Sadece doğa… dolayımsız ve aracısız… katışıksız ses… yabani ve rahatsız edici değil, usul usul yaklaşan bir şekilde… kulağı okşayan sesler… bir şeyler fısıldayan kuşlar, ağaçlar, çalılar ve arılar…
Sadece sükun… hareket yok… var ama aslında yok… durmuş gibi hareket eden şeyler… o kadar duruyorlar ki hareket ettiklerinde hemen anlaşılıyorlar; o kadar hareket ediyorlar ki durduklarında hemen anlaşılıyorlar…
Sadece düzen… karmaşanın olmadığı birlik… her şey olması gerektiği yerde… hiç yorulmayan göz… herhangi bir taşa takılmayan ayak… akıp giden… dere gibi akan…
Sadece soluk… konuşmak gerekmiyor her zaman, anlaşmak için… nefes almak… derin nefes alıp vermek ve hissetmek birçok şeyi… birçok şeyi bir solukta söylemek… anlamak, bir nefeste birçok şeyi… önce soluk almak, sonra vermek ve yaşamak, kesinti olmadan…
Sadece zaman… herkesin hissettiği zaman… geçip giden zaman… akmak bilmeden geçip giden zaman… en küçük ayrıntıyı bile kuşatan zaman… sonradan olan her şeyi kuşatan zaman… ama aslında olmayan zaman…
Sadece mekan… binlerce parçasıyla mekan… her parçasıyla başka bir şeye delalet eden mekan… üzerinde düşünüldüğünde çok şey söyleyen mekan… koca bir dünyayı içine alan mekan… mekandaki nesneler… anlamın kendilerinde saklı olduğu nesneler…
Sadece çocuk… çocuktaki saflık… anneden çocuğa geçen saflık… hilesiz, dolansız ve hesapsız çocuk… çocuktaki iyilik… küçüğün güzelliği… hata yapan, ama incitmeyen çocuk… kusuru olan, ama suçu olmayan çocuk… çocuktaki heyecan ve şaşkınlık… karmaşa karşısındaki şaşkınlık… karmaşayla büyüyen ve büyüdükçe karışan çocuk…
Sadece acziyet… insanın kusurlu olması… eksikliğin özde olması… çocuğun zayıflığı… büyüğün yenilgisi… insanın insanlığı olan acziyet… ona boyun eğdiren acziyet… düşmek ve kalkmak… her seferinde düşmek, ama yine kalkmak… düşmekten usanmamak, kalkmaktan vazgeçmemek gibi… acziyetini tanımak… insanı bilmek… kendini bilmek…
Sadece ışık… güneşin ışığı… her zeminde farklı bir renge bürünen ışık… yeşil, beyaz, mavi… karanlıktaki ışık ve karanlığın ışığı… her yerde ışık… her zaman ışık… karanlıkta bile ışık…
Sadece ses… varlığın sesi… hariçten değil, kendinden gelen ses… seslerin ahengi… ahenkteki müzik… doğal müzik… zorlamadan, müdaheleye gerek duymadan gelen müzik… dokunaklı ve hisli müzik… ormanın şarkısı… derenin türküsü… kuşun nağmesi… arının vızıltısı… yaprakların hışırtısı… en güzeli, insanın sesi… annenin çocuğa seslenmesi…
Sadece görmek… bakmak ve görmek… durup bakmak ve bakıp durmak… bakmadan görmek… rüya görmek… düşünde görmek… aradığını düşte bulmak… “ne bir söz, ne düşünce… yalnız bitmeyen bir düş… ve yüreğimdeki sevgi…”
Sadece bal… saf, duru, temiz ve tatlı… sade olmak… olduğu gibi olmak…
Not: Bu yazı, Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” filminin hissettirdiklerinden ibarettir.
vay be… vay be.. sessizlik
söylenecek söz kalmadı
Güzel…
İkinci paragraftaki ve son satırdaki cümle olmasaydı, bir tane bile cümle yok diyecektim..
Cümle kurmadan yazı yazmak.. Abi her geçen gün edebiyatımıza bir maharet daha katıyorsun… Kelimeler ve tamlamalarla bir portre çizmek..
Ellerin dert görmesin..
Müslüm Baba’nın da sadece diye bir şarkısı vardı;
“Kör olsun bu aşkıngözü kör olsun
Bu sevda oyunu artık son bulsun.
Hayırsız sevgilim sen nasıl kulsun.
Arayıp beni mi buldun SADECE..”
Bal gibi filmdi gercekten. Bal gibi bir de yazi olmus ustadim, eline saglik.
o son notu düşmeseydin de,anlaşılıyor bal’ın ne denli etkilediği 🙂
bal gibi olmuş,eline sağlık 🙂
🙂
vay be..
sadece bakmak yetmiyor sanırım görmek lazım ben bu filmi izlediğimde sadece bakmışım sanırım…senaristten ve yönetmenden özür dilerim zira ödül aldığı için şaşırmıştım:)
sadece aşk…acı..çile..ve göz yaşı..ıslandıkça saflaşan..saf olan..katışıksız..sadece kalbinden…Leyla’dan Mevla’ya…Allah aşkı…ve vuslat..