(Hasta kapısının önünde mütereddit bekliyor içeri girmek istiyordum; ama geçmişin ağırlığı kelebek sırtıma abandı ve bir şeyler yakaladı zihnim, ayağa kalkmaya yeltendiğimde duvarda suskun bir leke bıraktım.)
Sağ ayağında denizci düğümüyle ilmikli taş parçası… yosun kokusunu içine çekerek ferahlamış, yeşil-mavi denize atılıyorsun. Okyanusa çarpan vücudunun şaplağı kadar sessiz bir taşkınlık oluşuyor yüzeyde. Kaba, boğuk bir camın ardında gördüğün geminin suya karışan paslı gövdesi uzaklaşıyor. Yağ ve çürük demir tozlarıyla su yüzeyi benek benek. Yukarı kulaç atan her kabarcıkta endişeyle boşalan teri fark eden tuzlu su, soğuk dokunaçlarıyla yüzünü sömürüyor. Mavi-yeşil kokunun içinde tabana battıkça, oksijen karbondioksitle yer değiştiriyor… kör noktalar ciğerlerinde açılıyor birer birer. Metanın fısıldadığı o hırıltılı metal tat burnunu uyuşturuyor, o ölümcül ninni kulağına okunuyor durmadan, hepsini beton tutmuş gayretinle duyuyorsun noksansız. Islak pardösünün ceplerine, yakasına, yenlerine, vatkalarına; pantolonunun paçalarına sayısız su kabarcıkları doluşmuş. Onları eşya taşıma kutularının içerisine konulan plastik baloncuklar gibi patlatmak istiyorsun. Bir tanesini avucunda sıktığında, lastik toptan farksız olduğunu anlayacaksın yahut küçülerek çoğalacaklar.
Sanki kullanmaktan aşınmış, yaşlı lifleri gevşek, solgun süngerler fokurduyor; ıstakozlar şehla bakışlarını üzerine dikmeye çalışıyor; denizatlarına yapabileceği işler koşulmuş anlaşılan… volta atıyorlar; rengârenk mercanlar üremekle meşgul; denizyıldızları yere serilmiş, güneş yanıklarını sayıyor tembel tembel; balıklar her şeyden memnun bir duayı mırıldanıyorlar; denizkestanelerinin olgunlaşmış havyarları sırıtıyor arsızca; kayaların küçük kardeşleri gün ortasında, cam kesmiş hayretini kamaştırıyor; denizanaları kafana çekiyor cızırdayan tellerini; besbelli caretta carettaların soyları daha tükenmemiş; sadece şeytan minareleri okyanus sesini taşıyan kabuğuyla sahilde yürümekte.
İlerde pusuya yatan, öğününden önce dişlerini küçük balıklarla bilemiş şimdi de fırçalayan ergen köpekbalıkları seni korkutmamalı. Asıl, karbondioksitin sıvının içerisinde eriyebildiği hatırlatılmalı sana. Olur a! gemine dönebilirsen çıkış yolunda vurgun yiyebilirsin. Unutmamalısın ki asit değerin yükseldikçe kaslarının katılığı katmerlenecek. Jest ve mimiklerini kaybettiğin kertede uyuşukluk ellerine dolanacak. Dilinin kullanmamaktan pelte kalan üst tarafını ters çevireceksin. Tadabileceğin bir somonun tavada ters takla atması hayâli; kendine, hâline, ânına dönmene neden olacak.
Buradan kurtulabilsen bir daha balıkların adını bile anmayacağını söylüyordun az evvel sövüp sayarak. Nedense için kıyılıyor. Karbondioksit, kezzabın mermerdeki deliciliği, mideni oymaya başladı. Belki de strestendir tüm bunlar. Hayat gailesi, ne dersin! Bulantılı, delici, pis bir alev orada tortop oluyor. Yumuşak ve kabartılmış kuş tüyü bir minderin içine ameliyatla yerleştirildiğini düşlüyorsun. Şimdi yaşadıklarının, lânetinin, kâbusunun, İçine atıldığın denizdeki görüntünün karşısında tepeleme iyilik jargonu ne kadar tatmin edebilir ki seni? Sindiremiyorsun yokluğu. Hazımsızlık asabının ayak bağlarını çözüyor apansız.
Ateşli, suçiçeği döktüğün zaman geri geliyor. Ancak tat alma duyumuzun tarihi geçmemiştir diyorsun benliğine. Tatlı ya da acı ya da ekşi, yaşadığın o kareyi tekrar geri getiren o deneyimi yaşamak istiyorsun kendini tutamadan. O tat yaklaşıyor yaklaşıyor… Ufukta aynı boyutlarda olan duyu bir az tombullaşmıştır. İlk yaranın korkusu, ançuezin de deniz ürünü olduğunu öğrendiğin akşam yemeği, sigaranın ciğerine üflediği ilk buğu, rakının suratını ekşitmesi, buzu ağzında gezdirince boğazının şişmesi, suratına yediğin yumruk, ilk hararetli gecen… Ancak tat alma duygunun körelmemesiyle geri gelecek bütün bunlar. Seni o anlara çağıran bağımlılığının sebebi bu: O tatta ölümsüzleşmek telâşı… Söyle! Sen, bunları tekrar dinlemek istiyor musun? Dünyada tek kişi olsaydın pasaklı mı olurdun yoksa iki dirhem bir çekirdek mi? Sor kendine: Hayatım benden çok şey çaldın mı, yoksa ben mi saçmalıyorum.
Kumlar sen dibe çöktüğünde hafif kıpırdanıyorlar. Sana da yer var diyorlar burada, sesini duymadığın bir desibelde. Tüm o, okyanus fantezin yukarıda kaldı artık.
Ayağını pırangalayan çürük ip kopuyor, baloncuklar seni yüzeye kadar takip ediyor. Ayaklarınla ve kollarınla deliler gibi aptalca denizi tokatladığından ve tekmelediğinden yüzme bilmediğin aşikârdır. Koltukaltlarından tutan iki yunus burnu yardımına yetişiyor Allahtan. Suratlarında güzel olmanın doyumsuz gülümseyişi ile nereye sürüklendiklerinden bîhaber cömertliklerini sunuyorlar sana. Oysa senin su yüzüne çıktığında yapacağın ilk iş, onları zıpkınınla avlamak olacak ya da her neyle avlıyorsan… Fokların dişlerinden kurtuldun kurtulalı yapıyorsun, işliyorsun bu vahşeti. Uzun sopaların indiği kafalar patlayıp beyaz buz tabakasını kanla hâleliyor.
Göremediğini ve yukarıdaki tüm manzarayı kurguladığını akledersek; koltukaltından tutanın bir ahtopot, köpek balığı, balık sürüsü olmadığını tahmin etmen sonraki kazancını, avuçlarını ovuşturarak hesap etmenden ileri geldiğini varsayabiliriz. Yoksa ayağına dolanan sazlarla ölü şekilde yalpalıyor musun? Hayatının son hücresi de durdu mu, tırnakların uzamaya devam edecekler mi?
Yunuslar ya da her ne iseler seni yüzeye çıkarıyorlar. Pürüzsüz, süt liman zeminde soluğunu devam ettirebiliyorsun. Zemin beyaz damlalarla parçalanıyor. Kazulet, siyah, cilalı, göz kapaklarının kenarları kırış kırış, yaşlı bir kadırga balığı geminin yanında boyunu ölçüyor. Kokusunu tekrar duyabildiğin dünyanın rezil büyüteci, bu kayan evren, sana büyük bir balinanın karnını hazırlamıştır.
Tahminin doğru: yunuslar!
Yunusların tek arzusu, balinanın gazabından kurtulmak için seni yem etmek. Bir ağız dolusu küfürle balığın kirli, ufunetli, yapış yapış karnına atılıyorsun. Yolun bittiğini sanıyorsun ama yol şimdi başlamıştır türünden teraneler dudaklarının arasına üşüşüyor.
Yunus peygambere bir nazire mi var, balığın karnından… anlamak için sanırım bir üç beş kez okumak lazım… ben en iyisi bir kaç kez daha okuyayım üstad:)
pes diyorum üstat 🙂 bu kadar inceliklere pes doğrusu 🙂
yazılarında en çok hayran olduğum, farkına vardığın incelikler… bu kadar detaya inmeyi başarmak gerçekten zor iş…
herkes yapamaz yani senin yaptığını 🙂 ellerine sağlık…
yalnız iki yeri fazla beğenmedim 🙂
birincisi şu baloncukları patlatma ile ilgili verdiğin benzetme pek durmamış bence orada. o şiirsellik içinde pek bir mekanik duruyor gibime geldi.
ikincisi vahşete olan düşkünlüğünü fokların üzerinde gösterdiğin satırlar 🙂 bir de bunu “hâleler” ile süslemen 🙂 ne diyebilirim ki…
Abdullah her zamanki gibi artistsin ama olsun artık gözümde bir karaktersin yani günahsız 😉 Hadi, senin yorumunda vahşeti sevdiğimi ima ediyorsun anladığım kadarıyla 🙂 Zaten arkamdan dedikodumu yapıyormuşsunuz o Ahmet’le neyse haksız da değilsiniz. Ben insanın toplamda iyi olabileceğini düşünmüyorum. İnsan ırkına güven olmaz. İnsan var oluş itibariyle meymenetsiz, gereksiz bir şey 🙂 Vakit kaybı. İnsanın iyi olabileceğini ancak kötülüğü yaratan bilebilirdi zaten. meleklere mi özendim ne!
evet evet, kesin meleklere özendin sen 🙂