Hattat nakkaş hikayeleri 3


Bu hikaye nakkaş dilindendir…
Kaybedilenler de istenirse bulunur elbet, yeter ki aşk olsun…

Ve Nakkaş yazmaya başlar…
Nakkaş dünyanın tüm renklerinden derlediği küçük minyatür resimlerinin sol alt köşesine mahlasının son noktasını düşmek üzereydi.kainattaki hiçbir rengin derleyip toplayıp anlatamadığını bir küçük süheyla ne naif anlatır okumasını bilenlere.o küçük siyah noktadan renksiz desensiz nurlar yayılır camdan kalplere. etrafında dönen binlerce yıldız binlerce beyaz kelebek.onca anlamsız renkli kahveden denizin mavisinden gül dalının yeşilinden geçip kapkara bir noktaya erişir.erişir ve erir madde.tüm soru işaretleri kırılır muhabbetin çelik eşiğinde…

Nakkaşın mahlasında o son nokta bu nurun herhangi bir ayinesi ile hiç turasını çizer kıymetsiz desenlerin üzerine.belki gecenin en koyu halinde yazıcının kelimeleri dokunur kalbine.olur da ağlarsa gözyaşı şişelerinde saklar hüznü.bazen hokka nakkaşın elinden tutar nakkaş mürekkebe bandırır kalemini ve yazar.kimi zaman gecelerce sürer de yazılanlar bitmek tükenmek bilmez yine de.nihayetinde sekinet inince nakkaşın ruhuna bitap düşen elleri gözlerini kapatır ve uykulara dalar.bir küçük turna konar cam kenarında fesleğenlerin üzerine.gözleri merhametin diğer adıdır.çıkarır kanatlarını nakkaşın iki yanına takar o dönene dek bekler onu pencere kenarında.nakkaş turnanın kanatlarıyla uzak diyarlara uçar.denizleri geçer nice yüksek tepelerin üzerinden aşar gider.hiç yorulmaz hiç susamaz hiç canı acımaz ve sıkılmaz.mutlu ve güzel insanlar görür gittiği yerlerde.pembe ırmak mavi kar sarı bulut bir uzun köprü sonrası…kalbi bir kuş kanadı gibi… hiçbir çoşkun ırmak anlatamaz bu haleti ruhiyeyi.uyandığında yastığında anlık bir ahududu kokusu.rüya bir toz bulutu olur uçar gider.denizlerin kıyılarına vuran köpükleri hep olduğu gibi yine görünür ve kaybolur bir daha hiç geri gelmemek üzere.gelse de eskisine benzemez yeni hali.kaldı ki benzedi nakkaş tanıyamaz kendi dışında devinip duran hiçbir şeyi.içinde hep var olan eskimeyen her baktığında yeniden görülen tekrar tekrar sevilen kainattaki hiçbir desene benzemeyen hiçbir renkle tanımlanamayan bildiği hiçbir şeye denk olmayan kelimeden de münezzeh kelimesizlikten de.
Nakkaş uyandığında ovuşturur gözlerini tekrar tekrar bakar üzerine yazdığını zannettiği kağıtlara.bomboş yazısız çizgisiz bembeyaz sayfalar uçuşur etrafında.nakkaşın kalemini gözyaşına batırmaktan gamını tütüne doldurmaktan başka ne suçu vardı.geç mi kalınmıştı yanlış bir şeyler mi yapılmıştı.yaşamak yerine yazmaktan başka hangi sevabı kalmıştı.sonrası ölüm…sonrası hesap….bir yanda gözyaşı şişesi kırmızı kitap bir yanda yaşamak denilen utanç.sonrası nasıl bir hayat nasıl bir hayat….…

Nakkaş fırçasını dost edindi biçare…
Nakkaş günlerce ve gecelerce içindekiler bitsin diye yazdığı onlarca kelimeyi bir beyaz kağıt üzerine bulaştırdığı kara lekeleriyle küçük turnanın ayağına bağladı.turna geldiği yere ulaşmanın sevinciyle ince ayaklarındaki yükleri yazıcının kalbine boşalttı.yazıcının kalbinde sekinet mi acı mı huzur mu sıkıntı mı mutluluk mu keder mi…sırasız dizgisiz yazılar yazıcının kalbinde neyi uyandıracağını bilemedi.en sonunda nakkaşı uyandırdı bir sabah ezanı vaktinde.nakkaş gözlerini açtı odasının balkonuna çıkıp serin rüzgarı içine çekti ve gökyüzüne baktı.siyah iplikten ayrılan gece göğsünde uyuttuğu karanlıkları ve çıkmazları uyandırdı bir saba makamı eşliğinde.yorgun ümidi sererken bir ince tele en karanlık andan masmavi renkler doğdu yeryüzüne.kalemden kudretli göz, rengi gördü ve anladı kainatın sırlarını.”şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır.gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”
kelimeleri yüzüne gözüne bulaştıran içi anlattığı tüm sözcüklerden farklı olan nakkaş bu defa fırçasını dost edindi biçare.ne için resmedilirdi kainat.var olan canlı neden bir tuvale hapsedilirdi.çoğu gençken portrelerini çizdirirdi nakkaşa.onları başköşelerine asarlar nesiller boyu saklarlardı ve her an çirkinleştiren zamanı hatırlarlardı böylelikle.nakkaş ne zamanı durdurmak ne onu hatırlatmak için nakşederdi kağıtlara.oysa renklerin bir zamanı yoktu ve mekanı da .o yalnızca her tonunda her deseninde sonsuz manaları barındırırdı içinde.nakkaşın biricik tanrısı ona en yakın biricik kalbinin sahibi nakkaşı bildi.sessiz feryatlarını acı ağıtlarını dinledi.ve bir yol diledi.ummandan bir katre indirdi yeryüzüne kelimelerin senfonisi ile.sonsuz bir nur sözcüklerin ruhuna sığmaya nasıl dayansın.nakkaşın hasretle yanan kalbini hangi renk hangi sözcük nasıl anlatsın.içsiz dışsız sayısız renksiz tek bir içinde anlaşılmazlıklar boğulmayıp yanıp kül olmayıp da ne yapsın.
nakkaş bunları düşüne dursun gökten meleklerin ellerinde yağmurlar yağadursun gün ışığı bir bir evleri aydınlatadursun cam rengi kelebek sıcacık kozalağında hep uyusun.öyle tatlı hülyalara dalsın ki rüyalarında.kanat verip uçsun da bir daha bu güneşi batan koyu dünyaya hiç gelemeyeceğini zannetsin.uzak ülkelerde o kadar mutlu olsun ki onu bu halinden daha mesut edecek hiçbir şey olamasın bu yeryüzünde.ballar balı sarhoşu, göklerden kök veren bir tuba dalının serin gölgesinde sonsuzluğa ulaşsın…
o güne dek nakkaş ne yapsın? yazıcıyı mutlu edecek bir resim nakşetsin suyun üzerine.gözlerinden lacivert damlalar akıtsın önce.gözünün nuru kalbinin feyzi bulansın renksiz sulara…semadan bir tutam gök mavisi alsın…kelebek kanatlarından bir çift cam göbeği…uçsuz bucaksız denizlerin derinliğinden turkuaz rengi.ve dahası ve dahası…sonra durulsun yazıcı kalemi değdirsin suya ve yazmaya başlasın.yazdıkça silinsin silindikçe yazsın.her şeyi yazsın da hiçbir şey olup çıksın.ikilik kalksın da anlaşılmazlıklar silinsin hasret ve acı dinsin.tüm yıldızlar güneşinde tüm kelebekler ateşinde dönsün de erisin.

gözbebeğim…çevresinde mavi sular ve etrafında dönen beyaz nurlar.dünyada olup biten her şey işte bu kadar…kainatta olup bitenlerin olup da bitemeyenlerin manasını kelimelerden daha kudretli olan bir çift göz işte böyle anlatabilir…

Yazıcının kalemi elinden düştü…
Yazıcı yazmaktan yorgun düştü. Yıllarca içinden hiç dışarı çıkmadığı, insanlardan uzak yaşadığı küçük ahşap kulübesinde mumlarını yaktığı bir gece aynaya bakmayı hatırladı. Yüzünün böylesine kırıştığını, saçlarına akların düştüğünü daha önce hiç fark etmemişti. Aradan çok uzun bir zaman mı geçmişti ya da yazıcı zamanı hızlı mı geçmişti. Saat sesini duymayalı, gün doğumunu saymayalı sanki çok oluyordu. En güzel rüyasının peşine takılıp yazmaya başladığı o anın üzerinden vakit ne kadar ve nasıl geçmişti hatırlayamadı.
Bir saba makamı vakti suyun eşsiz musikisini dinlerken nakkaşı bilmeyi diledi. Kimselerin uğramadığı ıssız evinin penceresine konan küçük turnanın sırrına ermeyi, o ince uzun yolun üzerindeki suya dokunmayı diledi. Belki nakkaş bu yorgun yolcuya renklerinden verirdi o zaman hiç bitmezdi mürekkebi, ya da en azından bir serin su; ferahlardı yüreği…En fazla ölürdü…
Yazıcı az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Karşısına ne bir su birikintisi çıktı, ne bir ağaç gölgesi…Her şey yaklaştıkça bir serap oldu ve silindi. Yazıcı anlayamadı bu hikmeti, devam etti. Her tepeciğin ardından bir büyüğü çıktı yine de vazgeçmedi. İçinde yanan kuraklığı dindirecek suyun kaynağını diledi. Turnaların kanatlarına konan o cennet kokusunun gizli diyarına kavuşmayı arzuladı…İstetenin isteğinden bihaber gönlü ısrarla eridi. Gül kokulu ormanlardan geçti, dikenler ayaklarına dolandı ve en nihayetinde gül şehrine erdi. İnsanların arasına karıştı, her akşam kahvehanelerde anlatılan hikayeleri dinledi. Yine her gece gibi çaylar en koyu demini alırken gül şehrinin ak sakallı dedesi hikayesini bitirdi.
“Güller Leyla’nın uykusunda olgunlaşır. Leyla’nın düşlerinden renk alır kuşlar. Melekler çöl şehrine dağılsın, Leyla’nın uyku saati geldi. Bütün çıkrıkları bozsunlar, Leyla’nın uyku saati geldi.”diye diye karanlığın içinde kayboldu. Leyla yaşasaydı belki yazıcıya bir yol gösterirdi. Leyla’yı kim öldürmüş, kim görmüş, kim gömmüştü ki. Biçare yazıcı, evlerin ışıkları bir bir kapanırken, karanlık sokakları dolandı. Bir ışık yansın da, içinden mavi huzmeler saçılsın diye karanlığa doğru baktı durdu. Bekledi günler ve gecelerce.
Ve bir gece karanlığın en koyu halinde gül şehrinde bir evin ışığı yandı. Yazıcı ışığın geldiği eve doğru yaklaştı, pencereden başını uzattı. Odanın içinde rengarenk tablolar, binbir çeşit küçük minyatürler, boyalar, fırçalar, etrafa saçılmış yapraklar… Yazıcı merakla pencerenin korkuluklarına tutundu. Başının üzerindeki küçük mavi kutudan gelen sese kulak kesildi. Bu küçük turnanın sesiydi, onun tüğleri saçılmıştı pencere önüne. O an yazıcı heyecandan belki de ölebilirdi. O esnada arkasından biri elini omzuna dokundurdu. Yazıcı korkuyla irkildi. Bu her akşam gül şehrine hikayeler anlatan beyaz sakallı adamdı. Gülümseyerek, birazdan sabah ezanı okunacak diyerek yazıcının elini tuttu ve beraber namaza gittiler. Yazıcı nasıl abdest aldı nasıl kıldı namazı bilemedi, rüya gibi bir şeydi yaşadıkları…Bir an önce namaz bitsin de ışığı yanan o evin kapısını vurayım, kalbime şifa olacak mürekkebin kaynağına ereyim dedi.Namaz bitti, cemaat dağılmak üzereyken ak sakallı adam herkesi durdurdu, önlerine dört adam gül ağacından yapılmış bir tabut koydu.Yazıcı hiçbir şeyi anlayamıyordu.Sabah vakti cenaze namazı mı kılacaklardı şimdi bir de ya o gördüğü ışığı yanan ev, sonra o evin içindeki rengarenk tablolar…Bir an önce oraya gitmeliydi. Kimselere görünmeden saftan usulca çıktı, koşarak gördüğü o evin yolunu aldı, heyecanla kapısını vurdu. Kapıyı uzun süre açan olmadı. Kulağını kapıya doğru yasladı içerideki sesleri duymaya çalıştı. İçeriden bir kadının ağlama sesi duyuluyordu, sanki bir yandan da kuran sözcüklerini mırıldanıyordu. Yazıcı korkuyla karışık merak içerisinde kapıyı daha hızlı vurmaya başladı. Biraz zaman sonra kapı yavaşça açıldı. İçeriden gözleri yaşlı beyaz yazmalı yaşlı bir kadın çıktı. Kadın hiçbir şey sormadı, yazıcı hiçbir şey söyleyemedi. Yazıcı içeri girdi. Odanın sıcak rüzgarı yüzünü okşadı, gül kokusunu içine çekti. Yazmaları, tabloları, minyatürleri inceledi bir bir. Solmuş gül dalının güldanlığında su tükenmişti sonra mürekkep ve boya da bitmişti. Tarihleri düşülmemişti hiç bir eserin. Yazıcının gözünden iki damla yaş düştü. Bu iki damla yaş içini söndürmeye yetmedi.
Yazıcı anladı bir su birikintisini seraba dönüştürenin adımları olduğunu, anladı küçük turnayı gülü ve dikenleri, anladı beyaz sakallı adamın hikayesini. Anladı namazını kılmadığı kişinin nakkaş olduğunu. Anladı kendisi yerine onun öldürüldüğünü. Nakkaşı öldürenin yazıcının ona olan sevgisi ve isteği olduğunu. Anladı nakkaşın ondan daha çok suya ve mürekkebe muhtaç olduğunu, solduğunu, tükendiğini ve öldüğünü… Anladı Celaleddin’i, simyacıyı, İskender’i… Aradığının içinin dışında bir yerde olmadığını… Anladı Leyla’nın Kays’ı mecnuna çevirişini, bir delinin Leyla’yı öldürüşünü ve Leyla ile Mecnun’un İstetenin isteği üzere hiçbir zaman kavuşamayacaklarını…
Yazıcının uyanıp da gerçeğine kavuşmayı istediği rüya bir beyaz toz bulutu halinde gözlerinin önünde uçup gitti uzak diyarlara. Ve böylece bitti hikaye.
Bir hikaye diğer bir hikaye başlasın diye biter…
Yazıcı suretini görmek için yollara koyulduğu nakkaşın yüzünü örten toprağa elemini değdirdi. O an üç kırmızı gelincik filiz verdi topraktan. Yazıcının yüzünü okşayan tatlı bir meltem gelinciklerin tohumlarını dört bir yana savurdu. Dünyanın dört bir yanında yazıcının elemi kırmızı gelincik suretinde haşroldu. Elemi kadar yakıcı, ruhu gibi narin kırmızı gelincik yaprağı… Toprağın gizlediği nakkaş, tomurcuk verip yeşeren sonra da solup yiten bir yaban gülünden ne kadar da farksızdı. Kabristanda şimdi hepsi birer avuç toprak gibi gözükürken yazıcının nakkaşta hayal ettiği güzellik ne kadar boş bir hayal idi. Yazıcının tuttuğu dallar bir bir kırılıyorken, ellerinin içine kendi adını yazandan başkası avuçlarında kalmıyorken yazıcı hakikat nedir, diye sordu kendisine. Doğup da batmayan biricik hakikat nedir? Gözlerini semaya çevirdi. Yıldızlara baktı sonra aya. İbrahim peygamberi hatırladı. Birazdan güneş doğacak ve yine batacaktı. Yazıcı ten kafesinde can çekişirken bekayı arzuladı, ölümsüzlük şerbetine susadı… O an aklında delice bir düşünce belirdi. Nakkaşın yüzünü örten toprakları hızla sıyırdı. Avuçlarıyla kazdı mezarlığı. Bana sırrını açmadan ölebilemezsin, diye haykırdı. En sonunda yazıcı bir sıra boyu tahtalara ulaştı. Usulca açtı tahtaları, beyaz kefeni sıyırdı. Nakkaş! Bu soluk beniz, korkunç yüz, bu çürümüş et ve kemik kokusu, kurtlanmış deri sen misin? Sensen nakkaş kim, nakkaş sense içinde senden başkası olmayan ben kimim? Yazıcının içi isyan kanı ile bulandı, nakkaşın toprağından bir avuç aldı ve gül şehrine tekrar indi.
Bir öğle vakti idi. Herkes yine kendi telaşesinde, oraya buraya koşuşturmakta… Sanki nakkaş bu şehirde hiç yaşamamış, hiç ölmemiş idi. Var olanı var edenden başka hatırlayan yok gibi idi. Şehrin merkezinde panayırlar, çarşılar, tacirler; çeşitli kumaşlar, kokular, pabuçlar… İnsana kendisini unutturan binbir türlü, renkli, desenli çarşı… Tüm bu kalabalığın ilerisinde nakkaşın evi… Yazıcı eve doğru yöneldi, kapısı açık duruyordu. İçeri girdi, nakkaşın odasına baktı, eşyalarına göz gezdirirdi, ne aradığını bilmeden ahşap sandıkları boşalttı bir bir. Türlü kuş resimleri ile işlemeli naftalin kokulu mendiller, örtüler… Üzerine yazıp karalanmış yüzlerce safran sarısı sayfa… Yeni tomurcuk vermiş kırmızı bir gülü andıran desenli zarflar, tarihsiz mektuplar… Her birinde aynı kişiyi andıran ama hepsi birbirinden farklı bir yüz ifadesinde olan minyatürler… Nakkaşın ellerinden çıkan bu suret kime ait olabilirdi diye düşünürken gözüne kırmızı, kadife bir kutu ilişti. Kapağını açmaya çalıştı ama açılmadı. Odanın içerisinde saatlerce anahtarı aradı ama bulamadı. Merakı arttıkça hıncını kutudan aldı, oraya buraya savurdu ama kutunun kapağı bir türlü açılmıyordu. En sonunda yazıcı kutuyu ceketinin içine sakladı odaya son bir kere daha baktı ve çıktı evden.
Yazıcı günlerce gecelerce yürüdü. Vardığı yerin geldiği yerden hiçbir farkı yok gibi idi ve üstelik yazıcı yorgun, kalbinde kaybetme korkularının ağırlığı… Bir mucize, teselli edici bir hikmet sözcüğü, bir Hızır değildi aradığı… Seslerin aksi, kainatın tüm bu güzelliği onu teselli etmeye yetmiyordu artık. Aynaların ötesinde gördüğünden, dokunduğundan başka bir şeydi aradığı… Aradığı ama bulamadığı… Yazıcı ne kadar daha yürüdü, hangi tepelerden geçti, hangi ırmakları aştı bilemedi. Yol onu büyük binaların geniş caddelerin olduğu bir şehre götürdü. Gökyüzü is ve dumanlarla örtülü, yeryüzü betonlarla çevrili… Yıldızlar bile onca renkli ışığın karmaşasında sanki hiç var olmamışlar gibi… Yazıcı bütün çilingircileri dolaştı. Olmadı şehrin tüm kütüphanelerini, müzelerini, sokaklarını…
Düşündü yazıcı, nakkaş biricik anahtarını dünyanın en güzel yerine saklayabilirdi ancak, dünyanın en güzel yeri neresi idi? Issız bir sokağın karanlığında bunları düşünedururken karşısına bir adam çıktı. Hep aynı şeyleri tekrarladı durdu, yazıcının sorduğu hiçbir şeye cevap vermiyor gözüküyordu. Deli midir, meczub mudur nedir, deyip başını çevirdi yazıcı. “Gördüğün hiçbir şey hakikat değil.” Dedi adam tekrar. Yazıcı döndü, birkaç saniye düşünüp iki parmağını adama doğru uzattı ve hangisi diye sordu. Adam işaret parmağına dokununca yazıcı güneşin doğduğu yere baktı ve gülümsedi. O kadar hızlandı ki adımları, arkasında bıraktığı deli, onun güneşi yakalayacağına inandı. Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti. Bir tepeciğin üzerinden güneş doğmak üzereyken gölgesinin heybetine baktı yazıcı. Yeryüzünde ne büyük bir karanlıktı gölgesi… O an büyük bir dağ başına yıkılacak zannetti. Yıkılacak ve altında kalacak. Oradan bütün günahları yeraltına sızacak, tüm yemişlere sulara karışıp insanlığa zehir olacak. Yazıcı nereye kaçsın, nereye sığsın, hangi kapıya kapansın? Tövbe lavı patlasın da günah dağına yayılsın. Altını ateşe atsınlar da saflaşıp kıymet kazansın.
Fikri değişenin zikri de değişirmiş ya. Yazıcı eline her mürekkebi ve kağıdı aldığında kalbinden bambaşka kelimeler saçılmaya başlamış. Kelimeler bazen bir arı vızıltısı bazen bir rüya ile gelirmiş. Bu ilhamlar o kadar yorar o kadar acıtırmış ki yazıcının kalbini, kelimeler sağnak sağnak yağdığında elleri onları kağıda yazmaya bile yetişemezmiş. Nakkaşı yazmaya mürekkep yeterken ve üstüne artarken şimdi onu yaratanı yazabilmek sonsuz bir denizden bir yağmur tanesini kağıda damlatmak gibi bir şeymiş.
Yazıcının gündüzleri yürüyerek, geceleri yazarak geçmeye başladı. Bir gece vakti karanlığın en zifiri anında siyah boşlukta bir ışık yandı. Güneşe yüzünü dönen menekşeler gibi yazıcı ışığın geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Işığın geldiği küçük kulübenin penceresinden başını uzattı. İçeride beyazlara bürünmüş biri gözleri kapalı bir şeyleri tekrar ediyordu. Sonra usulca kalktı yerinden, gözyaşlarını sildi, kapıya yöneldi. Dışarı doğru başını uzatıp yazıcıya bakarak buyurun çekinmeyin ben de sizi bekliyordum, dedi ve yazıcıyı içeri aldı. Yazıcı şaşkınlıkla hiçbir kelam dilinden dökülemeden içeri buyurdu. Adam küçük sediri çekip üzerine seccadesini katlayıp koyarak pek rahat değildir ama şöyle buyurun, dedi. Çayımız da acımaya başlamıştı, geciktiniz. Yazıcı tüm bunlara bir anlam vermeye çalışırken beyazlara bürünmüş adam: “Bu yoldan nice insanlar geçer. Hepsinin de farklı farklı istek ve arzuları olur. Çoğu aradığını bulamadan geri döner, bazıları aradığını bulur, peki siz neyi bulmak için yola çıktınız?” diye sordu. Yazıcının dilinden anahtar kelimesi döküldü. Adam gülümsedi. Anka kuşlarını bilir misiniz, dedi. Yazıcı hayır cevabını verdikten sonra beyazlara bürünmüş adam anlatmaya başladı: “ Kuşların hükümdarı olan simurg anka bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar simurga inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da simurgu bekler dururlarmış. Ne var ki simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü simurgun kanadından bir tüy bulmuş. Simurgun var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte simurgun huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak simurgun yuvasının etekleri bulutların üzerinde olan kaf dağının tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş. Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş. Kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi, şaşkınlık ve sonuncusu yedinci vadi, yok oluşta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf dağına vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.” Adam yerinden doğruldu bu gecelik bu kadar hikayenin geri kalan kısmı da yarına artık diyerek ateşi söndürdü. “Burada korku ve hüzün yoktur buna inan yazıcı, sabret vakti geldiğinde bal da senin olur kovan da.” dedi ve uyumak için duvara yaslanarak gözlerini kapattı. Ya Hay diye diye uyuyakaldı. Yazıcı her ne kadar hikayenin sonunu merak ile beklese de Musa peygamber döneminde yaşayan ve edeplerinin karşılığında hidayet şarabı sunulan sihirbazları hatırladı ve sessizce adamın uyanmasını beklemeye başladı. Göğsünde bulunan kağıt tomarlarını çıkarıp başının ucuna koydu. Kadife sandığı bırakamadı, elleriyle sımsıkı tutarak düşüncelere daldı.
Gözlerini açtığında sabah olmuştu. Belli ki uyuyakalmıştı. Kendine gelince telaşla etrafına bakındı. Gözleri dün gece gördüğü beyazlara bürünmüş adamı aradı. Eşyalar yerli yerince duruyordu. Sonra aklına yazdıkları geldi. Kağıt tomarı bıraktığı yerde değildi. Her yeri aradı, dışarı çıktı, bakındı. Sanki bir düş gibi hepsi uyanınca yok olmuştu. Uyanıp da rüyaya tekrar geri dönülür mü? Hem yazıcının aradığı rüya değildi ki, gerçekti. Ne bu güne dek yazdıklarına ne de hikayenin sonunu öğrenmek için o veli zata ihtiyacı kalmamıştı. Ruhu itminan hissi ile duruldu ve tekrar yollara düştü. Sert topraklara, çalılara basa basa nasırlaşan ayaklarına benzetti ruhunu. Artık acımıyordu.
Peki ben hikayedeki kuşlardan hangisiyim diye düşündü. “Ne güzelliğim kaldı bu dünyada ne bir krallığım oldu. Ne de yıkıntı ve bataklığa özlem duydum. Ben bana verilmiş ömrü gülüne harcayan bir bülbül idim. Ya da bugüne dek öyle zannettim. Nakkaşı bulmayı ne çok dilemiştim sonra o öldüğü gün nasıl da isyan etmiştim. Ne büyük acılarla ruhumu bilemiş, çıkmaz sokaklarda kendimi kaybetmiş idim. Şimdi bunları düşünmek ne uzak ne gülünç geliyor bana. Okuduğum kitapları yazdığım sayfaları düşünüyorum da ne demişti bir zat: “Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kıylü kal imiş.” Gülü seven bülbül meğer gülün güzelliği ile lütfa şükretmeyi dikeni ile kahra sabretmeyi öğrenmekte imiş. Şimdi göğsümde ağırlık yapan o kağıt tomarlarından ve nakkaşın suretinden kurtulduğum için kendimi o kadar hafif hissediyorum ki bedenimi bir yardan bıraksam uçacağım zannediyorum. Ellerimi açtığımda kendime dair bir şey istemek bana çok hafif bir dua gibi geliyor. Artık deyip diyebileceğim, kulun senden razı Ya Kayyum!” Yazıcının sesi yankılandı kayalıklarda geri döndü sonra. Sen kimsin, dedi yazıcı ona. “Ben senin gören gözün, işiten kulağın, tutan elin, yürüyen ayağınım, yürü ya kulum!” dedi ses ona.
Yürümeye devam ediyorken yazıcı başını kaldırdığında güneşe daha da yaklaştığını fark etti. Sanki elini uzatsa tutmaya az kalacak gibi idi. Yazıcı şiirlerin okunup alkışlandığı çöl sıcağında bir yere vardı. Öyle bir yer ki daha önce duyduğu gül kokularını unutturacak kadar anlatılmaz bir güzel koku sardı dört bir yanını. Sonra uzakta bir evin kapısı açıldı. Üzerinde doğru düzgün bir kıyafeti olmayan, açlıktan midesi sırtına yapışmış bir fakirin hane sahibinden bir şeyler istediğini duydu. Hane sahibi mahzun bir yüz ifadesi ile evin içerisine girip az zaman sonra geri döndü daha demin üzerinde bulunan kıyafeti kapıdaki adama verdi. Yazıcı ikisinin gözlerinin ötesinde muhabbetin coşkun ırmağını gördü. Bakmasını bilince görmesi de bildirildi yazıcıya. Dahası da gösterildi. Gökten saf saf melekler indi, evin etrafına kondu, hepsi Allah’ın razı olduğu bu kulu görebilmek için sıraya dizildi.
Yazıcı biraz daha ilerleyince kalbi çağlayan ırmaklar gibi coştu. Ruhunun tüm karanlıklarını aydınlatacak bir nur yayıldı içine. Tüm kainat şifrelerini fısıldadı kulağına. İçinde uçsuz bucaksız denizler duruldu, berraklaştı. Her şey göründü iç denizinde. Ayrıldı inci ve köpük. Yazıcı kuş oldu uçtu, balık oldu yüzdü. Tüm dünyanın kendisinden doğduğu siyah noktaya baktı, yaklaştı, dokundu içine girdi sonra. Aldı baltayı eline tüm putları kırdı. “Simurg olan bendim, ben simurgum!” diye haykırdı tüm dünyaya. Mazinin küllerini savurdu çöl toprağına, yeniden doğdu yazıcı, hatırladı akdini, kurtuldu kafeslerinden. “ Şimdi kendi gökyüzümde uçmak zamanıdır, biricik hakikat özümde saklıdır.”dedi. Sesi yankılandı iki büyük dağın arasında: “Rabbinden razı olmuş ve razı olunmuş olarak evine dön!” dedi ses ona.
Yazıcı evine dönmek için tekrar yola koyuldu. Bir deniz çıktı karşısına. O an hala ceketinin içerisinde saklı duran kadife kutuyu hatırladı. Bulduğu aradığından bambaşka olan yazıcı eski haline gülümsedi. Ve tek bir hamlede kırmızı kutuyu aldı ve fırlattı denize. Deniz kıpkızıl oldu o an. Halk o günden sonra denize kızıl deniz adını verdi. Yazıcı arkasına bakmadan yoluna devam ederken gül şehrinin yanından geçiyor olduğunu fark etti. Gül şehrinin kabristanına boş gözler ile bakarken bir ses işitti. Adamın biri, bir çamur birikintisinin kenarına oturmuş ha bire cebindeki taşları oraya fırlatıyordu. Bak, dedi. “Duyuyor musun, ne güzel de ses çıkarıyor şu taşlar? Benim bütün eğlencem budur işte. Bu yoldan nice zengin kadınlar geçer. Onlara zorbalık yaparak üzerlerindeki taşları alırım. Sonra da işte bu birikintiye taşları atıp çıkardıkları güzel sesleri dinlerim.” Yazıcı adama yaklaştı ve elindekilere baktı. Hepsi de zümrüt, elmas, altın değerinde olan kıymetli taşlardı. Yazıcı çamur birikintisinin yanında açan küçük bir çiçeği gösterdi. Bak, dedi. “Ne güzel bir çiçek öyle değil mi?” Adam kahkahalarla gülerek çiçeği kopardı ve çamur birikintisine fırlattı. “Ama sessiz bir güzellik öyle değil mi?” diyerek yine gülmeye başladı. Yazıcı acıyarak adama baktı hayatını anlamlı kılan sensin, dedi. “Çiçek aynı çiçek, bıçak aynı bıçak, ateş aynı ateş…” Yazıcı adamın boş bakan gözlerini görünce arkasını dönüp gidiyordu. Adam yine seslendi. “Biliyor musun bir keresinde buradan dilsiz bir genç kız geçti, gözlerime uzun uzun baktı. Sonra ben üzerinde belki taş bulabilirim diye onun canını yaktım. Hiçbir şey bulamayınca boynunda asılı duran anahtarı çekip kopardım. Kız yaşlı gözlerle yanımdan koşarak uzaklaştı. Geçen gün öldüğünü duydum o kızın. Ama burada sesini duyacağım yeni taşların hayalini kurmak varken merak edip de gitmedim bile namazına.” Yazıcı sustu, adama yaklaştı, dikkatlice baktı yüzüne. Bu yüz nakkaşın ellerinden çıkan minyatürlere ne kadar da çok benziyordu. Onlar kadar kara onlar kadar çirkin idi. Yazıcı acı dolu gözlerle gül şehrinin kabristanına baktı. Nakkaş için ellerini göğe açtı, dua sözcükleri fısıldadı, iki damla gözyaşı düşse de o an, sildi göz yaşlarını ve arkasını dönerek yoluna devam etti.
Gün batmak üzere iken yazıcı evine vardı. Onu hasretle bekleyen yakınları yazıcıya meraklı gözlerle bakıp ona sorular sorup duruyordu. Yazıcı tüm bu soruların karşılığında onlara sadece dört kelebeğin hikayesini anlattı. Ateşin gerçek sırrına ulaşmaya karar veren dört kelebeğin hikayesini. Hani ilki ateşin uzağından geçmişti de ateş aydınlatır demişti. Bir diğeri ateşe yaklaşmıştı da ateş ısıtır demişti. Sonraki kelebek ateşe dokunmuştu ve ateş yakar demişti. En sonuncu kelebek de ateşe atlamıştı da yanıp kül olmuştu. Bir zat şöyle demiş idi “Susmak Hayy ve Kayyumun hikmetidir. Dil konuşsa gönül susar. Dil sussa gönül hikmet söyler. Arif susarsa malik olur. Aşık susarsa sadık olur. Safi muhabbet hasıl olur. Ne benlik ne ikilik kalır.”
Yazıcı evine geri döndükten sonra köyde karanlığın en koyu vaktinde her gece evinin ışığı yanardı. Penceresinde bir avuç toprağın içinde kırmızı bir gül açardı. Çocuklar her gece rüyalarında beyaz güvercinlerin onları öptüklerini görür o mutlulukla sabah namazına uyanırlardı. Yetişkinler çocuklarının o hallerini seyrederken masumiyetin var olduğunu hatırlardı. Bazı fukaralar gündüz kalktıklarında kapılarının önünde hediyelerle karşılaşırdı. Sabah rüzgarı silerdi bütün gözyaşlarını. Bu mutlu köyde, her gece gündüze varmak üzere iken gökyüzünden ay ve güneş çekildiğinde, semada bir yıldız görülürdü. Yazıcının biricik üstadı Sezai’nin dilinden şiirlere dökülen sabah yıldızı… Umut gibi ışıyan ezan gibi uyanan sabah yıldızı…

Abdullah Kavaklı

Biraz rüzgar, biraz duman, bugüne geldik, ziyade olsun...

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s