“İlk kitap” bunalımı, bazı büyük yazarlara musallat olan bir durumdur. Yazar, büyük yazar olmuştur ancak yazar olarak kitlelere ulaştığı ilk kitap artık ona ait değildir adeta. Hatta bazen sorun gittikçe büyür, kitabın adı dahi geçmez yazar künyesinde. Sorulduğunda başka taraflara bakar. Önüne imza için bu kitap getirildiğinde imzalamayı reddeder. Kitabın ödül kazanması da bu tavrı engelleyecek cinsten bir durum değildir. Yazar ödülüne göre değil, artık kendisini gördüğü yerle ilişkilendirerek reddeder.
Sandık Lekesi de bir yazarın, düzeltiyorum büyük bir yazarın, ilk kitabı. Yayımlandığı yıl bir ödüle layık görülmüş ve yazarına iyi de bir ün katmış: Cevdet Kudret Ödülü. Evet Sema Kaygusuz belki de bu ödülle büyük bir üne sahip oldu, ancak daha önce dergilerde yayımlanan hikâyeleri, dünyaca bilinen bir edebiyat kurnazı olacağının müjdecisiydi zaten. Evet bu ilk kitabıydı Kaygusuz’un, ancak bu “ilk kitap” bir çıkış değil, bir meydan okumaydı. Üsluplara bir meydan okuyuş: Sandık Lekesi.
İçinde on üç öykü var kitapta. On üç ayrı öykü, on üç ayrı dünya ve on üç ayrı üslup. İşte edebiyat camialarınca büyük bir beğeniyle karşılanması da bu yönüyleydi; genç kuşak bir yazar, elinde kalemiyle tüm üsluplarda kendini gösteriyor ve aksilik, hepsinin de hakkını veriyor. Dikkat etmek lazım.
“Ortadan Yarısından”da gizemler içindesinizdir; tam bu gizemden kurtulamamışsınızdır ki en yakın arkadaşınız “Tacettin” yanı başınıza gelir. Tüm içtenliğiyle size kendinden bahseder. Ha bakmayın siz şirin göründüğüne, argonun ta dibine vurur; küfür desen bi’düzine. Ha bir de doğmamış çocuk Elif var. Ah o anası! Nasıl bir laf ebesidir o! Geçelim. “Engereğin Oğlu”nda gerilim şakaklarınıza vurur adeta. Sinsi yılanı boğarak öldürmek isterken çocuğun korkusunu, annenin endişesini, heyecanınızın yanında buluverirsiniz. “Kadın Sesleri” ayrı iki dünyadır. Yavaş yavaş hissedersiniz hikâyeyi. Kırılma noktalarında çat eder yüreğiniz. İşte tam burada ya yüreğiniz dayanmaz devam etmeye ya da bir çırpıda bitirirsiniz geride kalan dünyaları.
Kaygusuz hikâyelerinde sürekli tetikte olmayı öğütlüyor. Edebiyatın beline vuruyor o anki durumu ifade edebilmede. Burada bir resim çizmiyor, fotoğraf karesini anlatmıyor. Hikâyelerin içinde olduğumuzu, bahsi geçen hikâyeyi tanıyor olduğumuzu fısıldıyor. Kim bilir, belki de her hikâyenin ana kahramanı okurun kendisidir.
ellerine sağlık abdullahcım çok güzel ifade etmişsin… kitap gerçekten bir harikaydı. mesela mustafa kutlu da iyi bir hikaye yazarıdır. bir kaç hikaye kitabını okudum ama sema kaygusuz’dan çok daha fazla zevk aldığımı söyleyebilirim. özellikle senin de dediğin gibi harika bir üslubu var her hikayede. benim en çok aklıma kazınan ise o adı konacak çocuğun hikayesiydi 🙂 selvi ismini çok yakıştırmıştım mesela, keşke o olsaydı 🙂 tabi bu hikayenin güzelliği ile doğrudan alakalı değil… hikayedeki kadının nasıl bir idareci olduğu gerçekten büyüleyiciydi 🙂
Son dönemde okuduklarım içerisinde hem dil ve üslub hem de konuları itibariyle en ilgi çekici ve beğeniyle okuduğum öyküler Sandık Lekesi’ndekiler oldu galiba. Edebiyatla ilgilenenlerin kayıtsız kalmamaları gereken bir isim olduğu düşünüyorum ben de Kaygusuz’un.