Şey


Uzayın kırışık, kör duman, uçsuz bucaksız karanlığında ellerlinde kelepçenin çelik soğukluğuyla mahsursun. Ayaklarının altına serilmiş mavi yeryüzü sakince dönüyor. Farkında değilsin, teneke uydularla birlikte seni de yanında sürüklüyor. Bulutları seyrederken ayak parmakların karıncalanıyor. Acaba şimdi nereyi su basmıştır, nerede yangınlar ormanları silip süpürüyor. Arkadaşlarınla beraber gittiğin o lalettayin pikniği hatırlıyorsun. Kafana yediğin topla başını döndüren o baygın koku… Ahşap bankın altındaki kurtçuklar. Keşke evde kalsaydım telkinleriyle kulaklarından beynine eriyen mum akıyor, orta kulağını, dünyayla bağlantını, düşünme ve zevk alma yetinin kanallarını tıkıyor. Kafandan kıvrılarak çıkan saçlar bir soruyu ima ediyor, nedense imayı anlamıyorsun. Güneş doğuyor, güneş hep orada ve doğuyor! O hep oradaydı sen hep burada mıydın? Kaskında yansıyan güneş zeytin siyahı gözlerini yuvalarından uğratıyor, gece eğlencesinin artıklarına yumulduğun uykudan sonra kafanda bir demir kıymığıyla kalkıp aynada eski maskeni bulmak için yüzüne defalarca avuç dolusu soğuk su sıvadığın sabahlardaki denli dinçleşiyorsun. Saçma sapan sorular dökülüyor kafandan, yorgunsun, bitkinsin, bitmiş bir insanlığın ardından yürüyorsun ekmek kırıntılarıyla. Yeşil tuğlalı, mor pencereli evin neredeydi. Siyah kadife masa örtüsüne serpili şeker taneleri: yıldızlar dilinin dönmesine mani oluyorlar. Mandalla ipe sıkıştırılmış elbisenin direnci var sende. Devasa gedikte kaybolmuşluk hissi ile özlediğin yemeğin kokusu birbirine yakın, hatırında beliriyor. Yanı başında oynaşan ışınlar; kayan yıldızın tatlı, sarı-turuncu ateşinin canlılığı neşeni yerine getiriyor. Hayalet koku partikülleri, serpilmiş yıldızlar arasından tütsü çubuğundan sıyrılan dumanın cezbeden kıvrımlarıyla yaklaşıyor, televizyon ekranı kaskın içinde kafana doluşuyor asmanın salkım taneleri. Beyninden eriyen mum akarak dilini ağırlaştırıyor. Sarı benekli mantarlar diş minelerine yapışıyor belirsiz bir şarkının ıslığıyla. Sesini dinlerken sıkılmış bir limonun dişleri gıcırdatan etkisi saniye be saniye çene kaslarını uyuşturuyor ve dilini yumuşatıyor. Açılıyor, kapılar, açılıyor pencereler. Kapılar ve pencereler açıktı, yörüngende ev yok, sahipsizsin, ev boş. Senin bulunduğun koordinatlar açık serap âlemi rengârenk nebulalar, kutup yıldızları, herkül burçları, mars, neptün, jüpiter, küçük ve büyük ayı, toz bulutu, ışığı daha uzamı deşmemiş yıldızlar…
Sorun genişleyen kâinatla büyüyüp büyümediğin. Yoksa yaşlanmanın sebebi bu mu? Ne kadar büyüyebilirsin ki? Denklemlerin kabul ettiği tapınılası büyüklük birimi nedir? Ne kadar büyürsen seni görmezden gelemezler. Herkes işaretparmağını sallayarak işte! der, korkuyla.
Uzay gemisinin ana gövdesine bağlı kablon tıpkı tarazlanmış saçının, tarağın ince dişlerine kapılıp kopmasına denk hıçkırıklı acıyla kesiliyor. Kopuyorsun, uzaklaşıyorsun yemek masandan, annenden, kitaplarından, tanıdıklarından, geleceğinden… Işık hızından daha yavaş ses hızından daha hızlı bir hava ya da esir döşeğinde küçüleceğin anafora kapılmış sürükleniyorsun. Sürtünme hızı var mıdır? Sorusunu düşünmene gerek yok, bu yolun sonu nefes yitimi. Zarlar: uçuşan gazete sayfaları bedenine yapışıyor ve yırtılıyor, önünde yedi kat gök açılıyor ardına kadar. Ayın kenarından geçerken burnunu mandalla tıkamak isteyeceksin. Çürük eti donduran soğuğa rağmen milyarlarca ölü ruh, delikli peynirin oyuklarına çömelmiş kafaları üzerinde yürümeye çabalarken görüş alanına sepiliyorlar. Ters dönmüş sakin dünya ya da aslında düz olan sakin dünya veyahut kara fırtınanın burgularının devirdiği gökle ters yüz olmuş dünya senden uzaklaşıyor, ona son defa bakıyormuş gibi bakıyorsun özlemle; ama zaten son defa bu… Göğüs kafesinin üstünde bir ağırlık, hafiflik; bir baskı veya rahatlık beliriyor. Varlığın ya da yokluğun koynuna yol alıyorsun. Tek bildiğin bu tedirgin edici belirsizlik.
Ayaklarımdan kısası, uzun olana pergelin iğnesinin saplandığı elişi kâğıdındaki gibi merkezlik edeceği yerde, büküldüğü saniyede yağlı ve yapışkan bir kovuğa düştüm. Adeta dünya ayaklarımın altından kayıp üzerime yıkılmıştı. Kafamı diken yaptığım ellerimin arasına utangaç bir kirpi çevikliğiyle soktum. Yer ıslak engereğin buzdolabına dolanmış hali kadar soğuktu. İçimin ürperten tiksintiyle bakışlarımı tavana kaldırdım. Boş aranışlarla el yordamı yürüyen dağınık göz demetlerim, uzaklarda bir noktada derildi, ışık huzmesiyle yıkanan kovuk, gözbebeğimde genişleyen kara delikten içeri aktı, delik onu yuttu. Akıntıda küçük yansımı gördüm. Işıktan parmakların işaret ettiği koyakta, asılı duruyordu bebekliğim. Tozların uçuştuğu o karmaşada, o loş boşlukta havada aksinin asılı durması garipliğinin yanı sıra tahmin edileceği tarzda ferahlamak değildi. Aldatılmışlığın boğuk hissine benziyordu, bu altın simiyle dolu koy. Yukardan kendime baktım, yerde uzanmış gelecekteki bana. Manzara şeytanın kafama vura vura bir gerçeği hatırlatmak istediği, benim olanın aslında benim olmadığı gerçeğiydi. Aslında hiçbir şeye sahip olamadığım gerçeği, dünyanın bensiz de devam edebileceği… Yakınımdakilerin beni ister istemez terk edeceği, beni yüz geri iteceği düşüncesi. Kovuk göbeklendi, gevşedi, esnedi, ben de boşlukla birlikte büyüdüm. Cüssemin ağırlığı artarken arı kovanındaymışım gibi her tarafıma binlerce iğne batıyordu. Karanlığın rahminden çıkarken mozaik parkenin üstünde kıvrılıp kafasını avuçlarında sıkan ben büzülüyordum. Yavaş yavaş küçülüyor ıslak çiğnenmiş bir et parçası halini alıyordum. Prizmada renklerin yer değiştirmesi nevinden vakıa tersine dönüyordu, o kirli oyuktan içeri akan yerdeki bendim artık. Prototipimin bana bakmaya başladığı anda görme yitimi kaybettiğimin farkına varmıştım zaten. Acaba hangisi bendim? Dumanlar çıkarmaya başlıyordum ağzımdan. Ağzımı, ağzımın tadının yoğunlaştığı dilimi bir acılık sarmaladı. Sesim karanlıkta bir evin kiremitli çatısından süzülürken paslı kesik kahkahalar savuran baykuşun ötüşü denli irkilticiydi. Kendimi karşımda gördüm, perişan ve sahipsiz… Cenin ölüsü ellerime verilmiş kendi mezarımı kazmam isteniyordu sanki. O duman burgacı aydınlığı yaladı yuttu; ışık kesildi. Göz kapaklarımı araladım. Adi yeşil maskeli adam yampiri ama korkak adımlarıyla, bir minyatürden çıkmış pörtlek gözleriyle inanmaz, garipser ve çekingen bir halde bana yaklaşıyordu. Kovuğa baktım fikrimin göbek bağı kesilmişti. Soru işareti kırıldı. Boynumun üstüne büyük bir düğüm atıldı. Bu düğüm, hayatıma ve kaderime atılmış ilk düğüm; göbek bağımdan farklı mıydı? Ondan nefes alabilecek miydim? Tozlar hareketlendi aradığım cevabı bulmuştum.
Eski dostum “esrarlı, karanlık, bağdaşmaz, karmaşık, uzlaşmaz, dumanlı, pis bir boşlukta yüzüyoruz biz” demişti; boşluk, bilinmeyen, flu, yokluk, saçma… Şey!

5 comments

  • “Mandalla ipe sıkıştırılmış elbisenin direnci var sende.” çok güzeldi, abi ama betimleme dolu, tamam süper betimleme yapıyorsun, ama okuyucu açısından da bak, yazı yoruyor, olayları kaçırıyorsun, misal: Ayaklarımdan kısası, uzun olana pergelin iğnesinin saplandığı elişi kâğıdındaki gibi merkezlik edeceği yerde, büküldüğü saniyede yağlı ve yapışkan bir kovuğa düştüm. cümlenin başından sonuna kadar gidene kadar nerdeydim ne anlatılıyordu oluyor bu da akıcılığı engelliyor gibi sanki, acizane benim fikrim böyledir, fakat ileride çok iyi bir roman yazarı olacağına inanıyorum, çünki bu hikayeyi de yoran bir dil.

  • bu hikaye önceki “ama ve geçmiş ağır basar’la” ilintili ve devamıdır.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s