Kuşlar muştuluyor yumuşak sabahı. Esneyen nefes gözlerini aralıyor, ılık rüyadan. Çarşafı dağınık nemli yatak, berrak oda, dinleniyor. Dingin omuzlar, sızlanıyor tembelce uzanmaktan. Güneş, perdeye eğilip emiyor kadın kokusunu. Bulutların, henüz sağıldı, ak memeleri. Dişliyor dikenleri bu demde ıslak toprak. Tütüyor yabani otlar eleğimsağmada. Gölgeleri yutuyor taze rüzgâr ikindi leyin. Irmağa, yapraklar süzülüyor semiz dallardan. Dalyanların geniş ağlarını yırtıyor balıklar. Tazılar, gövdelerin arasında avları yoklamakta. Arnavut kaldırım, sırlıyor ezilen izleri. Trende lekeli sesler… Şimdiden çok uzakta. Dalgalar parçalanmadı, her şey durağan… Kayalıklarda.
Deliksiz uykunun mahmur dinginliğinden sonra ebediyet tüllerine sarılı, sabahın gümüşi gölgeliklerine serilmiş rahatlık insanın mutluluk ihtiyacını gidermeye kâfi midir?
İnsanın kendine ait olmayana sahiplenmesi, hayatta kendini merkez telakki etmesi; âdeta bütün beşeriyet kendisine mıknatısla bağlı ve o ortadan kalkınca insanlık uzaya yuvarlanacak yollu tavrı; istemek sözüne, meyline ve düşüncesine sinmiş. İstemek sahiplenilecek şeyin daha mahiyeti bilinmediğinden soru sormakla eş değer: “bunun ne olduğunu bilmiyorum ama denemeliyim” gibi çocuksu bir tutum. Mülkiyet ise doymak bilmez iştahla kâinatı kapsayan kanunlara hükmetme ve değiştirme arzusuna uzanan bir yolun başlangıcı. “İnsan neye malik olabilir ki ?” sorusu, isteğin kenarına ilişen iradeyle ve hayal gücüyle aşılmaya çalışılabilir; fakat bunlar da insana hazır verilmiş şablonlardan ibarettir ve insan hakiki manada kendini tanıyamaz/kendine sahip olamaz, kainatın dışına çıkamaz takatsizliğe muttasıldır. Mutluluk bu yüzden istemenin tanrısal boyutuna müdahale etmemekten; arzu ettiğini yaratabileceğini farz etmemekten geçmekte.
Sütliman uykunun esrik sükûneti ardından; sonsuzluk tülbendine sarılı, kuşluk vaktinin loş gölgeliklerine serilmiş bast hali insanın mutluluk ihtiyacına kâfi gelir mi?
Bütün organlarıyla sonsuza susamış insanın, gem vurulmamış sathi arzularına bağlı mutluluk görüsü; insanın bildiği veya bilebileceği, iyi veya güzel gördüğü her şeye ayırt etmeden dokunma iştahı-kâinatı bile-sahiplenmek keyfiyetini ortaya çıkarıyor. En iyi an bile geçer gider ve insanın en iyi dediği anlar vardır. Hayat durağan değildir, çözülen ilmeklerle yaşamla olan bağ ve suret değişir; her işret sona erer, her zevk körelir, her güzel görelileşir. Tatmin düzeyini aşağıda tutamayan için acı çekmek doğaldır. Mutluluk, ancak hazır durumun bilinçliliği ve mutluluğun bu bilinçli durumun içinde aranmasıyla kolaylaşır. Mutluluğu arayanlar arzularına bel bağlıyorsa, âna hapsolan romantiklerin safına katılırlar. Zira romantizm, durağanlığın içinde bir muhasebedir. Mutluluk bunların nazarında uzak bir kıyı olmaktan öteye geçemeyen bir düştür, trajedi kapıdadır. “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur”un fıtri karşılığı bu olsa gerek. Mutluluk umudunu, sonluya bağlamak; mutsuzluğun başlangıcıdır. Ona ulaşmaya çalışan, çöl ortasında serabın peşinden giden bir yolcu nevindendir.
Saatler, kendi gerçekliğini yaratan romanlardan. İçerisine giren karakterlerin hepsi zamanın ötesine geçebilmeyi başarıyor. Roman zaman aralığında ileri atlama ve geriye dönüşle, gerçekle kurgunun birbirine raptedilmesini sağlamış. Londra, Los Angeles ve New York’ta bulunan insanların küçük ve sarsıntılı hayatlarına girmeyi amaçlayan kitapta, birinci ağızdan anlatımın başarısına şahit oluyoruz. Karakterler Mrs. Dollaway’in yazarı Wirginia Woolf, Mrs. Dollaway’i okuyarak hayatını değiştirmeye karar veren Lora, annesi tarafından terk edilen Richy, yazar ve şair olan Richard’a aşık Clarissa. Karakterler birbirlerine kader zinciriyle bağlanmış, birinin hikâyesi diğerininkini doğuruyor. Bazen bu tersine yönde etki ediyormuş hissine kapılıyorsunuz. Yazar böylece biz insanların yaşamları önceden yazılmıştır düşüncesini imliyor. Yani ömrümüzün tamamı yaşanabilirlik yönünden ele alındığında kader aslında bizden öncekilerin yaşadıklarında gizlidir.
Ana eksende “Mrs Dollaway” etkisi seziliyor, Woolf’un ve kitabının karakter olarak seçilmesinin sebebi, gerçeklikten yola çıkılarak müşahede edilen hayaletin varlığından yararlanma isteği… Woolf’un hayatı trajik ve ilgi çekici. Yazar onun hayatına, mütecessis bakışlar atarak Mrs Dollaway’in alt metnine ulaşmaya çalışıyor ve Mrs Dollaway’i yeniden yazmayı amaçlıyor. Yazar ve yazarın karakterini çizdiği kahramanın kaderi önünde sonunda örtüşmek zorunda olduğu da hesaba katılmış: Clarissa karakterine Mrs. Dollaway diyen Richard, kendini Woolf’un yaşamının kırılgan tarafına yönlendirmiş. Bu bir bakıma mazoşistçe bir eylem, bir bakımaysa kendisini yerine koyduğu yazarın dehasını paylaşmak amaçlandığından kendisi adına yüceltici de. Hayatların bu kadar paralel olması romanın erdemlerinden. Çünkü yazar, yaşanmışlık ile romanın iç içe girdiği dünyayı kısaca anlattığı dönemeçlerde karar kılarak, başka mecralardan bakmayı ve eşey olmayanı göstermeyi başarıyor.
Romanda mutluluğa özel bir yer ayrılmış. Baş karakter Clarissa mutluluğu, kaba taslak her şeyin istenildiği gibi olması şeklinde yorumluyor, ilkin; “bir sabah gelen heyecan” olarak tanımlıyor. “Mutluluğun bundan sonra başlayacağını sanıyordum” diyor. Richard, “Bayan Dollaway sessizliği delmek için partiler yaparsın” dediğinde hayatın anlamsızlığına dikkat çekmeye çalışıyor, kendi yaşamının anlamsızlığının ayırdına varamadan. Clarissa Richard’a “her şeyi isteriz değil mi?” sorusunu yönelttiğinde mutluluğun her şeyi istememekten ve elimizdekilerin değerini takdir etmekten geçtiğini anlıyoruz. Romanda karakterlerin asıl mutluluğu yakalamaları: durumlarını kabullenmeleri, hayata ve birbirlerine değer vermeye başlamaları ve birbirlerini affetmeleri şeklinde ortaya çıkıyor. Bu yönde hayatı dilimleyen saatlerin yorumu, kahramanlardaki sahsiyeti barizleştiriyor. Richard saatlere lanet okuyarak: “Ama yine de saatler var, öyle değil mi? Bir saat, sonra bir saat daha var, o saati geride bıraktığında, ulu Tanrım, arkasından bir başkası geliyor.” derken, Clarissa için saatler, “Avunacak bir şey var: Ne olursa olsun, hayatlarımızın önümüzde açılıp hayalini kurduğumuz her şeyi sunduğu saatler var.” sözüyle bir beklentiyi karalıyor.
Pulitzer ödüllü bu çağdaş klasik, yazarın bir önceki romanı “Dünyanın Sonundaki Ev”’de olduğu gibi aileyi, geleneği, cinselliği, mutluluğu, yaşamın karmaşasını ve ağırlığını olanca rahatlığıyla işleyebilen bir yapıt. Belli bir muhit edebiyatı özelliğini gösteren romanda eşcinsellik baskın halde, yazarın aşk tercihi platoniklik üzerinden kurulduğundan karakterleri anlamakta zorlanmıyoruz. Yazarda aşk: tutku ve aşılmaza karşı koyma değil, şefkatle sarmalanmış bir durum. Woolf’un kocasıyla olan ilişkisinde kocasının yarı bencil fedakârlıkları, Clarissa ile hasta Richard’ın arasındaki ilişki, anne ve çocuğu arasındaki bağ şefkat zemininde ilerliyor. Kitap, özetle içine girmediğimiz çağdaş yaşantıları anlamamızı kolaylaştıran bir romans gibi.
Filmini Stephen Daldry’den izlediğimiz Saatler, sinema dünyasında az rastlanan mucizelerden. Çeviri ile ilgili bir söz vardır; “çeviri kadın gibidir güzeli sadık olmaz, sadık olanı güzel olmaz”. (Sadece çeviri ile ilgili kısmına katılıyorum.) Herhalde edebiyattan aktarılan filmlerde de aynı iddia geçerli. Bu bağlamda Saatler filminin erdemleri iyi bir oyuncu kadrosunun ötesine geçiyor. Yönetmenin zaman geçişlerini bilinç akışı tekniği gibi kullanması, zamanları belirleyen renklendirmeleri ve Philip Glass’ın filme dökülmüş hüzünlü müziğiyle film, kitabı bir ileriye taşımış ve eseri kullanarak nasıl eser yaratılırı göstermiş. Kitapta Clarissa’nın çiçekçiye giderken yolda gördüğünü zannettiği Meryl Streep’in Clarissa rolünde yer alması ilginç olmuş. Oyunculardan Meryl Streep her zamanki gibi kusursuz. Nicole Kidman’ın dâhi ve mutsuz Wirginia Woolf’un bedenine girmesi, Ed Harris’in çaresiz isyankârlığı bu filmde yıldızları parlatan bir şeyler olduğunu gösterir alametlerden. Hepsinin yüzlerinde hüznün karaltısı gizlenmiş. Ne diyelim yıldızlar açık gecelerde parlar.
giriş kısmı özellikle iran filimlerinde cinselliği anlatırken kameranın sadece bir el hareketine odaklanması gibi güzeldi. tırnaklara dikkat etmeden alıntıların parçayla çok bütünleştirici hiç tırnak işareti koymasan bu hiç alıntılamadan senin yazın denilebilir, bu sebeple başka yazılarda bazen cümleyle bütünle bağdaşmayan alıntılardan çok daha öte olmuş, tasvir betimleme konusunda yorum yapamayacağım kadar derinlikli, bir ışık huzmesinin dalların üzerinde bıraktığı aydınlık ve gölgeleri anlatır kadar etkileyici…
emeğine sağlık..
üstadım ellerine sağlık. ilk bölümler de fena değil ama kitabı ve filmi ele aldığın kısmı çok daha fazla beğendim. hele film bölümü çok keyifliydi. işini iyi yapan bir yazarın kendinden emin duruşunu sezinledim o satırlarda 🙂
Abdullah övgülerin için teşekkür ederim. İlk bölümlerde bir açmaz varsa, ki bunun hamaset olduğu şüphesini taşıyorum, açar mısın Hadi.
uuu 🙂 halim sert girmişsin bakıyorum 🙂
senin tabirinle “ilk bölümlerdeki açmaz”, yazının içine çok giremeyişim oldu üstadım. ha bu okurkenki halimden kaynaklanıyor da olabilir ama kitapla ve filmle ilgili doğrudan değerlendirmelerin daha açık geldi bana. belki de ilk bölümlerde okuyucuyu nereye götürmek istediğin çok açık değil.