Necip Fazıl’ın Sabır Taşı kitabı üzerine yazılar- 2
Yazar: Rabia Çağlayan
“Şehzade genç kıza iki adım atar, sonra öne doğru yay gibi gergin, kalakalır.
Cariyede hayret. İleriye doğru eğilen küme. Genç kızın gözleri şehzadesinde…”
Bir “aşk”tı… Pencere kenarındaki bir küçük kuşun ümitvâr sözlerini, elleri titreyerek lâkin gönlünü mutmain kılarak, kalbine çizmesiydi genç bir kızın. Dinlediği masalı yaşamak isteyip de yollara dökülüp, Kaf Dağı misali bir saraya varmaya niyetlenmesiydi.
Bir “aşk”tı… Dîvâne bir dervişin dilinden dökülenleri, zihnini sızlatarak ezber etmeye gayret ederek; bir çift kelâmın sihrine inandırmasıydı kendini. Kırk gün kırk gece, nefes bile almayan bir şehzadeyi beklemesiydi. Can yoldaşı olsun dediği cariyeye güvenmesi ve sırrını ifşâ ederek kalbinin iplerini ona teslim etmesiydi.
Bir “aşk”tı… Kırkıncı gün soluklanmak için şehzadenin başucundan ayrılarak ve şehzadenin başında cariyeyi bırakarak ruhunu acıtmaya ilk adımı atmasıydı o genç kızın. Geri döndüğünde, şehzadenin gözlerinde cariyenin varlığını izlemesi, ellerinde cariyenin ellerini görmesiydi. Ve şehzadenin, aslında başında bekleyenin kim olduğunu bilmemesiydi. Zira şehzade açtığında gözlerini, cariye sandı kırk gün kırk gece başında beklediği. Ve şehzadenin sözüydü, kimdi başucundan ayrılmayıp uyanmasını bekleyen; oydu sarayının pây-i tahtı ve oydu kalbinin sultanı…
“Aşk”tı ya bahsi geçen, dilsizlikti burada genç kızın da payına düşen…
Bir “aşk”tı… Kalbinin her kuytusunu dolduran şehzadenin, o cariyeye “eşim” deyip ona sarılmasını seyretmesiydi yanlarında. Ve şehzadenin gözünde, o genç kız sadece kıymetli eşinin cariyesi idi. “Gel” derdi aslı cariye, sûreti sultan olan; gelirdi genç kız… “Git” derdi, giderdi. Daim itaatti elinden gelen her fiili. Hiç çözmedi dilinde saklı kilidi. Cümlelerinin hiçbir harfini, “aşk”ına kurban etmedi. İsyan bilmediği gibi, bir gün olsun “Gerçek şudur!” diye âşikâr kılmadı; şehzade uyurken aslında neler olup bittiğini… Zira kölelikti “aşk”, razı olmaktı kendisine lûtfedilen her hâle… “Aşk” varsa her şeyin olduğuna inanılmalıydı. Oydu çünkü varlığın var olma sebebi. “Aşk”, genç kızın muradına erememesi ve bildiklerini unutup sadece sonradan bildirilenleri söylemesiydi…
Bir “aşk”tı… Yok olmaktı. Şehzadenin mutlu olduğuna şahitlik edince başka hiçbir dileğinin bulunmamasıydı. Sevdiğinin tebessümünün üzerine başka bir hayâl kurmamaktı. Şehzadenin bulunduğu cümlede başka bir harf bile olmaya çalışmamaktı. “Aşk”tı ya, yakardı da yıkardı da… Şair edip söyletirdi, lâl edip sustururdu… Âmâ edip kimseleri göstermez, tâkât verip kimselere yürütmezdi… “Aşk”tı ya hani, bilsen de bildirmez; konuşsan da duyurmazdı…
Bir “aşk”tı… Dervişin bir çift sihirli kelimesiydi. Şehzadenin hacc dönüşü o genç kıza getirdiği hediyesiydi. Sarayın sultanı sandıklarla inci dilerken, genç kızın şehzadeden dileği sadece bir “sabır taşı” idi… Genç kız anlattı, “sabır taşı” dinledi. Genç kız dayandı, “sabır taşı” olduğu gibi kalamadı. Genç kız sabretti, “sabır taşı” çatladı. İşte o, bir “aşk”tı… Genç kız anlatırken derdini taşa, ondaydı şehzadenin de kulağı. Ve artık biliyordu şehzade, sevdiğim deyip kime sarıldığını. Sordu oyunbaz cariyeye; “Nedir istediğin? Kırk katır mı, kırk satır mı?” Ki vermeliydi bunca haksızlığın, bunca samimiyetsizliğin cezasını!
Bir “aşk”tı… Şehzadenin ceza olarak cariyeyi öldürme niyetine, genç kızın “Hayır efendim, öldürmeyin!” diyebilmesiydi. Zira “aşk”tı; kalbin hep seven, hep affeden yanıydı. Ve “aşk”tı, derde karşı söylenen “Yâ Sabır”dı. Ki “aşk”tı; genç kızın şehzadesine bakan gözleri, ona gülümseyen dudaklarıydı. Öncesinde bir kalp ağrısı, bir gönül sızısıyken bir anda genç kızın varlığını mânidâr kılmasıydı…
Bir “aşk”tı… İki kalbin muradıydı. Genç kızın, şehzadesinin ruhunu ellerinde tutması; şehzadenin de, genç kızın rüyasını onun huzuruna sunmasıydı… Kalplerin birbirini mutmain kılması, bir çift elin duaya durmasıydı…
“Aşk”tı, dile kolaydı.
“Aşk”tı, ömrü baştan sona sınamaktı.
“Aşk”tı ve ondan gayrısını yok saymaktı…
Aşktı… aşk olduğu için… sevgi hiçbir kayıtla sınırlanamayacağı için… kalbinin tüm avazıyla atılan çığlıklarının dışa ses geçirmeyen niyetiyle yaşanabilindiği için Aşk’tı…zaten öyle de olmalıydı.
Ne güzel de demişsiniz “Cümlelerinin hiçbir harfini, “aşk”ına kurban etmedi” diye.
Bu çok çok geciken cevabım affola İlknur hanım… Teşekkür ediyorum. Aşka hizmet eden hüzün hep var olsun…