Kıssa Bir Düşüş


DSC_0141
Bir gece vakti uyandı. Hepsi bu kadar işte, şimdi okunacak bir şey bulamayanlar için ilkokul kitaplarının kısa cümleleri arasında gezindi. Neden bu kadar kısa dedi cümleler, ama en çok onları seviyordu, çünkü hemen bitiyordu kitaplar, uzatmadan söylenmesi gerekeni bir adım öteye götürmeden süslemeden, artık biraz da öyle yazmak geldi içinden sanırım. Bir hikayeyi neden bu kadar uzatıyorlardı ki sanki, ‘sevdi’ deyince upuzun cümleler arasında nasıl da büyütüyorlar kendilerini, diye düşündü. İnanır mısınız bilmem ama, bu aşıklar var ya, o’ndan çok kendilerini seviyorlar; yoksa kim kendinde olan bir şeyi bu kadar uzun anlatır, kim gerçekten çektiği bir acıyı başkasıyla paylaşır ve son kez soruyorum, yazıya ağır gelmesin diye, kim acısını hatırlar. 

Bir hikaye daha yazsaydı yazıcı, yazabilseydi, yazabilecekti kim bilir, sanırım yeşil gözlü bir devin küçücük peri kızıyla tanışmasını yazabilirdi, çünkü kurduğu şehre tanrılık taslarken, bir tek peri kızına istediğini yaptıramıyordu. Bilir misiniz, istediğinizi yapmayanları daha çok arzular kendinize benzetmeye çalışırsınız -bilirsiniz zaten de, bazen soru sorup sizde gelin buraya ister hikayeyi anlatan-. Ya kendi hikayesini diğerleri gibi kendi de kutsarsaydı, büyütürseydi, aşık olduğunu kendinden başkasına diye bir iddiada bulunrsaydı -tek tek acılarını saydı, etrafına tütsüler yakıp kutsadı hepsini, kendisi yapınca insan olmuyor başkası gibi- ya taşıyamasaydı üzerinde, ya olmasaydı elinde hiçbir şey, kalem olmasaydı, kağıt tomarları, eski okuduğu şiirler, dinlediği şarkılar, aşk olmasaydı böyle uzatabilirdi yazdıklarını ve her şey bir o kadar anlamsız kalırdı. Varsayabileceği şeyler zaten kendi için olduğu kadar başkaları için yoktu. Çünkü hikayeler, yazan kadardı ya. ‘Şey’ dedi içinden, biz bilemeyiz ki zaten hiç bir şeyi.

Kadere inanıyordu, inandığı için saçmalıyordu ya bazen, bu ikiliğin tek olabilmesi, birbiriyle karşılaşması karşılaşmasını isteyen biri olduğu içindi. Her şey apaçık değil mi zaten? Perdeleri biz çekmiyor muyuz gözlerimize, yazgımızı hissetmiyor muyuz? Yazgı değince boğazı düğümlenmez mi insanın? Dev, bir periyi gözlerinden sevmez mi? Ve buna bir de kader demez mi? Dedi biz bilemeyiz hiç bir şeyi?

Sonra bir ses duydu yazıcı…

-Sen dedi kendine bile tahammül edemiyorsun, etseydin yazmazdın zaten.

Öfkelenip, kimin sesi olduğunu bile düşünmeden…

-Hayır sen haksızsın, ben o kadar seviyorum ki beni, penceremin önündeki saksıları, içindeki değişik çiçekleri, bu arkada çalan müziği, bu duvardaki tabloları, bibloları, şamdanları hepsini kendime tahammül edebildiğim için yaptım, dedi.

Sonra sustu; biraz düşündü;

-Belki de haklısın ama sen kimsin?

Hemencecik ışıkları yaktı, etrafına baktı, kimse yoktu.

-Haklı, gerçekten haklı, kendimize tahammül edemediğimiz için tüm bu ince şeylere yüklüyoruz kendimizi, şiirler yazıyoruz, müziği hissediyoruz, tuvallere boyalar çalıyoruz ki kendimize katlanabilelim. Ağırlaşınca da kırıyoruz, kırınca korkmuyoruz, korkmayınca diğerlerinden uzağa düşüp yalnızlaşıyoruz. Aklı kaybediyoruz, sormuyoruz sorgulamıyoruz, pervaneler gibi, evet tam olarak pervaneler gibi mumun yanan ateşine, uf acıyor işte, acıtmayın daha fazla, kutsarsak yine, İbrahim gibiyiz…

Gerçekten böyle midir sevgili okuyucu? Bunca adam var; kendilerine tahammül edemedikleri için mi sanata düşüyorlar?

Sonra masasına oturdu yazıcı, kurduğu hikayeyi yazmaya başladı.

Dev günün birinde masal diyarlarında gezinirken, gözleri olmayan bir peri gördü. Dev her şeyi biliyordu, çünkü bilmediğini biliyordu, perinin hikayesini, sevgisini, çünkü bu masal diyarlarındaki her şey ona sorulurdu. Gerçi perilere gözlerinden aşık olunurdu ama, -Neresinden aşık olunabilirdi ki başka, ya körsen, dedi; on sekiz yaşındaysan bir periye bile ihtiyacın yok, ama otuzuna gelmişsen görmesen bile gözleri o kadar önemlidir ki.- Bu perinin gözleri kaf dağının ardında bir canavarın mahzeninin en derin köşesinde saklanıyordu. Ona sormuştu canavar: bu perinin gözlerini ben saklasam olmaz mı diye…

Yazıcı uzunca devam etti böyle. Cümlelere yaslandı, ince şeyler kırıldı, içinde acıyan bir şey kaldı yutkundu.

Bütün hikayeler bitmek zorunda değil ki dedi.. Bitmesin, ama ben yazıyorum, ben kurdum burayı, bu şehri… Cümleleri uzatmaya başladı, artık süslüyordu.

‘Acılarımızla yoğrulduk seyrederken düşlerimizi, masallar yazdık serin suların kıyılarında, kızların ellerinde şişeler vardı, içinde sular, göklere çalınan, periler her gece şehre aşk dağıtırlardı.’

Ne yazıyorsun sen yazıcı! dedi kendi kendine, bu mudur senin edebiyat dediğin şey. İnsanın buna ihtiyacı yok, uzatma hiç bir şeyi sessizce kalsın içinde,


Zaten hiç bir şeyi biz bilemeyiz.

Aşağılık hislerinin içinde hem kendini beğeniyor hem de kendinden nefret ediyordu. Belki bunca kalem bu yüzden bu masanın üzerinde vardı. Kendini unutmak için yapıyordu bütün bunları, içine yönelmek yerine başka şeylerde buluyordu kendini. Devi anlattı çünkü kendisini yazıyordu, kibre bakar mısınız? Dev ve küçük peri… Bunu yapan sadece o değildi ki, herkes yapıyordu, herkes yaptığı için zaten bütün yanlışlar doğru oluyordu. Zatenler, fakatlar, saatler trenler, umutlar, dünyada, konuşulacak çok şey var ama,

Biz bizi bilsek yetmez mi?

Abdullah Kavaklı

Biraz rüzgar, biraz duman, bugüne geldik, ziyade olsun...

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s