Ayrılık Çeşmesi – Bir Neyzenin Yolculuğu-, Orijinal adı: La Fontaine de la Séparation, Kudsi Erguner Fransızca’dan tercüme eden: Arzu Açan Erguner, Yayın Yılı: 2002, İstanbul, İletişim Yayınları
“Yaşlı bir şeyh ile müridi yolda gidiyorlarken şeyh yorulur ve müridine, “Ben burada biraz dinleneyim sen bana şu ileriki köyden bir testi su getir” der. Mürit testiyi alıp köyün çeşmesine gider. Çeşmenin başında çok güzel bir kız görür. O an şeyhi, suyu, testiyi unutur ve kızı takip eder. Ona aşkını ifade eder, kızı babasından ister ve evlenirler. Birkaç çocukları olur. Çocuklar büyür ve her biri “Baba ben kısmetimi aramaya gidiyorum.” diyerek evden ayrılır. Derken kayınpederi ölür, bir gün de karısı ölür. Yalnız kalınca şeyhi aklına gelir. Hemen çeşmeye koşar, testiyi doldurup şeyhin bulunduğu yere koşar. Yaşlı şeyhi ağacın altında otururken bulur ve ihtiyar ona “Nerede kaldın oğlum, merak etmeye başlamıştım.” der. Bu efsane hayatın özeti gibi geliyor bana. İnsanlar dünyaya bir maksat için geliyorlar; fakat onu unutup birtakım işlere dalıyorlar ve yalnızlık zamanında o maksat hatırlanıyor. Bu hikâyeyle de böylece bir bağlantı kurdum.” [Ayrılık Çeşmesi, s.15 vd.]
*Yazıyı yazarın babası Ulvi Erguner’in Uşşâk makamında ney taksimi eşliğinde dinemek isteyecekler için: http://bit.ly/2cYDXKk
Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ardından, İstanbul’un kültür ve sanat merkezleri durumundaki pek çok mekan kapanmış, buraların havasını teneffüs ederek yetişmiş ve tasavvuf terbiyesi almış onlarca insan da kalacak bir yer bularak kendi köşelerine çekilmiş ve buralarda hayatları nihayete ermiştir. Hüsn-i Hattan ebrûya sâzendelikten hânendeliğe her biri aynı zamanda klasik sanatlarımızda da ustalaşmış bu insanların buldukları en önemli sığınaklardan biri de şüphesiz Üsküdar Sultan Tepesi’ndeki Özbekler Tekkesi idi. Devam eden sohbet meclisleri ile burası adeta bir kurtarılmış bahçe olmuştu sohbet meclislerinin tadını özleyenler için. Tekke’nin, dönemin İstanbul’unda bu anlamda en önemli kültür-sanat merkezi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen Kudsi Erguner, ilk çocukluk yaşlarından itibaren bu çevrenin havasını teneffüs ederek büyür ve burada aldığı manevi terbiye hayatının seyrini önemli şekilde etkiler.
Osmanlı döneminde, doğuya yapılacak seferlerde İstanbul’dan ayrılanların uğurlandığı ve su misali tez gidip-dönmeleri için arkalarından suların döküldüğü son nokta olan Kadıköy’deki ayrılık çeşmesi, Erguner’in de pek çok yolculuğunun başlangıç noktası olması yanında, son nefesine kadar devam edecek içsel yolculuğunun, kendinden kendine bir yolculuğun, simgesi olmuş onun için ve çocukluk yıllarının Osmanlı mirası kültürel ve tasavvufi hayatının yaşandığı çevreden Avrupa seyahatleri ve Paris’teki yaşamına uzanan macerasının bu gözle kaleme alınmış bir yorumu olan eserinin de ismi olmuş. Güzel de olmuş.
Bugün bizim kitaplardan öğrenmeye, anlamaya çalıştığımız bu değerlerin canlı tanıklığını yaşadığı yıllardan bize aktardıkları, okundukça “keşke..” lerle başlayan cümleler kurmamıza sebep oluyor. Şeyh Necmedin Özbekkangay başta olmak üzere Nafiz Efendi, Tufan Efendi gibi kıymetler yanında Neyzen Halil Can, Neyzen Ulvi Erguner, Neyzen Niyazi Sayın, Alaeddin Yavaşça gibi usta sanatkarların da saymakla bitmeyeceği sohbet meclisleri; her Pazar yapılan bu toplantılarda özenle hazırlanarak dağıtılan Özbek(Buhara) pilavları.. Tekke çevresinde bu hayat yanında, İstanbul’daki günlük hayat da henüz yozlaşmaya direnmekte ve ait olunan kültürün birçok inceliğini barındırmaktadır.
Yazarın İtalyan Lisesi’ne kaydıyla tanıştığı Batı (etkisindeki) kültür yeni bir dünyanın kapısını açar. Özbekler Tekkesi’nden Paris’e; ABD’den Afganistan’a dünyanın çok farklı yerlerine süren anlatım ve Erguner’in çocukluğunda çevresinden edindiği değerler sürekli mukayese edilir. Babası Neyzen Ulvi Erguner’in tedavisi için başlayan Avrupa seyehatleri, Türkiye’de yeni yeni oluşturulan Mevlevi musikisi ve sema toplulukları ile yapılan turneler, Avrupalı dinleyicinin ilgisi, sahip oldukları kültürü pek çok sıkıntıya rağmen yaşatmaya ve insanlara tanıtmaya çalışan musiki aşıkları yanında “semazen derviş” imajıyla orada bulunan insanlara dair anlattıkları oldukça dikkat çekicidir ve düzenin bu kültürü dahi nasıl bir tüketim aracına dönüştürdüğünün acı bir göstergesidir.
Paris’teki öğrencilik yıllarında elindeki tüm parayı vererek annesinin istediği düdüklü tencereyi alması sonucu önüne açılan kapılar ve profesyonel müzisyenlik hayatının başlaması, en az Erguner’in eserde sık sık aktardığı Hind veya İslam edebiyatı kaynaklı kıssalar kadar etkileyicidir gerçekten.
Kudsi Erguner’in sıcak ve samimi anlatımı ile konuların orijinalitesi birleşince, özellikle konuya ilgi duyanlar için güzel bir eser çıkmış ortaya. Ayrıca bu mecrada pek çok isim tevârüs ettikleri geleneğin de etkisiyle hatırat yazmadıkları için bu eser ayrıca önemlidir.
Yazarın kendi muhasebesi olduğu kadar ait olduğu kültürün de serencamını gösteren “Ayrılık Çeşmesi”nin, “Sâz u Söz Arasında / Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları”, “Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı/Ahmet Yüksel Özemre”, “Üsküdar’ın Üç Sırlısı/Ahmet Yüksel Özemre”, “Neyin Sırrı Hala Hasret/Beşir Ayvazoğlu” gibi benzer muhtevaya sahip eserlerle birlikte okunması çok daha geniş bir açıyla konuya bakabilmeyi mümkün kılacaktır.
Tadımlık:
* Kendisinin tekkeyi döndürecek şahsi zenginliği olmadığından bazen değişik yollara başvurduğu da oluyordu. Örneğin dinleyicilerin huzurunda kaside ve gazel okumak isteyen ve maddi durumu epey yerinde olan merhum Hulûsi Gökmeli’ye, “Eğer tekkeye bir kuzu alırsan, ben de sana toplantıda bir gazel okuturum” diyor ve eğer gazelhan bir ikincisini daha okumak isterse, havada iki parmağını oynatarak ikinci bir kuzu ilave etmesi gerektiğini işaret ediyordu. Bu çeşit şakalar, nükteler, cemaatin özellikle haftalık ihtiyaçlarının keyifli yoldan karşılanmasını sağlıyordu. (s.54)
* Kısa süre arayla çıkan bu iki albüm bana problem de yaratmadı değil; o tarihlerde hala öğrenci olduğumdan pasaportumun uzatılması için yılda iki kere konsolosluğa uğramam gerekiyordu. Bunun için de kültür ataşesi ve talebe müfettişi sıfatını taşıyan memurdan talebe olduğuma dair bir yazı almam gerekiyordu. Kendisini görmeye gittiğim gün, ilk plağımı yapmış olmanın heyecanıyla, bir tane hediye etmek istedim. Plağın kapağını gören ateşe sinirden kıpkırmızı oldu. Onun gözünde Paris’te öğrenim gören bir Türk genci böylesine ilkel (!) ve geri (!) bir müzikle ilgilenemezdi. Bunu neredeyse bir skandal olarak nitelendirdi ve dolabını açarak elime bir plak uzattı. Bu Türk hükümetinin tüm masraflarını üstlenerek, Berlin Senfoni Orkestrası’na meşhur beş Türk bestecisinin eserlerini yorumlattığı bir plaktı. (s. 131.)
* UNESCO kolleksiyonun “Anthology of the Orient” serisinde, babamın katılımıyla “Turkey I” ve “Turkey II” başlığıyla iki cilt olarak yayınlanan plakların akıbeti de farklı olmadı. “Unesco Conseille international de Musique” (Uluslararası Müzik Konseyi) müdürü Mr. Jacques Bornoff’tan duyduğuma göre, Unesco’nun Türkiye komitesinin başında olan Nevit Kodallı kendisini ziyarete gelmiş ve bu iki ciltlik plakta yer alan müziklerin eskide kaldığını, gerici oduğunu ve Türkiye’yi temsil edemeyeceğini söyleyerek, albümlerin yayınlanmasını protesto etmiş ve toplatılmasını istemiş. Daha sonra”Mediation on the Ney” adı altında çıkan benim plağımın da yazgısı aynı olmuş ve Mr. Bornoff’un telefonları durmamış..” (s. 132.)
* Verilen molalarda aralarına karıştığım Afganlıların aşırı dindarlığı beni çok şaşırtmıştı. İçlerinde Özbek asıllı olduğu için Türkçe de konuşan ve sonradan dost olduğum Aldaş’a, bu kadar dindar ve İslam’a bağlı olmalarının beni şaşırttığını belirtince, başımı kaldırıp etrafıma bakmamı söyledi. Çevrede, en ufak yeşilliğin olmadığı kıraç dağlardan başka bir şey görünmüyordu. Eliyle içinde bulunduğumuz tabiatı işaret eden Aldaş “İşte!” dedi, “Bu hiçlikten yalnızca Allah’a iman çıkabilir..” (s.140)
ayrılık çeşmesi, hakikaten çok güzel bir hatırattı. özellikle tasavvuf kültürünün temsilcileri olarak görünen bazı insanların gerçek hayatlarında tasavvufla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir yozlaşma içinde olabileceğinin, dolayısıyla önemli olanın kâl değil hâl olduğunun pek iyi bir göstergesiydi bu hatırat. çünkü kudsi erguner, bu kültürün gerçekten içinde büyümüş insanlardan biri. ben de hararetle tavsiye ederim.
belki sonra ekleyeceklerim olur ama bazı pasajları da ben aktarmak isterim:
“bence barındırdığı gelenekler ortadan kaldırıldıktan sonra binaları tamir ettirmek, insanları öldürüp cesetlerini süslemekten farklı değil.” s.64
“babamın bana verdiği tavsiyelere uyarak, paris’te kurduğum mevlana derneğinde yirmi yıl boyunca talebe yetiştirmeme rağmen, tek bir gün onlardan para almadım, ne kimseye parayla ney sattım, ne de kimseden verdiğim ders veya ney için para istedim.” s.72
“bütün dinler sonuçta bir bilinmeyene inanmayı öneriyordu, oysa batı insanı her şeyi akılla algılamaya alıştığından bilinmeyeni de açıklamaya başlamıştı.” s.163
“bağlı oldukları değerlere, kaybetme korkusuyla sımsıkı yapışmış bu muhafazakarlara tek bir cevabım var: bu değerlerin yaşamasını istiyorsak başka kültürlerin değerleriyle aramızda bağ kurmayı ve onları paylaşmayı öğrenmeliyiz. eğer ben farklı kültürlerle, değişik müzik türleriyle beraberliğimden bu kadar kazasız, belasız çıkabildiysem , kendi kültürel mirasımı hakkıyla yaşadığım içindir.” s.200