Bir sükûtla başlar her şey öncesi yokluk olmayan kalabalıklarda. Yüce dağları ben yarattım edasıyla kapılıp gidilir hayata. Bir tek “ben” görülür, “ben” bilinir, “seni seviyorum” cümlelerinin içinde bile gizli özne olarak “ben” sevilir aslında. Aşkı en çok anlatan(!) şarkılarda bile en çok “ene” denilir. Seni “ben” seviyorum, sana “ben” aşığım vs. hâlbuki vurgular daha çok “sen” üzerine yapılmalı değil miydi?
Bu yüzden hep, altın dururken gümüşü seçer insanoğlu. Altının aşkıyla yanar ama gerdanındaki gümüş kolyenin alerjik kaşıntılarıyla boğuşur durur hep. Zahirde de batında da hep altın vardır aslında ama ne zahir ne de batın yönünü kestirememiş insan muallâkta kalır böylece ve gümüş bir soğukluk sarar ruhunu sisli gri gecelerde ve soğukluğun verdiği kibirle de kendinden başkasını umursamaz böylece. Ve en nihayetinde hep “seviyorum” dediği şeyler “sanıyorum”lu cümlelere dönüşür öz eleştiri –yapmaz ama- yapabiliyorsa eğer böylece. Sonu yoktur bunun, gelmeyecektir de. Ve böylece insan sadece kendisini sever durur işte…
~Halk arasında bir söz vardır bilenler bilir: “ayağına taş batsa Allah’tan bileceksin” diye. İnsanın mutlaka bir suç işlemişliğinin ardından batan taşın Allah’tan uyarı niteliğinde olduğunu hissettirmek için söylenir. Çoğu zaman da kibirlenenlerin sonu için söylenir. Annem çok söyler ne zaman bir insan kibirlenmeye, Tanrılık taslamaya kalkmaya görsün başına bir (küçücük de olsa) musibet geldiğinde. Bu sözün hurafe olup olmadığı tartışılabilir zira burada önemli olan kulluk bilincinin halkın zihninde nasıl bir yer etmiş olmasıdır. Öylesine kulluğunun farkındaki halk, öylesine içselleştirmiş ki Anadolu insanı bir yaratanı olduğunu küçücük bile olsa her şeyde Allah’ı bulabilmiş yaşamında böylece. Nitekim der ayette o kuluna şah damarında da daha yakın diye. İşte böyle ben’iyle çok meşgul olanın ayağı mutlaka bir taşa dolaşagelir akabinde. Yüce dağları ben yarattım olmuyor işte, bak gör sen yaratmadın onları yaratan seni de yarattı. Bu noktada şöyle demek lazım heralde acziyetin ve kulluğun bilincinde olmak için:
~Ne varlığa sevinirim~Ne yokluğa yerinirim ~ Aşkın ile övünürüm~Bana seni gerek seni… Yunus gibi
Bu düsturu kimi insan yaşayarak bilir zaten ama “ben”lerini daha çok içselleştirenler kendilerinde bu nuru, bu bilinci unutabilirler keza. Kulluk bir nurdur Allah’a giden yolu aydınlatır. “Ben”in telaffuzunu çok edenlerse bu yolda nursuz kalır, kibirleriyle yolda öylece kalakalırlar böylece. İşte insan böylece ben’inden ne kulluğunu görür ne de acziyetini fark eder zira fark etse zaten ne ben kalır ne de ben’in dışındaki ben’den başka şeyler. Ne dert kalır ne de küçücük bir taştan sadır olan kederler…
En çok kendini seven insan bir taşa daha takıldı hayatta. Bir insan takıldı mı artık insanın kaderi oldu o taş. Kabil’in günahı gibi senelerce, yüzyıllarca, asırlarca boynumuza kabz oldu. Sınanmak içindi bu, insan için; lakin bilmediğini bilmeyen insan bunu nerden bilecekti ki!
Söz bir gümüştü; sükût altın öyle demişti misalen atalarımız. Lakin bizi her geçen gün gümüşe daha çok meylettiren kibrimiz miydi yoksa kibrimize tekabül eden bir şey mi bilemedik. Zaten ne biliyorduk ki. Bildiğimiz bir “bir” vardı onu da kendi bir’liğimiz(ben) için hiçleştirdik. Sandık sandık içinde geçmişin derinliklerine gömdük onu tozlu raflarda tozlu kitaplarla. Oysa O “ben bilinmek istedim kulumu yarattım” demişti. Sükûtun önemli bir yeri olan kültürümüzün bilinciyle bir şeyleri sükûtumuzla cezalandırmayı bilemedik. Ayağımıza takılan taşları da umursamaz olduk artık ve onlardan sadır olan ve artık küçücük diyemeyeceğimiz musibetler bile kar etmiyor gibi. Gümüşe çok meyledişimizden belli. Kibrimiz, benimiz için boş lakırdılarla canlar yakışımızdan belli. Hâlbuki dememiş miydi Rasul elinden ve dilinden güvende olunan diye bir Müslüman’ın bir Müslüman’a durumu için. Birbirinden selim olmak. Yani sadece birbirine güvenmek, birbirini bilmek, birbirini sevmek (ve sonunda sevgiyi sevmek). İşte bu yüzden sadece kendisini sevip duramaz bir Müslüman. Ancak Müslümanların kardeş olduğunun bilincinde olarak İslamiyet’te bir/ben değil, benin karşılığı olan sen değil, hiçbir karşılığı olmayan biz bilincinin ihtiva ettiği anlamla yaşamalı. O zaman gümüşün sözü edilmez olur ancak. Gümüş soğukluğunda ve gümüş kibrinde sözler sarf eyleyerek tercih etmez altına gümüşü. Bir sükûtla karşılar her şeyi; hayatı, acıyı, burukluğu, hüznü… Fark etmiştir çünkü altın olan sükûttu. Çünkü etrafına sıcaklığını veren altındı ki insanlar can buluyorlardı sarılığında. Altınsa ne sözdü ne niyaz ne de “ben”e tekabül eden bir şey. Altın hayy’dı, hayattı, bir’di. Bir tek O’ydu el açılan. Bir tek O’ydu akan yaşların niçinine verilen cevap.
Gümüş ben’di. Altın O. Sen mi? Sen yoktu. Sen; gümüşlüğünü eriterek bir simyacılıkla Altına dönüşmeye çalışan ben’in Altına tekabül eden ama asla Altın olamayan (Altının) bedelleri olabilir ancak.
Ve böylece sükûtla başlayan her şey sükûtla bitmeli. Sükût ki tuzdan kavrulan ciğerlere uykuda görülen bir serap, kalbe sığmayan ummanların üstünü örten atmosfer oldu. Çünkü artık “ben” kalmadı ortalıklarda ve “seviyorum” cümlelerinde gizli özne bir “ben” yok artık. Ben’inden bize, bizden de hiçe ve her şeye döndü insan tekrar. Ve cümleler gümüşlü ‘sanıyorum’lara da dönmüyor. Altınımsı kesinlikler yaşanıyor ve insan kendisine hayran kendisini sevip durmuyor sadece, varlığa hayran O’nu temaşa ediyor.
Vesselam.
Sendeki bu derinlik boğulmama sebep olacak arkadaşım.. 🙂 yüzmeyi öğretiyorsun bana..
Söz bir gümüştü; sükût altın öyle demişti misalen atalarımız. Lakin bizi her geçen gün gümüşe daha çok meylettiren kibrimiz miydi yoksa kibrimize tekabül eden bir şey mi bilemedik. ..
güzel