Zorunlu Ahlâkî Doğruların Kaynağı


Çağdas dönemde etik, üç dala ayrılmaktadır: metaetik, normatif (kanun koyucu) etik ve uygulamalı (ameli) etik. Metaetik; ahlaki yargıların, değerlerin, ifadelerin ve niteliklerin temelini ve doğasını araştırır. Normatif etik, eylemlerin doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek kaideleri konu edinir. Uygulamalı etik ise belirli bir durum karşısında ahlaki açıdan hangi fiilin doğru ve hangi fiilin yanlış olduğu konusunda fikir beyan eder. Buna göre ‘ahlaki doğrular zorunlu doğrular mıdır?’ sorusu metaetiğin, ‘vatanseverlik bir değer olabilir mi?’ sorusu normatif etiğin ve son olarak ‘bir çocuğun bakımını üstlenmeye izin verecek sağlık koşullarına sahip olamayan bir annenin kürtaj yapması ahlaki midir?’ sorusu uygulamalı etiğin kapsamındadır. Kanımca normatif veya uygulamalı etik bağlamında tutarlı bir ahlaki kurama sahip olmak, metaetiğin en temel meselelerinden biri olan ahlaki değerlerin kaynağı ve temelinin ne veya kim olduğu sorusuna bir cevap bulmadan pek mümkün olmayacaktır. Çünkü vatanseverliğin bir değer olup olmadığı ya da bir annenin hangi durumlarda kürtaj yapıp yapamayacağı sorularına nihai cevap ancak ve ancak ahlaki değerlerin/doğruların kaynağının ne olduğuna karar verildikten sonra ortaya konulabilecektir. Buna göre, ahlaki doğruların kaynağı Tanrı ise bu sorulara Tanrı ve Tanrı’nın emirleri, toplum ise toplumsal değerler ya da insan doğası ise bu doğa temel alınarak cevap verilecektir.

Bu bağlamda tutarlı ve şümullü bir ahlak teorisine sahip olmak isteyen bir Müslümanın karşılaşacağı en temel meselelerden biri, Tanrı’nın ahlaki doğruların kaynağı olup olmadığı sorusuna cevap bulmak olacaktır. Tanrı’nın ahlakî doğruların kaynağı olmadığını, ahlakî doğruların tıpkı matematiksel doğrular gibi zorunlu olduğunu ve Tanrı’nın da kendisinden bağımsız olarak var olabilen bu doğrulara her koşulda uymak zorunda olduğunu ileri süren ahlak anlayışı temel seçeneklerden biri olacaktır ki, İslam düşünce geleneğinde Mu’tezile bu görüşü savunmaktadır. İkinci seçenek ise, ahlaki doğruların kaynağının Tanrı’nın iradesi olduğunu ve bu anlamda O’nun isterse bu doğruları değiştirebileceğini savunmak, olacaktır. Bu ikinci seçeneği ise genel itibariyle Eş’ârî âlimler savunmuştur. Buna göre “x eylemini gerçekleştirmek yanlıştır” ifadesinin bir ahlaki doğru olduğunu varsaydığımızda Mu’tezile geleneği bu doğrunun Tanrı’nın iradesinden bağımsız bir doğruluğa sahip olduğunu ileri sürecek iken, Eş’ârî gelenek bu doğrunun Tanrı’nın iradesinden bağımsız olmadığı gibi, O’nun bu ifadeyi isterse “x eylemini gerçekleştirmek doğrudur” şeklinde değiştirebileceğini ve buna göre hareket edilmesini emredebileceğini savunacaktır.

Görünen o ki, ilk seçeneğin kabulü, Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı olduğuna ve O’nun Kadir-i Mutlak olduğuna inanan bir Müslüman açısından önemli bir sorun teşkil edecektir. Çünkü bu seçeneğe göre hem zorunlu ahlaki doğruların varlığı Tanrı’nın varlığından tümüyle bağımsızdır, hem de bu doğrular O’nun kudretinin ve iradesinin kuşatamadığı bir mevkide bulunmaktadır. Öte yandan ikinci seçenek ise Tanrı’nın mantıksal bir imkan bağlamında olsa dahi kötülüğü veya adaletsizliği emredebileceğine imkan verme açısından önemli bir sorun ortaya çıkaracaktır. Tanrı’nın mantıksal bir imkân dâhilinde bile olsa bir kişiyi haksız yere öldürmeyi ahlaki bir doğru olarak emretmesi, O’nun mutlak iyilik ve mutlak adalet sıfatlarıyla çelişeceği gibi böyle bir durumda ahlaki doğruların keyfîliği de söz konusu olacaktır.

Böylelikle Tanrı’nın ahlaki doğruların kaynağı olup olmadığı meselesinde Tanrı’nın varlığına inanan bir kişi için bir ikilemin olduğu varsayılabilir. Bu ikilemden kurtulmanın en iyi yolu, hem Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı olduğu düşüncesini muhafaza edebilmek hem de Tanrı’nın bazı ahlaki doğruları hiçbir zaman değiştirmeyeceği ve o doğrulara aykırı hareket etmeyeceği iddiasını ileri sürebilmek gibi görünmektedir. Böyle bir iddia ancak, bütün ahlaki doğruların kaynağının Tanrı’nın tabiatı olduğunu ve (bu tabiatın da mutlak iyilik ve mutlak adalet sıfatlarına sahip olduğu için) Tanrı’nın zorunlu ahlaki doğrulara aykırı hareket etmemesinin nihai sebebinin yine kendi tabiatı olduğu fikrinin temellendirilmesiyle savunulabilecektir. Aynı zamanda zorunlu ahlaki doğrular, Tanrı’nın tabiatına ve onunla özdeş olan mutlak iyilik ve mutlak adalet sıfatlarına referansla bütün mümkün dünyalarda zorunlu doğrular olmaya devam edecektir. Temel ahlaki doğrular bu durumda ne herhangi bir keyfiyete sahip olacak, ne de Tanrı’dan bağımsız, Tanrı’nın kendilerine uymak zorunda olduğu bir mevkiye sahip olacaktır. Böyle bir görüş[1], hem Eş’ariliğe yöneltilen ahlaki doğruların keyfiliği eleştirisi hem de Mutezile’ye yöneltilen ahlaki doğruların Tanrı’nın tabiatından bağımsızlığı eleştirisinden berî olacaktır.

[1]Bu görüşün ayrıntılı bir incelemesi için bkz. Alston, William. “Some Suggestions for Divine Command Theorists”,  Christian Theism and the Problems of Philosophy, der. Michael Beaty, Notre Dame, Ind.: University of Notre Dame Press, 1990. Yine bkz. Recber, M. Sait. “Tanrı ve Ahlaki Doğruların Zorunluluğu”, Ankara: AÜİFD, c. XLIV, sayı 1, 2003.

Zorunlu Ahlâkî Doğruların Kaynağı” üzerine 7 yorum

    1. Acaba soruyu acar misin Omer Faruk? Biz derken Muslumanlar olarak bizi mi kastediyorsun yoksa insanlarin genelinden mi bahsediyorsun?

      1. Müslümanlığımızla birlikte insan olarak. Tam olarak merak ettiğim o zaten. Din-ahlak ayrımı mümkün mü? Tamam, tanrı bizim iyi olmamızı istiyor. Ama ben insan olarak bu iyiyi ancak kendi dünyamda ve kendi koşulumda gerçekleştirebilirim. Bıraksın neyin iyi neyin kötü olduğuna ben karar vereyim. Tamam, faizi yasaklasın ama vatanperverligin erdem olup olmadıgına da onu hesaba katmadan ben karar vereyim. Hatta faizin dinen yasak oluşuna eyvallah etmekle birlikte ahlaken durumuna ben karar verebileyim

  1. Baktığımda yazı iki düşünceyi bağdaştırırken ‘Tanrı’nın bazı ahlaki doğruları hiçbir zaman değiştirmeyeceği ve o doğrulara aykırı hareket etmeyeceği iddiasını ileri sürebilmek gibi görünmektedir’ sözündeki ‘bazı ahlaki doğrular’la neyin kastedildiği açıklanmazsa öncekilerin dediği daraltılmış ama sorun devam ettirilmiş görünüyor. Tanrının neyi sabit kadem olarak belirlediği meçhul. Bilinmez olunca belirledikleri dışında değişen bir görüsü var demektir. Neyi emredeceğini seçer, ihtimaller içinden biri ortaya çıkar. Böyle olunca en iyisini seçmiş demektir. Başka bir durumda başkasını ihtiyar eder. Mucize yaratır, ölüyü diriltir. Sonra tekrar öldürür. Burada bir kanun göremiyorum. Tanrı istediğini yapar, kendine sınırlar biçmiştir. İstediğini yapabiliyorsa neden sınırlar biçsindir. Bir durumda farklı diğerinde farklı bir tutum sergiliyorsa, buradaki illeti tespit edebilir miyiz? Diyelim ki o da gerçekleşti, Tanrı’nın o bazı değişmeyen ahlaki doğrularını tespit etmiş olur muyuz? Eğer tespit edersek onu sınırlandırmış, olmaz mıyız? Böylece Mutezile’nin görüşüne tekrar dönmüş oluruz. Onun bazı kanunları vardır, onun dışına istese de çıkamaz ile istemediği için çıkmaz arasında yapıca fark var mıdır? Ayrıca bu bazı belirli olanların dışında da ona söz hakkı tanınmamış olur. Cumartesi balık yemeyi yasaklamıştır. Neye binaen yasaklamıştır. Eğer bir kavmi esas almışsa ona özel kanun göndermiş, geneli gözetmemiş demektir. Bu özel durumu niye bize anlatır. Bu aslında kendi kanunlarını bizim anlayamayacağımız manasına gelir, yine bu onun ortaya koyduğu isteklerle oluşturduğu ahlakta nasıl davranacağını kestiremeyeceğimiz bir düzleme bizi sürükler. Meselâ adaleti sabit olarak gösterirsek; kimin nasibinin olduğunu bilmesi adalet midir? O dilediğine hidayet eder. Yahut çocuğun öldürülmesi, onun büyüyünce şöyle biri olacağını söylemek adalet midir? Gerçekleşmeyen eylem cezalandırılmıştır. Buluğa ermeden ölerek cennete girenle buluğdan sonra ölenin cehenneme girmesi ya da fetret devrindekilerin cennete girmesi adalet midir? Tanrı bilginin ve varlığın sebebi ise onun yapıp ettiklerinin bir kanun üzre olduğunu söylemek, iddia etmek bir iyi niyetten ileri geliyor; zaten yapıp ettikleri varlığın sebebi ise yapıp ettiklerinin kanun olmasından doğal ne olabilir. Yani bu seçenek bizim ne olursa olsun Tanrı’nın iyiyi seçeceğine inanmamızı sağlıyor. Halbuki O seçmiyor, varlığa çıkarıyor. Yoksa bu eklektik kanıt, Tanrı’nın neyin bize göre adaleti ve iyiyi ortaya koyacağının bir görüsünü, kanunu içermiyor. Bence bir şeyler oluyor; ama biz bilmiyoruz.

    1. Farklı zaman, mekan ve kavimlere farklı şeyleri yasaklayıp serbest kılması -bana öyle geliyor ki- tanrı’nın emrine veya nehyine konu olan şeyin değil emre itaatin ahlaki açıdan önem ifade ettiğini gösteriyor.

  2. islam düşünce geleneğinde hüsn-kubh tartışması olarak bilinen bu kışkırtıcı konunun tarafları hakkında bir şey söylemeden önce ferhat’ın konuyu, bu derece açıklıkla yazısında sunabilmiş olmasından ötürü tebrik ediyorum. öyle ki bu yazı, hüsn-kubh konusuna giriş yapılacak bir dersin giriş bölümü olabilir.

    ayrıca ferhat’ın etiğin üç temel alana ayrıldığı ile ilgili girişi, hüsn-kubh tartışmasının nerede durduğu ve ahlaki teorileri, ne bakımdan etkileyebileceğini göstermesi bakımından da gayet yerinde olmuş. bu sistematik sunumu olsa olsa felsefeciler yapabilirdi herhalde 🙂

    gelelim tartışmanın taraflarına; ferhat mutezile ve eşarilerin görüşlerini oldukça muhtasar bir şekilde belirtmiş olsa da eminim konunun detaylarına inildiğinde bu yaklaşımların birbiriyle geçişken hale geldiği yerlere tesadüf edilecektir. zira tartışmanın her iki tarafının da müslüman düşünceyi temsil ettiğini unutmamalıyız. örneğin bir müslüman olarak ahlaki doğruların kaynağının insan olduğunu söylediğimizde, insanın yaratıcısı konumundaki Tanrı’nın bu ahlaki doğrulardan ne derece bağımsız olduğunu söyleyebiliriz acaba?

    Tartışmaya ufak bir katkı 🙂

  3. Omer Faruk’un yorumlarina cevap olarak:

    Ateistler veya ahlakin temelini Tanri disinda baska bir yerde arayanlar elbette Tanri hakkinda konusmadan, yani ahlakin kaynagini Tanri’ya dayandirmadan ahlak teorileri olusturabilirler. Bunu engelleyecek bir durum yok. Ancak asil sorun bunun ne kadar makul olup olamayacagidir. Muslumansan ve Islam’in neyi ongordugunun farkindaysan zaten Islam’in savundugu ahlak ilkelerinin tum insanlik icin gecerli oldugunu ve bunun en iyisi olduguna inanmissin demektir. X ahlak ilkesi muslumanlar icin gecerli ama peki diger insanlara ne vaz’ edilebilir sorusu yanlis bir soru cunku muslumanlara vaz’ edilen sey diger insanlar icin de bir cagridir. Muslumanligimiz ile insanligimizi ayiramayiz cunku Islam’in ahlak ve insan anlayisi bir butundur ve birbirine baglidir.

    Ikinci olarak din-ahlak ayrimini yaptigimiz takdirde dinin nasil bir din olacagini veya ahlakin nasil bir ahlak olacagini Islam acisindan pek tahayyul edemedigimi soylemeliyim. Din haksiz yere oldurmenin haram oldugunu soyluyorsa boyle bir eylem ahlaki olarak yanlis oldugu icindir.

    Su ifadelerinin sorunlu oldugunu dusunuyorum: “Tamam, tanrı bizim iyi olmamızı istiyor. Ama ben insan olarak bu iyiyi ancak kendi dünyamda ve kendi koşulumda gerçekleştirebilirim. Bıraksın neyin iyi neyin kötü olduğuna ben karar vereyim.” Oncelikle Tanri; evde kosesine cekilmis torunlarini seven ve iyiliklerini isteyen ama bu konuda herhangi bir oneride bulunamayacak durumda olan 80li yaslarindaki bir babaanne gibi degil. Tanri senin yaratmissa ve butun iyilikler ona dayaniyorsa sen insan olarak hem O’na karsi sorumlusun (yani beni biraksin diyebilecegin bir durum sozkonusu degil) hem de neyin iyi neyin kotu olduguna dair O’nun rehberligine ve emrine ihtiyac duyarsin. Neyin iyi neyin kotu olduguna insan birey olarak karar verebiliyorsa oldurmek, tecavuz etmek ve iskence etmek gibi kotu eylemlerin herhangi bir objektif kotulugu olmayacaktir. Bu ahlakin tumuyle bireysel olacagi anlamina gelir. Diger yandan kendi dunyamda ve kendi kosulumda ifadesi ise ahlakin temelini ayni zamanda toplumsal/sosyal kosullara dayandirdigin anlamina gelecektir. Ahlakin temelinin bir yandan bireysel bir diger yandan toplumsal olmasi ise celiski olacaktir.

    Yine su ifadelerinin hem sorunlu hem celiskili oldugunu dusunuyorum: “Tamam, faizi yasaklasın ama vatanperverligin erdem olup olmadıgına da onu hesaba katmadan ben karar vereyim. Hatta faizin dinen yasak oluşuna eyvallah etmekle birlikte ahlaken durumuna ben karar verebileyim.” Oncelikle uslup olarak insani Tanri’dan bir ust konuma yerlestirdigin, hadi daha yumusak bir ifadeyle insani herseyin merkezi haline getirdigin bir durum soz konusu. Tanri masaya oturulup pazarlik edilecek bir mal sahibi olmadigi icin biraz O vazgecsin biraz ben vazgeceyim durumu soz konusu olamaz. Faizin haram olup olmadigina nasil O karar veriyorsa diger herseyde de O karar verecektir. X eyleminin haram olup olmadigi Kur’an’da belirtilmemisse bile yine Islam’in temel ahlak kaidelerine gore insanlar X’in haram ya da helal oldugunu ogrenmeye calisacaklardir, yoksa karar mercii onlar degildir. Peygamber efendimiz doneminde gunumuzdeki ekonomik sistemin olmamasi gunumuzde faizin ahlaken durumuna bizim karar verdigimiz anlamina gelmemektedir. Butun ahlak kaideleri nihai olarak O’na dayanmaktadir.

    “Farklı zaman, mekan ve kavimlere farklı şeyleri yasaklayıp serbest kılması -bana öyle geliyor ki- tanrı’nın emrine veya nehyine konu olan şeyin değil emre itaatin ahlaki açıdan önem ifade ettiğini gösteriyor.” demissin. Bana gore bu ayrim yanlis. Soyle dusunelim: 1) Mutlak iyilik ve mutlak adalet sifatlarina sahip olan Tanri’nin tabiati butun ahlaki dogrularin kaynagidir. 2) Tanri kendi tabiatina aykiri olan birseyi emretmez. 3) Tanri’nin emrettigi seylerin hepsinde O’nun mutlak iyilik ve adaletinin birer tezahuru vardir. Boyle bir durumda hem Tanri’nin emrine ya da nehyine konu olan seyin kendisi hem de Tanri’nin emrine itaat ahlaki acidan onem ifade edecektir. Islam eger en son ve insanliga gelmis en iyi din ise boyle bir durumda daha onceden haram kilinmamis ama Islam’la haram kilinmis bir seyin asil durumu onun haram oldugudur. Sarap icmek tedrici olarak haram kilindigi gibi bir baska kotu olan sey cok daha uzun bir zaman diliminde ama yine tedrici olarak haram kilinabilir.

Ömer Faruk Çevik için bir cevap yazın Cevabı iptal et