Bir kişinin büyüklüğü dayandığı gücün büyüklüğüyle mütenasiptir. Arkasına aldığı kudretin ismiyle hareket ettiği müddetçe kendi acziyetinin ötesinde, büyük bir hareket imkanına sahip olabilir. Örneğin güneşin dünyayı aydınlatmasındaki cesim etkisini kabul eden karınca, işlerini gündüz halleder. Kendi ufaklığının ve çaresizliğinin yanında haddini bilmesi ve aydınlatma işinde güneşi tevkil etmesi sayesinde, gündüzleri çalışarak, geceleri istirahat ederek geçirir ve oldukça hatırı sayılır mesafe kateder. Buna mukabil ateş böceği, geceleri oluşturduğu romantik güzelliğe karşılık, kendi ışığına güvenmekle bir yere ulaşamaz ve bu konuda biz insanlara latif bir örnek oluşturur.
Bunun gibi, ajanlar da kendi yetenekleriyle birlikte, bağlı oldukları istihbarat birimi ve mensubu oldukları devlete göre değer kazanır. Zira gelenek hiç bir şeyde etkili olmadığı kadar etkilidir eğitimde. Yani bir ülkenin tarihi, diplomatik dessaslıklara olan aşinalığı, günlük politikalardan azade asırları kapsayan siyaset algısı ve ideası ne kadar köklü ise, devlet geleneği de o kadar köklü olacaktır. Devlet geleneği ne denli köklü ise, insan yetiştirmedeki başarısı da o denli büyük olacaktır. Çünkü çok iyi bilir ki, bir sene sonrasını düşünen buğday eker, ama yüz yıl sonrasını düşünen insan yetiştirir.
Bu kapsamda düşünüldüğünde, tarihte en çok dikkat çeken, hatta tarihi değiştiren istihbarat birimleri olarak İngiliz istihbaratını, Osmanlı’daki Teşkilat-ı Mahsusa’yı, Rus KGB’sini ve İsrail’in Mossad’ını akla getirmek hiç zor değil. Hiç şüphe yok ki, bu devletler yukarıda saydığım özellikleri fazlasıyla taşıyan devletlerdi ve kurdukları istihbarat birimleri tarihin akışına yön verecek düzeyde eğitilmiş insanlardan kuruluydu. Ne var ki devlet gelenekleri ne kadar köklü olursa olsun, insan eğitmekte ne kadar ilerlerse ilerlesinler, ajanlık konusunda yetişemeyecekleri bir isim var: Hızır (as).
Hızır(as), Kehf Suresi’nde anlatılan kıssaya göre Musa Peygambere, bir yolculuğu esnasında rast gelir. Hiç şüphesiz ona görünmek ve bir ders vermek istemiştir. Ancak Musa Peygamberin kendisindeki cevheri fark etmesiyle ona yolculuğunda eşlik etmek istemesine karşı çıkar evvela. Adamımız çok konuşmaz ve yalnızlıktan hoşlanır:
-Sen benimle olmaya sabredemezsin!”
Ne var ki Musa Peygamber ısrarcıdır. Emrine karşı gelmeyeceğini, soru sormayacağını ve sabredeceğini taahhüt ederek, Hızır’ın yanında yola koyulur. İlk imtihan; Hızır’ın, içinde tayfası olan bir geminin tabanını delip bırakmasıdır. Musa (aleyhisselam) buna dayanamaz ve hemen soruverir:
-“Gemideki ahali boğulsun diye mi deldin? Gerçekten çok zararlı bir iş yaptın.”
Hızır (as) kendinden emin bir tavırla:
-“Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi? Hani soru sormamaya söz vermiştin?”
Musa:
-“Lütfen beni sorumlu tutma. unuttum.” der.
Yola devam ederler. Derken Hızır (as) yolda gördüğü ufak bir çocuğu hemen orada öldürür. Musa Peygamber gördüğü tablo karşısında yine dayanamaz ve daha sert bir ifadeyle;
– “Hiç bir günahı olmadığı halde bu masum çocuğu niye öldürdün. Gerçekten bu kez çok büyük kötülük ettin.”
Allah tarafından ledün ilmiyle donatılmış olan Hızır, aynı şekilde karşılık verir:
-“Ben sana benimle olmaya sabredemezsin demedim mi?”
Kredisini tükettiğini fark eden Musa Peygamber:
-“Özür dilerim. Eğer bir daha soru soracak olursam benimle arkadaşlık etmezsin” der.
Yola devam ederler. Ta ki bir köye varıncaya kadar. Ancak köy ahalisi bu iki yolcuyu misafir etmekten kaçınırlar ve onlara hiç bir şey ikram etmezler.Hal bu minval üzere giderken Hızır (as) yıkılmak üzere olan bir duvarı ıslah eder. Musa Peygamber yine dayanamaz ve ağzından şu cümleyi kaçırıverir:
-“Eğer isteseydin bu iş için bir ücret alabilirdin böylece biz de aç kalmamış olurduk.”
Hızır’ın cevabı bu kez çok keskin olur:
-“Artık seninle benim ayrılmamızın vakti geldi. Ama sana yaptığım işlerin hikmetini anlatayım; O deldiğim gemi var ya, işte onun peşinden her sağlam gemiyi gasp eden bir korsan kral geliyordu. Bu sayede o fakir ahaliye gemilerini ve mallarını bağışlamış, onları gasptan kurtarmış oldum. Öldürdüğüm o çocuk ise, ileride anne babasına asi olacak; onları da doğru yoldan saptıracaktı. Bu yaptığım sayesinde olacakların önüne geçmiş oldum ve Allah onlara şimdi daha hayırlı bir evlat ihsan edecek. Tamir ettiğim duvara gelince; onun altında bir hazine yatıyordu. Bu hazine evdeki iki çocuğun hakkıydı. Duvar şimdi yıkılsaydı çocukların haklarını yiyecek hazinelerine el koyacaklardı. Fakat duvarı tamir etmem sayesinde, ilerde bu hazineyi fark edecekler ve kimse haklarını yiyemeyecek. İşte sabredemediğin bu işlerin iç yüzü böyledir.”
Bu kıssadan pek çok ibret çıkarılabilir. Ancak konumuz gereği, Hızır’ın (as) adeta bir ajan gibi hareket ettiğini ortaya koymaya çalışıyoruz.
Görüldüğü üzere Allah tarafından hususi bir planın işlettiricisi olarak, hususi bir bilgiyle (ledün) donatılmış şekilde (iki kişinin bildiği sır değildir kaziyyesince bu bilgiler dünyada başka kimseye verilmemiştir), hususi bir bölgeye gönderilmiş ve vazifesini bitirip dönmüştür Hızır (as). İstediği vakit, istediği kişiye, istediği surette görünür; istemediği takdirde ise ondan daha iyi kamufle olanı yoktur. Emri tek yerden alır, hesabını tek yere verir.Yemek ve içmek gibi dertleri yoktur, fakat dilerse insanlarla yemeğe oturabilir. Uyku diye bir problemi söz konusu değildir. Aynı anda birden fazla yerde bulunabilir, çeşitli insanlarla temas kurabilir. Tabiatıyla her dili konuşabilir. Kısacası, Allah’ın kendisine bahşettiği farklı bir hayat mertebesindedir ve Allah’tan başka canını alabilecek kimse yoktur.
Kuran-ı Kerim’de geçen ve Kuran’ın yaklaşık üçte birlik kısmını oluşturan kıssalar, hiç şüphesiz uydurma hikayeler değildir. Bizzat yaşanmış olaylardan ibarettir ve biz insanların düşünüp ibret alması için inzal edilmiştir. Buna göre, insanların peygamber kıssalarında geçen ve azgın toplulukların helakiyle neticelenen ibretlik durumlarını görüp sağlam iman ve ahlak esaslarını kendilerinde yerleştirmesi gerektiği gibi, peygamberlerin bilim ve medeniyet alanında da insanların rehberi olduğunu görüp onlardan ders almaları gerekir. Bahusus peygamber mucizeleri, insanlara bilimsel alanlarda ulaşabilecekleri noktaları hedef gösteren bir yapı arz eder. Hazreti Süleyman’ın (as) kıssasında belirtilen ‘ilim sahibi’ bir kişinin Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayınca kadar sana getiririm ifadesindeki ‘ilim sahibi’ kaydı, bu iddiayı destekler niteliktedir. Burdaki tahtı getirme olayı, bugün çoktan keşfedilen televizyona işaret olabileceği gibi, ışınlamanın da bilim insanlarını önüne hedef olarak koyulduğunu gösterebilir. Aynı şekilde İsa Peygamberin ölüleri diriltmesi, Musa Peygamberin asasıyla vurduğu yerden su çıkarması, çeşitli bilim dallarında önümüze koyulan hedefler gibidir.
Bunun gibi, Hızır da ajanlık mesleği bakımından en üst nokta ve ulaşılmaya çalışılması lazım gelen hedef gibi düşünülebilir. Her ne kadar, bizim Musa’nın şeriatına tabi olmamız gerektiği, Hızır’ın yolunun öznel bir yol olduğu alimler tarafından ifade edilse de bu, kıssadan alacağımız tüm dersleri ortadan kaldırmaz. Nitekim bazı tasavvuf erbabının Hızır makamına ulaştığı ve Hızır’dan ders aldığı ifade edilir. Allah’ın ajanı olarak nitelediğimiz Hızır, bugün de hayattadır ve Allah’ın yeryüzündeki planının en önemli icracılarındandır.
Cephe savaşlarının bittiği, casusluk ve bilgi savaşı yoluyla nokta operasyonlar döneminin başladığı ve süregeldiği çağımızda Müslümanların yapacağı en doğru iş, pasif bir biçimde Hızır’ın gelmesini beklemek değil, ona bu bilgileri öğreten, gaybdan haber veren ve tüm bilgilerin yegane kaynağı olan Allah’a iman ve bağlılığımızı artırmak, onun yüce kitabını kendimize hakikaten rehber ederek alınacak dersleri ihmal etmemek ve böylece Enfal suresinde geçen; “Onlar plan kuruyorsa, Allah da bir plan kuruyor, muhakkak ki Allah en iyi plan kurandır.” ayetine daha gönülden/inanarak sarılmak ve bu ayeti daha iyi anlayarak ona mâsadak olmak, bu uğurda mücadele etmektir.
yasincim öncelikle yazı için teşekkür ederim. katkılarının devamını bekliyoruz 🙂
olumlu ve olumsuz eleştirilerimi şöyle özetleyebilirim: Hızır karakterinin, ajan olarak nitelendirilmesi kanımca orijinal olmuş. Hızır kıssasına hiç bu açıdan bakmamıştım, hatırladığım kadarıyla başkasından da duymamıştım. Bu nitelemen sadece orijinal olmakla da kalmıyor, bazı yerlerde üslubunla bunu epey güzel de anlatıyorsun. yani biraz daha üzerine çalışsan sanki kurmaca bir roman yazabilirsin 🙂 mesela şu ifaden çok hoşuma gitti: adamımız çok konuşmaz ve yalnızlıktan hoşlanır: “Sen benimle olmaya sabredemezsin”. 🙂
ama bu noktada aklıma bir soru geliyor: Kur’an’da Hızır hakkında anlatılanlar oldukça az. zaten bunların hemen tamamını sen naklediyorsun yazıda. acaba ajanlık nitelemesi, Hızır hakkında bilmediğimiz arka planı ne kadar doğru bir şekilde açıklıyor? ben şahsen merak edip bakmamıştım ama bu nitelemeyi destekleyici malzeme Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde de bulunabilir mi?
olumsuz eleştirim ise genel olarak üslubunun Risale-i Nur üslubuna çok benzemesi. kanaatimce üslubunu, kendine has bir çerçeveye kavuşturman yazının kalitesi için daha iyi olacaktır. bu üslup Risale-i Nur’da zaten var, oradan istifade edebiliriz. ama senden istifade etmek istediğimizde senin orijinal üslubun daha doyurucu olacaktır. tıpkı yukarıda alıntıladığım yerde olduğu gibi… Özellikle yazının girişi, senin yazdığını bilmesem Risale-i Nur’dan bir alıntıymış gibi geldi 🙂
hocam yorum ve eleştirilerin için teşekkür ederim.
yazının ortaya çıkış süreci zaten hızıra ajan nitelemesini ilk elden koyma fikrinden neşet etti. bunu görmen hoşuma gitti.
hadislere de kısa bir göz gezdirmeye gayret ettim yazıyı tamamlamadan önce; bazı rivayetler gözüme çarptı, fakat ne anlatılan şahsın hızır olduğuna dair kesin bir rivayete ne de ayetlerde olan biteni teyid eden başka rivayetlere rastlamadım. burada toplumdaki genel kabul üzerinden hareket ettim. nitekim bu bir deneme yazısı idi. makale olsa elbetteki böyle bir üslup olmazdı.
üslup demişken bu konudaki eleştirilerini dikkate alıyorum. zamanla daha özgün olabilmeyi umuyorum..
Şunu söyleyebilirim, yazıya beni çeken o hikaye tarzı içerisindeki kesinlik vurgusu, itiyor. Bir nevi med-cezir. Risalelerde şöyle bir üslup vardır, tabiattaki her şeye bir ulvilik atfetme. Mesela ağaç yapraklarından bahsettiğinde ‘o sigara kağıtları gibi nazenin yapraklar sıcakta kurumayarak tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor’ der. Şimdi bu bir bakış tarzıdır ve sakıncası, güneş eğer kızgınsa ağacın yapraklarının bir kısmı sonbaharda imiş gibi kurur. Demem o ki, gerçek hayat içerisinde değil, sanki bir masal hayat içerisinde yaşıyormuş gibi davranır. Bize buradan bir hayat tarzı çıkamaz. Senin bu yönde zikrettiğin karınca ağustos böceği benzetmesi ünlü fabldan. Gerçi burada kanaatkar meyve kurdu ile haris karınca karşılaştırmasını hatırlatırım. Bağlam farklı fakat doğaya böyle misyon yükleme fikri insanı yarı yolda bırakabilir. Örneğin intihar eylemini ahlaki görmüyorsak ve bunu doğada olmadığına hamlediyorsak birisi çıkıp intihar eden yunusları söyleyebilir. Risalelerin gördüğüm kadarıyla en büyük açığı yüzyılını anlamamasıdır. Geleneğe bağlı Gazali, İbn Sina, Mevlana’yı devşiren ama onlardan alıntıladığını söylemeyen bir yön. Nostaljik bir çehresi var muhakkak. Ama yararlandığı diğer eserleri okuyunca temiz ve heybetli üslubundan başka bir şey kalmıyor.
İkinci olarak Hızır kıssası denilen parçada ahlaki yönden, eğer Hızır olduğunu düşünürsek, sakıncalar var. Mesela ‘herkes yaptığından mesuldür’ kaziyesince gelecekte olacağı bizim tarafımızdan bilinmeyen olayda halihazırda çocuğun öldürülmesi anlaşılır şey değildir. Burada diyebilinir ki, o anlatıların hepsi hayaldi. Bu olayı kurtarıyor. Zira hepsi bir sinema sahnesi gibidir. İkincisi temsilidir, yaşanmamıştır, fakat sadece anlatı olarak geçer. Üçüncüsünde şöyle bir gerçeklik olabilir. Birinci anlamda Hızır bir melek olabilir. Belki de bir ölüm meleği… Yine burada şöyle bir sorun baş gösteriyor. ‘Bu çocuk ileride anne-babasını saptıracaktı’. Burada zamansızlık yahut tek zamanlılık durumu söz konusu. Yani öyle biri düşünelim ki, hem burada hem gelecekte hem de geçmişte yol bulabiliyor. Bu aynı zamanlı kişi oradaki şeyi görüyor, yahut yaşıyor. Yani kazanın gidişatı bir nevi determinist durum. İleride bu çocuk ben görüyorum ki, ‘anne-babasını saptıracak’ bunu engellemek için ölümüne izin verebilir. Yani çocuk ölecek durumda iken; diyelim ki bir uçurumdan düştü düşecek o varlık da yakınında bitti, onu görür ve ona yardım etmez. Yoksa ‘bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir’ kaziyesine aykırı davranılmış olur. Burası bilimsel açıdan da heyecan verici, belki zamanda yolculuk mümkün olabilir, ayet buna yol açıyor. Ayet epey kafa karıştırıcı aynı zamanda, buna Hızır şeklinde bakarsak birçok ahlaki sorun ortaya çıkıyor. Yazıda bence eksik olan anlatımda tek bakış tarzını savunmaktır. Böyle çetrefilli bir konuda tabii ki topu arada gezdirmek de bir başka yanlış; ama açıkçası temsili olabilecek kıssaların farklı yorumlarla birlikte değerlendirilmesi düşünceye zenginlik katacağı inancındayım.
risalei nurlar konusundaki görüşlerine katılmıyorum Halim hocam;
tam tersi, risaleler yüzyılını en iyi anlayan eserlerdir diye düşünüyorum.
kısaca ifade etmeye çalışacak olursam; 20. yüzyıl dinsizliğin kainat insan ve tanrı tasavvurları üzerinden bilim ve siyaset eliyle yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir asır olmuştur. bu çalışmaya ‘alim’ dediğimiz profilin nasıl karşı çıkmasını öngörürsün? bugün bazılarının hala içinde bulunduğu yüzyılı geçtim, geçmiş asrı dahi anlamadıkları açıkça belli olur tarzda, geleneği dışlayan, kuranı zamanileştiren veya batının diliyle ve onların gözlüğüyle kainata bakarak ortaya koymaya çalıştıkları taklidi eserlerle mi, yoksa doğru yönleriyle geleneğe sahip çıkan ve kainata kurani perspektiften bakan ve bir medeniyet dili ortaya koyan tarzda mı? münevver/aydın dediğimiz kişi almanların yanında mı ingilizlerin yanında mı olmalıyızı mı tartışmalı, yoksa bunların üstünde bir perspektifle iman kalesini mi savunmaya gayret etmeli? burası açık olmalı zannediyorum. gazzali ve ibni sinayı devşirme iddiasıysa iddiadan öteye geçebilecek şeyler değil.
öte yandan ahlaki olarak sorunlu gördüğün kısım, bizler için elbetteki sakıncalı, fakat yazıdada belirtildiği gibi bu bize kıstas olacak bir durum değil. sadece hızıra ve varsa onun gibi bir iki kişiye ait olabilecek bir hal. zaten bu sebeple Allahın ajanı diye nitelendiriyorum. ve nihayetinde musa peygamberle ayrılması da bu hikmete binaendir diye düşünüyorum ki bu da yaşananların temsili olmadığını bizzat yaşandığını bize işaret ediyor kanaatindeyim.
görüş ve eleştirilerin için teşekkürler..