Hikayem evvel zaman içinde kalbur saman için diyerek başlamıyor. Yıl 2011. Yer Anadolu’nun ücra bir kasabası, köyü değil, İstanbul. Gerçi bu kentte herhalde daha fazla rastlarız hikayenin baş kahramanı gibi birine.
O herkesten farklı biri, ben onun kadar korkusuz olmayan biriyle tanışmadım bugüne kadar. Aklından geçirmez evine hırsız girebilme ihtimalini. Ocakta kaynayan çaydanlığın evi yakması zaten söz konusu olamaz. Ölümden, geceleri önünü kesecek bir tinerciden, karanlıktan, köpekten, sarhoştan, uğursuzdan, kısacası dünya üzerindeki kimseden ve hiç bir şeyden korkmaz. Farklı biri demiştim size, hak vermeye başladınız değil mi? Durun durun, bir de hayallerinden, mutluluklarından bahsedeyim kısaca size. En güzel arabaları görür her gün, ama dönüp de bakmaz bile. En şık erkekler, güzel kızlar dikkatini çekmez onun. Daha büyük bir ev bile almak istemez. Bunu duyduğumda ben deçok garipsemiştim, istemsizce “Niçin, daha büyük ev seni daha rahat ettirmez mi” diye soruverdim. “benim evim dünyanın en büyük evi zaten” cevabıyla başladı anlatmaya kendini. O anlattı, ben ezildim karşısında. En iyisi onun hikayesine saygı gösterip baştan anlatayım.
Cami çıkışında tanıştık, bir ekmek alacam ağabey, sorusuyla başladık onu tanımaya. Bundan 7 yıl önce taşınmış dünyanın en büyük evi dediği sokaklara. Elinden tuttuğu bir de kardeşi varmış. Gerçi kardeşinin ağzında ki süt kokusu tazeliğini koruyormuş o zamanlar. Kendi 17, kardeşi 7 yaşlarında tanışmışlar soğuk yüzüyle sokağın. Bizler sıcak evlerimizden sadece oyun için çıkardık o yaşlarda, onlar ısınmak için bile girememiş bir damın altına. Bir babaları varmış, engelli. O haliyle bakardı bize, diyor baş kahraman Murat. Sonra annesi evlenmiş ikinci kez, üvey baba atmış sokağa. Şimdi görsem annemi yüzüne tükürürüm, diyor. O istese kalırdık biz de onunla.
Her neyse, Beşiktaş’ta yürürken gösteriyor yatak odasını, bak şu en başta ki bank benim. Geceleri orda sarınırım yalnızlığa, çekerim üstüme ayazı. Mis gibi uyurum öğlenlere kadar, tembellik yapıp çıkmam yatağımdan.
Az daha yürüyoruz, polis ağabeylerinden bahsediyor. Dün bir ağabey 15 lira para verdi, şuradaki hamamda yıkandım sıcak suyla. Şu dükkanda ki ağabey de temiz atlet ile don verdi. Ben temizim, üstüm başım temiz. Böyle temiz dolaşmayı çok seviyorum. Hep tuvaletlerde soğuk suyla yıkanıyordum, Allah razı olsun polis ağabeyden.
Arkadaşı, yareni yok. Kardeşini polisler yurda yazdırmış, o kurtuldu inşallah diyor. Sokaklarda tek başına, geçerken selam vereni yok. Halini hatırını soran yok. “Düşmedim hiçbir pisliğe bu zamana kadar, ne içki ne sigara” diyor. “Hamallık gibi iş bulursam yapıyorum, iş vermiyor kimse bana” diye dert yanıyor bize.
Saatlerdir bu konuşmalar kafamdan çıkmıyor hiç. Biz geceleri yanan kaloriferde üşümemek için bir kat altımıza bir kat üstümüze seriyoruz kalın battaniyeleri. Yemeği beğenmiyor, su azıcık soğusa çığlık atarak kaçıyoruz banyodan dışarı.
Bu hikaye bizler için. Biz komşusu açken tok yatmaması gerekenler, komşusunun yatacak yeri yokken horul horul uyuyanlar için. Şükrü unutanlar için. Ve şükretmeyi sadece “Çok şükür Yarabbi, daha çok ver, amin” diye yapanlar için. Murat gibilerine “duygu simsarı” diyenler için.
Murat’ın gözünde iki damla yaş vardı ayrılırken. Ona alınan ekmek değildi bence, onu dinlemekti onu duygulandıran.
Sebep olan arkadaşımdan Allah razı olsun.
yoksulluk içimizde…