Jim her zaman yaptığı gibi erkenden kalktı ve annesinden izin alarak Pamuk prenses ve prensle kahvaltı yapmaya gitti. Annesi gün içinde kolay izin veriyordu onun ziyaretlerine aslında ama nedense bu sabah izin vermek istememiş ve ‘henüz erken’ diye sayıklayarak uykusuna devam etmişti. Annesinin tavrını düşünerek yol alan Jim yolda güzel ve çirkini sabah koşusu yaparken gördü her zamanki gibi gülüyorlardı ve sevgileri yürüyüşlerine bile yansımıştı sanki… Düşüncelerin nasıl oluştuğunu bilmesi gerekiyordu Jim’in. Böylece hoşlanmadığı düşünceleri aklına getirmemenin yolunu da bulabilirdi belki. Şimdi yine annesinin sabahki tavrı aklına gelmişti ve sinirlenmişti. ‘Erken’ olan neydi?
Neyse ki şatoya varmıştı bunu sonra düşünmeliydi fakat şatoda büyük bir hareketlilik vardı. Hemen prensesi bulup ona bu kargaşayı sormalıydı ve prensesin kapısında dona kaldı.
Prenses: “Benden uzak dur!”
Prens: “Seni sevemiyorum artık. Eskisi gibi değilsin anla…!”
Jim tüm bu duyduklarına inanamıyordu. Prens prensesi sevmi… Hayır, böyle olamaz, yanlış duymuş olmalıydı. En yakın arkadaşı Polyana hep böyle diyordu ve hep iyi düşünüyordu. Sonuçta düşündüğü gibi olmuyor muydu zaten? Tekrar kapıya kaklaştı ve
Prenses: “Senden nefret ediyorum!”
Prens: “…”
Nazenin Prensesimizin ağzından çıkan bu kaba söz ona ait olabilir miydi? Ayrıca ‘nefret’ ne demekti? Kötü bir şey olduğunu ses tonundan anlamıştı ama ne demek olduğunu henüz bilmiyordu Jim. Hemen Polyana’ya gidip durumu anlatmalıydı. Yolda Şeker Kız Kendi’yi, burnu uzamış yalancı fakat tatlı Pinokyo’yu (çünkü yalan söylese bile, bu belli oluyor, böylece kimse yanılmıyordu), Yedi Cüceleri ve daha pek çok kahramanı görmeden gitti. Sanırım gözüne dolan gözyaşlarının buğulu etkisi onu bu hale getirmişti.
Polyana keyifle kahvaltısını yapıyordu ve artık onu görünce daha yakın aynı zamanda daha uzak davranıyordu. Bunu nasıl beceriyordu Jim de anlamıyordu fakat Polyana artık kendisine bu iki zıttı aynı anda hissettiriyordu.
“Neyin var?” dedi Polyana ve Jim her şeyi anlattı. Fakat Polyana’nın yüzündeki kayıtsızlık değişmiyordu. Sonunda Jim’in anlatma isteği yok oldu ve Polyana’ya haykırırcasına avaz avaz bağırdı:
“Annem ve sen yeterince canımı sıkıyorsunuz artık! Erken diye sayıklıyordu bu sabah ve sende, bu kayıtsızlığın, yakınlığın, bir o derece uzaklığın, canım yanıyor görmüyor musunuz?!”
“Jim sakinleş.” dedi o sevimli edasıyla Polyana ve masalların yanlış olduğunu söyledi. Herkesi kandırdıklarını, hatta bazen kendilerini bile kandırdıklarını ve kendi yanlışlarına kendilerinin bile inandıklarını…
Artık duymuyordu daha fazlasını Jim. Kandırmak, yanlış, masal…
Nasıl olabilirdi her şey bu kadar acımasız? En çok da Polyana… Her şey o kadar kötüyken nasıl bu kadar iyi görülebilirdi? Rollerine kendilerini çok fazla kaptırmıştı kahramanlar, bundan mı böyle olmuştu acaba? Daha fazla dayanamıyordu bu olumsuz düşüncelere ve bayılıvermişti.
Uyandığında başucunda annesi ağlıyordu ve kendi yatağındaydı Jim. Annesi gözlerini utanarak saklıyordu ondan. Ve hala aynı kelime ‘henüz erkendi’. Jim her şeyi anlamıştı artık. Görülenin ve görülmeyenin arkasında ki o ince ayırdı yapmıştı. Ve o da her kahraman gibi olmaya karar vermişti, böyle kahramanlar yetiştirmeyeceğine dair kendine söz vererek. İlk başlangıcı annesine yaptı ve “endişelenme, iyiyim” dedi çok kötü olduğu halde. Artık o da samimiyetsiz, o da yanlış, o da iki alanlı olacaktı, böyle planlamıştı. Karnını o sabahtan sonra hep bir şeyler sıkacak olmasına, başına saplanan ağrıların acı gürültüsüne rağmen o da hep taklit edecekti artık. En büyük korkusu yıllar sonra gülümsemesi de kaybolabilir miydi?
NOT: Masalımda anlatmak istediklerimi bu şekilde ifade etmem için bana yol gösteren ablama teşekkürler…
you’re welcome Çırtığım 🙂