre ne Şinasi, ne Hamid, ne de Namık Kemal Divan Edebiyatı tesirinden kurtulabilmiştir. Namık Kemal’in eleştirilerinde sadelik kavramı yer alır. Ona göre Divan Edebiyatı ahlaki yönden zayıf, hakikatla ve tabiatla ilgisiz, akla ve fenne aykırıdır, ölçüsü belalıdır, gereksiz sözler mecmuasıdır. Tanzimat Edebiyatı yeni bir edebiyata ihtiyacı duyurmak, eski edebiyatı eleştirmek için çatallı dalla su arar. Namık Kemal’in hissî eleştirisinin karşısına Recaizade Mahmut Ekremin güzel ifadenin peşinde olan eleştirisi çıkar. Ekrem kalıplarla ve kurallarla sınırlanmak istemez, yeni ve güzel söyleyişler onun gözünde daha değerlidir. Kendini Namık Kemal’den ayırt etmek için ‘şiirde mantık iltizam olunmaz’ der. Şairin sadece şiir alanında eser vermesini garipser. Ekrem’in yeni poetika kurma çalışmaları Kahraman’a göre Servet-i Fünun’un doğmasına sebebiyet verir.
Serveti Fünun’da dil tartışmaları yapılmıştır. Edebiyat-ı Cedide akımına dahil olanlar ya Avrupa’ya eğitim için gitmiş ya da Avrupai eğitimin verildiği çevrelerde yetişmiş kişilerdir. Fransız sembolizmini tanımışlardır. Kendi ülkeleriyle ve kültürleriyle pek bağları yoktur. Fikret’e göre eski şiir, kalıpları içerisine hapsolmasına rağmen güzel eserler verebilmiştir. Aruz onun nazarında nazmın güzelliğini sağlayan unsurdur. Cenap Şahabettin’in ifadeleriyle aruz, şiirimize ahenk katmıştır. Halit Ziya ‘aruz hiçbir vezinde rastlanmayan musiki zenginliğine sahiptir’ diyerek aruzla ve eski şiirle hiçbir sıkıntısının olmadığını belirtmiştir. Edebiyat-ı Cedidecilerin şiirden anladığı, Fransız Sembolistlerindeki gibi ahenk ve müziğe yaklaşık bir sözdü. Kahraman’a göre bu, Divan Edebiyatı’nı övme değil, kendi sanatını ortaya koyma çabası anlamına gelir. Divan Edebiyatı’na rahmet okutacak; ağdalı ve ağır bir dil kullanmayı tercih etmişlerdir. Dilde tasfiyeye mesafeli olup atılan kelimelerin asırlarca kullanılanların yerini dolduramayacağı yönünde endişelidirler. Fikret’e göre tasfiyenin aksine başka his ve anlamları karşılamak için yeni kelimeler lügate eklenmelidir. Servet-i Fünun’da çıkan yazısında Rıza Tevfik, İngilizce ve Fransızca gibi dillere öykünerek milli bir dilin olabilirliğini sorgularken, ‘bu diller acaba mücerret mi?’diye sorar. Edebiyat-ı Cedide, onu savunur gibi görünmesine rağmen, Divan Edebiyatı’ndan pek haberdar değildir. Fikret eski şiirde tabiat tasvirlerinin tabiilikten uzak olduğunu, bu konuda sadece Nedim’in anılabileceğini söylemiştir.
Avrupa eksenli edebiyat ve düşünce anlayışı bir nevi yeni Edebiyat-ı Cedide olan Fecr-i Ati’ye ulaştı. Fecr-i Ati’ye bağlı 21 yazar ise daha sonra Milli edebiyat cereyanı içerisinde görüldü. Milli bir varoluş saikiyle ortaya çıkan ve Genç Kalemler dergisinde toplanan yazarlar, Divan Edebiyatı’nı yabancı lisanın etkisinde görüyorlardı. Ziya Gökalp, ‘Fuzuli’leri, Nedimleri, Bakileri bizim klasik edebiyatımız olarak addetmek yanlıştır’ diyordu. Kahraman’a göre Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin ve Mehmed Emin Yurdakul gibi Milli edebiyatın belirli isimleri ikinci bir divan edebiyatına karşı çıkmayı hazırlamışlardır. Tartışmada zemin yerlilik-yabancılık kavramıdır. 1922 yılında Fuad Köprülü Divan Edebiyatı şairlerinin, halkı küçümsediklerinden dolayı, ondan uzak bir acem sarayında yaşayıp şiirler terennüm ettiğini söyler. Cumhuriyetin kurulmasından sonra sırayla gerçekleşen inkılapların kültürel uygulanma boyutu asıl 1930’lu yıllara çatar. Bu yıllarda Ziya Gökalp’in kurduğu Türk Ocakları kapatılarak yerine Halk evleri açılır. Müzik, folklor, tiyatro gibi kültürel etkinlikleri düzenleyenler bu çevrelerdi. Çıkarılan dergiler ilçelere kadar yayılmıştır. Kültürel çalışmalar halkçılık kavramından etkilenmiştir. İnkılap edebiyatı kuramının gelişmesine yol açmıştır. Kahraman’ın ifadesiyle: ‘Sözkonusu yıllardaki (divan edebiyatına) hücumlar da halk edebiyatı ve Milli Edebiyat kavramlarını içine alan bir inkılap edebiyatının gölgesinde’ yapılmıştır. Tartışma alanı vezne kaymıştır. Halkevlerinin yaptığı çalışmalar millilikten çok mahalli bir görünüm arz eder. En büyük ülküsü muhitin folklor özelliklerini toplayarak mahalli edebiyata hizmet etmekti. Ortada bir çatışıklık kendini hissettirir, inkılap edebiyatı ile daha fazla Avrupaileşmeye çalışan edebiyat diğer yanda mahalliliği diriltmeye çalışır. Dönem tamamen inkılap sonrası değerlere göre yapılandırılmış, devlet idaresi tarafından desteklenen halkevleri eliyle basılan dergiler edebiyat hayatını devam ettirmiştir. Dolayısıyla edebiyatta siyasi kaygıların egemenliği mevzu bahistir.
Bakışlar
Yazar Divan Edebiyatı’nı değerlendirenlerin ne gibi kıstaslara dayandıklarını anlamak için bakış açıları ortaya koyar. İçinden bakış edebiyat dünyasının içinde bulunduğu sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve coğrafi etkenlerin dikkati nazara alınması gerektiği üzerinden yapılan yorumlardır. Eserin içdünyası tanınmadan anlaşılması, anlaşılmadan eleştirilmesi, tartışılması mümkün değildir. Dıştan bakış şairin değer ve sanat ölçüleri dışında, başka bir kıstası esas almaktır. Sanatçı bakışta, şanatçı kendisi sanat meydana getirdiği için, neyin sanat eseri olduğu neyin olmadığı düşüncesiyle; edebiyata bir evrensel pusula uydurur. Divan Edebiyatı’nın buna uyup uymadığını kontrol eder. Edebiyat-ı Cedidecilerin yorumları bu mahaldedir. Politik yaklaşım dönemin barındırdığı yapıda geçmişe ve geçmiş edebiyata biçilen değerle örtüşür, önyargılıdır. Yazar bunu şu sözlerle açıklar: ‘Politik yaklaşımda neden ve niçin sorularına gerek duyulmaz.’ Politik yaklaşım esas alındığında, nasıl Osmanlı Cumhuriyet’e göre köhnemiş kurumları olan bir devletse, aruz da hecenin karşısında aynı vaziyettedir. Bu indirgemecilikte tartışma geleneği yoktur, kağıt bir çizgiyle ikiye bölünür kim bizim tarafımızda kim değil sorusuna görsel cevap aranır. Kazım Nami Duru’ya göre “hece veznine milli vezin denmesindeki hikmeti anlamak istemeyenler, Osmanlılık ruhunu henüz bırakamamış olanlardır”. Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, karşıt düşünce suçlayıcılıkla susturulmaya çalışılmıştır. Akademik yaklaşım, sanat eserinin değeri üzerine hiçbir şey söylemez; sadece malzemeleri biraraya getirmek ve aralarında konuya göre bir düzenleme yapmaktan ibarettir. Hiçbir hüküm bildiren cümle kullanmadığı için tartışma değeri taşımaz. Tüm bunların dışında bir de toptan yok saymak bulunur. Hüseyin Rahmi Gürpınar ‘divan edebiyatını pek okumadım, zaten bu edebiyat halkın hislerinden uzak kalmıştır.’ delilsiz görüşü ile bu cephedekileri tasvir eder. Kayıtsız şartsız mahkum etmek esastır.
Tanımlamalar
Yazar Divan Edebiyatı’na yöneltilen suçlayıcı vasıfları kitabına taşıyıp onlara cevap verir.
Zümre Edebiyatı: Zümre; saray edebiyatı, kapıkulu edebiyatı, uyuşturucu, aristokratik saray edebiyatı, enderun edebiyatı olarak da adlandırılmıştır. Buna göre o, İstanbul’da teşekkül etmiş bir edebiyattır, Anadolu’yu ve halkı değil sınırlı bir çevreyi ilgilendirecek eserler ortaya koyar. Kahraman’ın bu suçlamaya karşı, iddiayı ortaya atanların kendileri de aydın sınıfı içine girdiklerinden, suçlamalarını kendileri çürütüyor, basit savunmasını yapar. Yazar ‘Divan Edebiyatı’nın bir edebi topluluk gibi değerlendirilebileceği gözardı edilmektedir‘ derken zümreye ekol anlamı yüklemektedir. Divan Edebiyatı’nın ‘asırlarca aynı disipline bağlı, kurallarından hiç taviz vermeyen edebi tavır, bir ekol olarak değil de bir kısırlık ve darlık olarak nitelendirilmiştir‘ derken suçlamadaki kör noktaları gösterir. Burada yapılan eleştirilerden ve savunmalardan hasıl olan, divan edebiyatının bazılarınca anlaşılmaz olduğu sonucudur. Tunç Korap onu, ancak sanatkâr insanların anlayabileceğini söylüyor. Eflatun Cem’in ‘Yeni Duyuş, Yeni Görüş’, Cevat İdil’in ‘Dil İnkılabımız’, Kadri Gürün’ün ‘İnkılap Edebiyatı Var mı?’ adlı yazılarının başlıklarından dahi politik yaklaşımın mevcut olduğu hissedilir. Yazar bu politik yaklaşımın karşısına Ali Nihat, Vasfi Mahir ve Eyüboğlu’nun Divan Edebiyatı hakkındaki tespitlerini koyar. Vehbi Cem Aşkun’u konuşturur. Ona göre Anadolu’da, halk edebiyatı ile divan edebiyatı bir arada yaşıyordu. Bunu cönklerden anlıyoruz. Divan edebiyatı sadece sınırlı bir çevrenin malı değildir. Yalnız buradaki mühim nokta: Halk edebiyatı tabirinin sakatlığıdır. Acaba öbürü halka hitap etmiyor muydu? diye sorar.
Taklitçilik: Yazara göre taklitçilik kendi içinde yer aldığı toplumdan uzak; ama bir başka toplumla da içli dışlı, onun edebiyatının bir kopyası demektir. Bu ifade Köprülü’de kopya edebiyat, Agah Sırrı’da hayranı olduğu kültürün şahsiyetine bürünmek, Orhan Şaik’de hep aynı zindan kuyusundan ilham almak, Kadri Gürün’de İslamlaşmadan doğan bir taklit etmedir. Buna karşın yazar, Divan Edebiyatı’nı taklitçi bulmayanları, kendine özgü bir edebiyat ortaya koymuş olması ve kendi ölçüleri içinde güzel olduğu gibi iki noktada bitiştirir. Taklit, tesir, ilham, örneklik kavramları irdelenerek bu konu açıklığa kavuşturulmaya çalışılır. Divan Edebiyatı ile Servet-i Fünun ve sonrası karşılaştırıldığında Divan Edebiyatı daha az taklitçidir. Zira Divan Edebiyatı mümessilleri, şeklini ve veznini aldığı edebiyatın dilinde, eser verecek ölçüde o dile vakıftılar. Servet-i Fünun ve sonrasında böyle bir şey söz konusu değildir. Dönemin aydın ve yazarları Fransızca ve İngilizce’ye çeviri yapacak düzeyde uyum sağlayabilmişti.
Mazmunculuk: Mazmunun sözlük anlamı, vecizli söz demektir. Aynı anlamları çağrıştıran mazmunların her şair tarafından kullanılması bir kısırlık olarak görülmüş, içine kapanıklık ve üretimsizlik manası yüklenerek yerilmiştir. Yazara göre bu sembollü anlatım, içinde barındırdığı anlam zenginliği açısından, şairlerin az kelimeyle çok manaya ulaşmalarını temin ediyordu. Değişmemesi geleneğin ağır basmasından kaynaklanıyordu. Mazmunlara yenileri eklenerek dilin zenginleşmesi sağlanmaktaydı. Tanpınar’da mazmun, şiir dili kavramıyla karşılanmıştır.
Sunîlik: Tabii olmayış, yapma bir edebiyat oluş, yapaylık olarak tanımlanıyor. Bu Yakup Kadri, Namdar Rahmi, Kazım Nami ve Halit Fahri’de tabiattan kopukluk, yapaylık, bütünüyle soyutluk olarak ele alınırken Burhan Toprak ve Gölpınarlı’da sunîlik, sanatçının tavrına ilişkin sahte, yapmacık veya samimi olmamak şeklini alır. Kahraman, bunlara cevap verirken -sanat dünyasından hareketle- içinde yaşanılan sanat ortamında Divan Edebiyatı’nın tek başına bir ekol olduğunu belirtir. Sanatçının yaşadığı hayatı olduğu gibi değil, bir yaratma iştiyakıyla, yeniden biçimlendirme çabası, Divan Edebiyatçısının amacını yansıtır, der.
Monotonluk: Kahraman monotona yeknesaklık anlamı verir. Orhan Şaik’in bir zindan kuyusundan ilham alan divan edebiyatı tanımlamasında monotonluk eksiklik ve gereksizlik anlamlarını barındırır, Yakup Kadri’de tabiatın çeşitli tecellilerini göstermeyen hep aynı teraneyi tutturan dar bir alana sıkışmayı karşılar. Burhan Toprak’a göre derinliği olmayan klişeli bir edebiyattır. Vasfi Mahir daha çok tanzim tarzını monoton bulur. Eyüboğlu’nun nazarında klişelerin divan edebiyatı zamanında yenilikçi olarak bilinen Nedim tarafından tenkit edilmemesi, ortada bir sorun olmadığının kanıtıdır. Enis Behiç Koryürek tekdüzeliği vezninin ahenginde bulur. Yazar monotonluk denilen yeknesaklığı Divan Edebiyatı’nın kaideciliğine bağlar. Bu şu anlama gelir, Divan Edebiyatı’nın yerleşmiş bir estetik görüsü vardır.
Mahbubçuluk: Halit Fahri Ozansoy tarafından Nedim’in şiirleri örnek gösterilerek mahbub, sapık sevgi şeklinde kendine yer bulur. Kazım Nami’de de buna rastlanılır. Orhan Seyfi’de ve Ataç’da sefahat anlamlarını karşılar. Hasan Ali Yücel’de Divan Edebiyatı 17.yy dan sonra bozulmaya başlar, tasavvufun kök felsefesinden ayrılarak egoisme ve sefahat alemlerini anlatacak derekeye düşer. Yazar Latifi’nin tezkiresinden hareketle sembolist bir amaçla oluşturulmuş şiirlerde bahsedilen sevgilinin Allah olduğunu söyler. Yine de sapık sevgiye Akün’ün TDV Divan Edebiyatı maddesi kadar tatmin edici bir cevap verememiştir.
Gayr-i İnsanilik: Yazar gayri insaniliğin belirsizliğinden yakınır. O acaba felsefi bir tabir olarak beşeriliğin/hümanizmin karşıtı mıdır, yoksa insani kıymetin karşıtı mıdır, yahut yontulmuş, traşide, idealize varlığı mı karşılar? Kahraman, Vasfi Mahir’den hareketle doğunun toplayıcı ve süzücü etkisini anlatır. Divan Edebiyatı’nın fikri ve tasviri damıtıp öylece sunma çabasında olduğunu aktarır. Divan Edebiyatı’nı gayri tabii olarak suçlayanlar bakıp görmek istedikleri şeyin orada bulunmamasından yakınmaktadırlar. Yazar eleştirenlere cevaben onlar, gayrı insanı değil, ideal insanı örnekleştirmişlerdir, der.
Dalkavukluk: Kavram daha çok kaside türü ile ilgilidir. Caize için yazılan kasidelerin bu konuda ileri sürüldüğü görülür. Aşırı övgü, yaranma ve yaltaklanma olarak vasfedilmiştir. Yazar birçok kasidenin, övülen kişi öldükten sonra yazıldığını iletir, örnekler verir. Caize almak maksadının hepsinde güdülmediği cevabıyla iddiayı kısmen çürütür.
halimcim, kitabı gayet iyi damıtmışsın. anlaşılan yazar, “divan edebiyatı hakkında sıkça sorulan sorular” kabilinden bir metin yazmış ve ömer faruk akün’e nispetle biraz daha ayrıntılara girmiş. ancak konuyu onun kadar sistematik anlatamadığını da çıkartıyorum bu yazıdan. eline sağlık kardeşim…
Yazar daha çok Divan Edebiyatı’na yöneltilen eleştirileri ele alıyor, bunun haklılığını tartışıyor. Tabii ki genel içerisinde eriyen zayıf çıkarsamaları var. Bunlardan bir tanesini yukarıda verdim. Sapık sevgi ile ilgili sözü geçiştiriyor. Evet haklısın biraz dağınık duruyor. Yine de kronolojik girişinden sonra ikinci ve üçüncü kısımlarda tekrarlar mevcut; benimki bir özet niteliğinde kalıyor çoğu zaman. Başka türlü bilinmeyen mahalde yol tarifi isteyene, gideceği yerin güzelliklerini anlatmak kadar sathi kalırdı. Kitabın bu alanla ilgili bilgileri derleyip toparlayan değeri haiz olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir başka husus.