Sözlü ve Yazılı Kültür


0000000023639-1Sözlü ve Yazılı Kültür, Walter J. Ong, Metis Yayıncılık

Sözlü edebiyat, insanların havada kaybolup yitecek sesi birbirlerine aktardıkları bir kültürün ürünüdür. Hâmisi ve taşıyıcısı insanlardır. Nesilden nesile; kulaktan kulağa ve bellekten belleğe aktarıldığından; anlatım, en azından kelime düzeyinde, organik bir şekilde değişip girdiği her bedende farklı bir sesle yankı bulur.

Değişken özellikler, gerek anlatımın konusu, gerek isimlerin sıfatları, gerekse şiirin vezni sayesinde, kalıplarla sabitlendiğinden değişim konuyu baştanbaşa etkilemez.

Anlatım genelde gerçekleşmiş bir olaydan alındığından; çatışmalar, olumsuzlukların üstesinden gelme, yok edici şartlara karşı direnme, sözlü edebiyatın hayatiliğine işliyor; imkânsız addedilen mevzuların mücadele ile kazanılması ona milli bir şuur katıyordu. Kişiler ve onların maceraları anlatıma ve hayale hareket serbestisi sağlıyor, örnek şahıs sorunu -çözümlenerek- nihayete erdiriliyordu. Sözlü gelenek bu yönüyle içine kapalı bir devamlılık sağlamaya yarıyor; mevcut halin bekasına hizmet ediyordu. Bunda yönetimin etkisi büyüktür. Bir bölgede güç kimin eline geçerse onun savaşları ve başarıları anlatılır oluyor; mağlupların esamesi okunmadığından kaybolmaya yüz tutuyordu. Patron ve şair ya da haşmetlü ve şair/ozan arasında bu vecheden ilişki, konumunu o dönemde de muhafaza ediyordu.

Sözlü gelenekte bir anlatımda isimlere gelen sıfatlar genellikle aynıdır. Vasıflar ismi ya yerici yahut yüceltici bir mahiyettedir. (Sözlü kültürün bir insan hakkındaki fikri ya düşman ya da dost olmasında yatmaktadır.) Mesela çınarın önüne genellikle ulu kelimesi gelir. Çınarın ulu olması neye bağlıdır ya da ulu yerine yüce, büyük, koca, uzun sıfatları eklenemez mi sorularının yanıtı; ancak ‘gelenek böyle uygun gördü’de bulunabilir. Ayrıca kahramanlara yüklenen vasıflar hep aynı zaviyeden yürür: Faraza “yüce aklın mimarı Athena” gibi yakıştırmalar bir metinde çokça tekrar edilir. (Akhiellus ayağına tezdir, koşusu onun ayırıcı vasfıdır.) Sözlü aktarımlarda şiirsel bir yön vardır. Nitekim kısa cümleler, kafiyeli sonlar, âhenk; dimağa yardımcı unsurlardır. Vezin ise bunların hepsini toparlayıcıdır. Sözlü üretimler, devamı sağlamak ve değişime meydan okumak için bu cetvele girmektedir. Misal, vezin Yunanlarda hekzametron, Farslarda ve Araplarda aruz, Orta Asya Türklerinde ve Japonlarda hece zırhını kuşanır. Sıfat, sözlü ve yazılı edebiyatın değişmez ayrıntı aracıdır. Şemsiye denildiğinde aklımıza bir şemsiye hayali üşüşür. Bu benim için uzun saplı, siyah ve tek kişilik şemsiyedir. (Demek istediğim ayan oldu.) Ozanların büyük bir sıfat haznesi vardır. Kalıplaşmamış isim sıfat ilişkisi dışında isimler vezin, hikâyenin durumu gibi etkenlere bağlı sıfatlar alıyordu. Bir dağa yüce, sıra, dumanlı sıfatlarından hangisinin ekleneceği sorunu; ozanın kelime haznesi ve olayın akışı ve vezinle çözüme kavuşturuluyordu.

Sıfat isim ilişkisi, atasözleri ve deyimler için de geçerlidir. Atasözler genelde bir çıkarım üzerine bina edildiğinden bu çıkarım, kanunlaştırılıyor ve aktarımda bu özelliği dolayısıyla yer alıyor, kamuya mal ediliyor. Atasözleri hüküm bildiren sözlerdir. Bu yönleriyle tartışılmazlıkları söz konusudur. Bir araya geldiği kelimelerin başkalaşıma uğramaması ile dimağlarda yer ediyordu. Sözlü kültürün yaşadığı bazı yerlerde cezalar, atasözleriyle gerekçelendiriliyordu.

Ozanların ezberlerinden bir hikâyeyi veya vakıayı anlatmaları için kullandıkları ezber yöntemlerinin yazılı kültürdeki ezber yönteminden farklılığı dikkate şayandır. Sonuçta ozanın elinde bir kayıt cihazı ya da metin yoktur. Ozan, dinlediği anlatıyı bir inziva sürecinden sonra kendi kelimeleriyle biçimlendiriyordu.

Söz dinamik, etkileşim yönü ağır basan/etki altında bırakan, toplayıcı/bütünleştirici, çoğu zaman el ve vücut hareketleriyle dikkatleri üzerine çeken, yalın, anlaşılır vaziyette olmak zorunluluğunu barındıran bir yapıdadır. Bütün bunlar muhafazakâr yapının izlekleridir. Anlatımın değişmemesi, dilin aynı kalması, toplumu bütünleştirici olması, mevcut siyasi yapıyı devam ettirmesi, dikkati üstünde toplamak için hareketlere ve müzik aletlerine başvurması, kanun niteliğinde atasözleri taşıması sözün ritüele bağlanması demektir. Bu yüzden girdiği şekil ve formlar yanında onu anlatanın kutsal bir yönü vardır; onu taşıyan, bilhassa yaşlılar, toplum nezdinde önemli mevkide görülüyorlardı. Bu yol ağzından çıkarsak sözlü kültürün yazılı kültürden temel farkının; sözün tekrar tekrar yazılması ve eski yazarlarının unutulması olduğu söylenebilir. Yazar dinleyicinin karşısındadır ve dinleyicinin yüceltmesi gereken sözler anlatıcının ağzında buharlaşır. Ozan yüceltilen ve kendisini yücelten kelimelerini sade ve anlaşılır seçmek durumundadır. Bundan ötürü muhtaç olduğu izleyiciye ve onların kelime havsalasına ve dünya görüşüne sadıktır; zira iletişimin hat safhada olması esastır.

Bir kere bulunduktan/öğrenildikten sonra vazgeçilmez hale gelen yazı kültüründe ise kelimeler ses değeri taşıyan sembollerle ölümsüzleşir. Harflerin bir metaı ya da olayı karşılarken evrilmesi bildiğimiz dillerin alfabeleri için geçerli bir düşüncedir. Mesela kutsal kazı anlamına gelen hiyeroglif, hukuk ve yönetim için daha uygun hale getirilmiş hiyeratik adını almış, takiben halkın anlaması için basitleştirilmiş -halkla ilgili manasında- demotik alfabesine yerini devretmiştir. Göktürk alfabesinde k harfi ok, ye harfi yay, b harfi ev olarak kullanılan çadır şeklindedir. Çincede her durum için resme benzer simge kullandığından otuz bine yakın harf mevcuttur. Bu durum Çinceyi yazılması meşakkatli bir dil haline soktuğundan günümüzde daha sade bir alfabe kullanılmaktadır.

Bir ses aletlerle bir tabletin üzerine kazındığında; kalemle papirüslere, ceylan derilerine, kemiklere yazıldığında artık o ses ölmüştür. Sesin ölmesi aynı zamanda ölümsüzleşmesi ve aynı zamanda tartışılmaz olması demektir. Çünkü karşınızda tartışabileceğiniz yazar mevcut değildir. Çoğu çoğu reddiyenizi çiziktirir ya da telefonla müellife ulaşmaya çalışırsınız. Tabiidir ki yazar rahmetli olduysa itirazınız bir yankı bulmayacaktır. Bundan dolayı bir yazının en büyük düşmanı fiziksel zarardır. Kitap o rafta durduğu müddetçe sinirinizi bozmaya devam edecektir. Bu yüzden bir şehrin işgalinden sonra kamusal hafızanın merkezi olan kütüphaneler nehirlere boşaltılır ya da şenlik ateşi yakılır yahut işgalcinin hazinesine aktarılır.

Yazı bilgiyi ciddiye almaktır. İlk yazılı kaynaklar kanunlardır. Kuran’ın peygamberlere gönderilen emirleri suhuf ve kitap olarak nitelemesi bunun bir göstergesidir. Yazı doğruluğun da ölçütüdür. Yazının bulunmasında değilse de yayılmasında ticarette beldeler arasında iletişimin sağlanması ve alacak vereceğin kaydı etkili olmuştur. (En solgun mürekkep en sağlam hafıza…) İlginçtir, bir kişinin sözlü kültürde zekâsı hafızasıyla doğru orantılıydı. Yazılı kültürde ise olayları yorumlama ve izah etme, ikna etme dehanın habercisidir. Yazı daha çok çözümlemeci, mütecessis ve şüphecidir. Olaylardan çok onlara ne şekilde yönelmek gerektiğiyle ilgilenir. Yazar olaya nereden baktığını bize duyurma çabasındadır. Yazı ve yazar, kavramlara yeni anlamlar yükler ve farklı olmayı teşvik eder. Kavramları kişiye bağlı kılmayı uygun hale getirir. Biri şu taş Goethe’nin İtalya Seyahatları’nda aktardığı kalkeri bana anımsatıyor derken diğeri elinde hoplattıktan sonra taşı cebine atabilir. Birincisinde adamın İtalyan Seyahatları’nı okuduğunu duyurma kaygısının olduğunu, ikincisinde bunun değerli bir taş olup olmadığı merakının doğduğunu düşünebiliriz. Birincisi züppedir, diğeri harîs… Bu iki kişiyi taşın üzerinde konuşturmak zordur. Birincinin amacı seyirciler iken ikincisi nefsine fısıldar ve konuyu ortadan kaldırır. Amaç, yorumu aydınlatır. Ayrıca asgari müşterek olmayan konu tartışmadan berîdir. Bundan dolayı birini okurken takıldığımız noktalarda adamın sözlüğüne başvururuz; yoksa kavrama yüklenen anlam genel bir sözlüktekiyle kan uyuşmazlığı yaşayabilir. (Ceddimizin sözünden hareketle) Yazı noktayı çoğalttı ve çoğaltacaktır.

Matbaa öncesinde üretilenler daha çok sözlü kültürün devamı ve onu destekleyici kimliktedir. Söz gelimi hitabet artık dil bilgisine tabidir, herkes yazı okur gibi konuşmak ister. Yazı güvenilirliği simgeler. Ezber artık tekrara mahkûmdur. Artık kelimelerin önüne istediğiniz sıfatı getiremezsiniz. Kutsallık zedelenmemelidir. Kitaplara, karşıda bir kitle varmış ve onlara hitap ediliyormuş gibi başlanılır. Felsefe kitaplarında insanlar bir düşüncenin savunucusu imiş gibi konuşturulur. Platon diyalogla ikna avına çıkar. Bazı metinler alt metinle kendisine gizem süsü verir. Kutadgu Bilig mutluluğu, aklı, adaleti, akıbeti ete kemiğe büründürür.

Kitap okurken tanıdığımız harfler iç sesimizi ya da hayalimizi örgüler ve anlarız. Yazını kendi bilgimizden ya ayırmaya ya da onunla örtüştürme işlemine tabi tutarız. Kelimelere odaklandığımızda anlama yetimiz azalır. Ortada bir yazar vardır, onu anlamak için yazarın cana yakın bir yönü olmalı, ona saygı duymalıyız. Aksi takdirde okunan yazıya odaklanma sorunu yaşanılır. Türler arasında kendine has bir yönü olan şiir, genelde birinci tekil şahısla yazılır. Sebebi okuyanın onu kendisine mal etmesinin istenmesidir. Çünkü duyguyu ortaya çıkaracağı iddiasındadır.

İnşa çeşitlemecidir. Kutsal tanımaz, kendi kutsallarını dikte etmeye başlar. Romanın kanunları mı var, ona novel diyelim, ben de bir adet roman yazarım; fakat bu novele uymayan karakterde olsun. Olsun ne çıkar, sonuçta kutsalı yıkmak cesaret ister. Biz de böyle bir çağda yaşıyoruz. O novel ise, bu novelladır. (Unamuno’nun Sis’inde böyle bir tartışma var.) Şüphesiz bu çeşit artışında matbaanın büyük bir rolü vardır. Roman bu aletin hediyesidir. Roman bütün türlerin; felsefenin, tarihin, sosyolojinin, hikâyenin, şiirin, masalın ve bütün yazın türlerinin toparlayıcısıdır. Zira insana dairdir. O, uzun veya görece kısa yolculuğundaki insanı kompartımanlarına ayırır ve çözümleme uğraşı verir.

Üretim arttıkça, kanaat azalır. (Çocukluğumuzun halleyi ulaşılmaz masal iken şimdi küçük boyu bile var ve çocukları etkilemek için kullanılmaz haldedir.) Okuyucu kamuflajı ile kitabı imal etmeyip, tedrisatından geçmeyip en fazla bir gömlek fiyatına alanlar, ulaşılması bu kadar kolay olan kitabı kütüphanesinde diğerleri arasında bir kitap olarak düşünebilir. Matbaa hata yapma olasılığını, bir nevi insanı, insana ait olanı ortadan kaldırır. Emek sadece bir kere sarf edilir. Demir kalıplara dökülen kelimeler binlerce kitabın bir sayfasını karalar. Burada emeğin tekrarı nispeten ortadan kalkar. Nerede o, yazısıyla ünlü hattatlar nerede o kayıp kitapları elinde toplayan cimrilere dil dökenler… Demir sevimsiz ve görece değersizdir. Üretim kolaylığı, içini dökme imkânı sağlar. Kutsallık raflarda bölünmüş olur. Bundan öte kitap, okuyucunun kendi kutsallığını ve üstünlüğünü belirtme aracı olur. Bir tartışma esnasında falanca kişi şu kitabında bundan bahsediyor dediğimizde, muhatabımız kanıtı çürütmek için yazarı uzun uzun ya da kaçamak sözcüklerle kötüleyecektir. Siz münazarada rahat bir nefes almış olursunuz. En iyisi bu esnada üçüncü kişiye dönerek muhatabı askıda bırakmaktır.

Matbaa ile bütün türleri bir başlık altında, romanda birleştirdik ve çeşitlendirdik. Bu tabii ki diğer türlerin öldüğü manasına gelmemektedir. Yalnızca gündemde olan romandır. Aynı gelişmeyi sinemanın etkisinde de gözlemleyebiliriz. Zira günümüz romanları içe dönüklüklerinden sıyrılarak görsel tasvirlere ve olguları dışardan anlatmaya saplanmış vaziyettedir. Çağdaşımız olan romancı artık kitabına başlamadan şunu kendisine sorma ihtiyacını hisseder: “Yazdığım eser ileride filme çekilecek mi çekilmeyecek mi?” Bunun sebebi belki de hayalimizin kamera açılarıyla kurgulanmasıdır. Gerçek yaşamı yorumlamak yerine, onun bir boş çerçevesi olan görsel kurgunun içinden hayata bakmamızdır.

Bir milletin edebiyatı şifahi kültürden yazılı kültüre doğru geçtiği esnada eserdeki damga toplumsallıktan kişisel beceriye doğru kaymaya başlar, evrilir. Ozanlar da becerikli ve zekidirler ya da sözlü kültüre eklemlenmiş gibi duran yazılı kültür de böyledir. Bunların kesintisiz bir dünya görüşleri vardır denilebilir ve bu epistemik cemaate herkes dâhil olur. Her yazar maharetini kendisinden önce yazılmış olana harcar. Yusuf u Züleyhalar, Ferhat u Şirinler ve sair mesnevilerin yeniden şekillendirilmesinin yanı sıra kudretli şairlere nazireler düzülür. Bu anlam dünyasını tekrarlamaktır/hakikati dillendirmektir. Gelgelelim bu hakikat dillendirilirken farklılık olması da istenilir.

Günümüz yazarının ise başka bir yazara benzetilmesi ihtimali ödünü patlatır. Bir şey mi yazıldı, onun içindekiler önceden denilmemiş olmalı, bir resim mi çiziktirildi yeni bir tarz getirmelidir. “Yönetmen insanları hep tepesinden çekiyor kimse ona benzeyemez, biriciktir, aslında kamera açısı şunu anlatıyor vs…” Aynı şey olguları yorumlarken de kendisini göstermektedir. Herkes birbirinden haberdardır ve “ben biliyordum zaten” konumundadır. Kişi “olayın bir de şu noktasından bakmak gerekiyor.” girizgâhıyla kendisini var etmeyi amaçlar. Tabiidir ki toplumda bir şahıs olan yazarın doğruları ve ahlakı bir yapıtı bireysel/individual bir zeminde anlaşılmaya başladığında hakikat dediğimiz şeyin kalın çizgileri silinmeye başlar. Lüzumsuz görelilik yürür. Kendine has olmanın parası hakikattir. Merkezde toplumun yargıları değil toplumu değerlendiren ve şekillendirmeye çalışan aydının görüşü esastır.

Kendisine yönelen insanı, en güzel kendisi açıklayacaktır. Kendisine dönen insanın çelişkileri kaosu tasvirde o kadar zorlanmayacaktır. Edebi eserlerde romanla birlikte tiplerin karakterleştirildiği görülür. Karakter yazarın öz yaşam öyküsünün bir parçasıdır. Mesela, bir roman kahramanı olan Jan Valjan doğruluğu ve Hıristiyan öğretisinden asla ayrılmamayı temsil ederken, Raskolnikov Hıristiyanlığın köhnemiş yanlarını deviren bir karakter olarak simgeleşir; ama nasıl ki Jan Valjan Victor Hugo’dan ayrılamıyorsa, değer yargılarını yansıtıyorsa tıpkı onun gibi Raskolnikov da Dostoyevski’nin bizde ideali ortaya çıkarmaya çalıştığı imajıdır. Kurgular geliştirilir, birine anlatılıyormuş gibi duran olay evrilip insanın kafasından geçeceği şekilde anlatılmaya çalışılır. Böylece karaktere yeniden biriciklik havası verilmeye çalışılır. Söz gelimi bir deli ile bir avukat aynı dili kullanamazlar. Onların söyleyeceklerini belirleyen yazar ise kendi içerisine o kadar yönelmiştir ki bir karanlıkla karşılaşır. Yazar nefsinde kaybolarak var olmak ve karakterlerinde yaşamak ister. Nehir gibi akan bir roman yerine damla damla zamanı besler. Bilinç akışındaki bu bölük pörçüklük kaosun da habercisidir. Sürekli tetikteyizdir, zira ne zaman neyin olacağını kestirmek güçtür. En güzel diyalog kimsenin bir diğerini dinlemeden aklına geleni söylediğidir.

Özetleyecek olursak sözlü kültür birleştirici bir evrende hüküm sürer, onun koruyucusudur. (Burada Huzur romanında İhsan’ın mahallede oynayan çocukları ve ninnileri yorumladığı sahneyi hatırlayalım.) Matbaaya kadar olan kültür, sözlü kültürün beslediği yazılı kültürdür ve hem mevcudu korumayı hem de mevcut içinde farklı olmayı esas alır. Burada da organik bir bilgi ağı olduğu söylenebilir. Matbaa sonrasında ise kişiye ayarlı bir görüler dünyası kaosun ve çözülmenin habercisidir. Asrımızda bir filozofun yetişmemesinin sebebi, belki de bu kadar bilgi kördüğümler yumağını çözebilmenin imkânsızlığıdır. Zira bu adam hem astrolog olacak yıldızları ve evrenin kararsız hareketlerini kanunlaştıracak, hem doktor olacak insan hücresini belli bir kanuna tabi tutup iyileştirecek, hem mantıkçı olacak, hem matematikçi, hem fizikçi, hem metafizikçi vs.

One comment

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s