Sanal Gerçek/Yalancı Yaşam


Zihnimizin bir köşesi bilinmek, sevilmek, varlığımızın farkına varılması gibi isteklerle dolu. Çok eski çağlardan beri yaptığımız eşyalarda, duvarlara çizdiğimiz resimlerde, yazıyı bulmamız sonrasında ‘neler yaptık ya da neler yapıyoruz’u anlatma çabasının yanında yapılanla yapan arasına ilişik, aslında ‘bunu ben yaptım deme’ isteği, diğer anlamda egonun tatmini yuvalanmıştır. Mağarada yaşayan adam neden öldürdüğü hayvanların resmini çizer mesela; Mısır hiyerogliflerinde neden yapılanlar resmedilerek anlatılır; neden krallar, padişahlar sultanlar resmini yaptırır, antik Yunan şehirlerine heykeller arasından girilir, nedendir? İnsan anlatırken neden abartır yaptıklarını, yazarken en büyük acıları o çekmişçesine sunar başına gelenleri neden: En büyük sevdayı çeken, en büyük savaşı gerçekleştiren bizizdir; askerliğinde tuvalet temizleyip sonrasında vurduğu hedefleri, kahramanlık hikâyelerini anlatan çoktur.

Bir şeyi bilmek istiyorsak ona soru sormakla başlamalıyız; çocuklara hep öyle anlatırım sınıfta, ‘eğer bir şey hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız ona soru sorun ve o soruları kendiniz cevaplayın.’ İşte bu soruları cevaplamak isterken çıktığım tek nokta yine ben olacağım, ne de olsa yazar kendisinin dışına çıkamaz.

Lise yıllarında Sezai Karakoç’a büyük bir hayranlık duyardım, popüler kültürün getirdiği bir şeyle mi demeli, aşkın o en onulmazından mı kaynaklanıyor dersiniz, o benim için Mona Roza’nın evlenmeyen şairiydi ve onun gibi olabilirdim ben de! Uzun zaman düşündüğüm ve merak ettiğim bir şey daha vardı: Karakoç yakışıklı bir adam mıydı, çirkin miydi; çirkin adamın kollarına atılan Lili vardı çünkü, neden sonra merak edip internette arama yapınca farkettiğim şeylerden bir tanesi, Karakoç’un resminin yok denecek kadar az olmasıydı. Onu görünce, Said Nursi’nin gizlice çekilmiş namaz kılan fotoğrafı gözümün önüne geldi, bir de ‘çekmeyin’ der gibi elini kaldırdığı fotoğraf… Sûret çoğu zaman fikrin önüne geçiyordu sanırım; bazen çok merak edilen yazarın resmi görülünce ‘bu muymuş?’ denilir ya! Zaten toplumumuzda içten içe kaynayan, sûrette var olma çabası, putlaştırılma isteği, görünüşe verilen kıymet, Hz. Ömer kıssasındaki ‘sizin hükümdarınız bu mu?’  sözüyle çelişiyor. Görünüşün gerçekten kıymetsiz, bilgi ve amelin önemli olduğu zamanlardan, insanın ne olmaması gerektiği zamanlara geldiğimizin farkında mıyız? Belki de Peygamber’in en fazla önem verdiği şeylerden: İnsanın malından mülkünden çok; karakterini, ahlakını, merhametini önemseyen toplumsal yapı aksine, sadece görünüşleriyle var olan, yürüyen tanrılar yarattık ellerimizle. Karakoç’un Mona Roza’yı yayınlamamasında da böyle bir insiyak vardır, Mona Roza’yı putlaştırmamak… Şairi diye bilinmemek. Şiir bu yüzden uzunca bir süre elden ele gezen fotokopilerle çoğaltılmıştı. Ben de kıymettar bir hocamın elinden okumuştum. Onun gibi bir süre fotoğraf çekinmedim, insan o yaşlarda birine benzemek için çok çabalıyor, hani şair diyor ya ‘başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız’ diye… Başkalarına benzemekle geçiyor hayat bir süre, kendini aramakla. Bir başka hocamdan dinlediğim, ‘bugün ilim hep Avrupa’da başladı ve orada devam etti gibi görünüyorsa, bunun sebebi buldukları her şeye kendi isimlerini koymalarındandır: Röntgen, Pastör ve benzerleri gibi… Oysa Endülüs birikimi olmasaydı Avrupa bu kadar ilerleyemezdi. Bizde Allah’ın yarattığı bir şeye kendi ismini vermek kibirden diye görülür, bütün ilimler onun varlığındadır ve şey bulunmaz, yaratılmaz, icat edilmez sadece keşfedilir’ sözü kendini öne çıkarmama insiyakını destekler. İslam Sanatı için de bu böyle değil midir? Minyatürlerde bütün suretler aynıdır, oğlan için bir suret vardır, gerçeğe benzetilmez; padişahlar için bir suret vardır, oradaki o değildir aslında, şiirlerde mahlas kullanılır.

Kaybettiğimiz bir şey var şimdi. Kaybettiğimiz değil, belki yeniden peydahlanan bir hastalık; tarihin yazgısı içinde dönüp dolaşıp ortaya çıkan, insanın kendine tapınması… Her dönemde azalan ya da çoğalınca insanı batıran narsizm yahut her ne konulursa adı… Peygamber suretini resmettirmedi kağıtlara; fikri, ilkeleri, Kitab’ı daha önemli gördü; ama dillerden düşmeyen S.A.V.’e rağmen kendine tapan megalomanlar ordumuz var: Yalan bir hayatı gerçekmiş gibi yaşayan, mutluluk pozlarıyla sürekli gülenler ordusu… Hastanede bile acısını, kesilen kurbanın başında fotoğraflarını paylaşan, sürekli en iyinin ve en haklının kendisi olduğunu düşünenler güruhu.

İnsan olduğu şeyi anlatmaz, gerçekten iliklerine kadar yaşadığı şeyi göstermez yahut farkında olmadan biz görürüz onu, âşık maşukla bile paylaşmaz aşkını, paylaştığı andan itibaren sevmeye başladığı yine kendisi olur çünkü. Biz, Neşâtî’nin sözüyle: âyîne-i pür tâb-ı mücellâda nihanız (biz en parlak aynada bile görünmeyiz/gizlenmişiz).

Yaratanın karşısında hiç olmak gibi bir düstura sahip toplumun çocuklarının bir ihtiyacı var şimdi, önce bütün ilahları reddetmek…

 

One comment

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s