Bir niyaz ki ses yok seda yok; bir niyaz ki yalvarma yok yakarma yok; bir niyaz ki arzu yok istical yok; bir niyaz ki! Kalpten geçirilip yâd edilesi…
Soğuk, kendinden emin, buruk ve tok bir adımla ilerlerken altın güle, ona doğru gidildiğinin; zamanın, anın, dakikaların onun sarısıyla aydınlandığının farkında bile olunamadı.
İnce bir yol uzunluğunda ama duvarlarla çevrilmişliğin acısını yaşayan bir mekânda soğuk iliklerine kadar titretirken her şeyiyle zamanı ve gümüşlüğünün verdiği buruklukla ilerlerken gülün açışı parmaktaydı. Duvarlar acıydı, acıyla doluydu belki ama en azından beyaz teninde kırmızımsı bir yanakta olabildiği kadar pembeydi de. Duvarların pembe olmasıydı ana sıcaklık veren ve gümüş bir gülü altın bir gülle karşılaşacak kadar aynı zamana denk getiren. Zamanın o her noktasından içeri ışık saçmasaydı, ışıklar kırmızımsı bir yanakta pembeleşebilir miydi?.. Ve asıl önemli olan o kırmızımsı pembe yanak altınımsı bir siluete bakamasa bile gözleriyle; elleriyle kalplere dokunmadan geçebilir miydi ve yaşanabilir miydi o anlar!
Hayatın muhteşem meşguliyetinden yorulmuştu gümüş gül. Yorulmuştu da kimseye derdini diyememişti. İstememişti de zaten. Gümüşlüğünün soğuk ama bir o kadar da masum ve utangaç yanı onu bir türlü rahat bırakıp da söyletebilir miydi sadece saklı derinlerde cızırdayan, gönüllerin gördüğü sinyalleri! Söyletebilirdi lakin altınlığının ihtişamıyla ortalığı kasıp kavuran, ışığıyla kendini aydınlattığı yetmeyip de etrafındakilere bile fazla gelen altın güle sitemkâr olmaktan; gelinlik bir kızın hafifçe önüne doğru boynunu bükmesi edasında ar ederdi. Çünkü altın güle gümüş gülün sitemkâr olması olabilir şey değildi. Kimse de bunu kabullenemezdi zaten. Nitekim altın gül hep yükseklerdeydi. Hep kraliçelerin, kralların, saraylıların, asillerin ama bir o kadar da bilenlerin elindeydi. Peki ya gümüş gül! O nerelere aitti, o kimlerin ellerinde, kimlerin parmaklarına yüzük olmuştu ya da olabilirdi ancak? Tabi ki sarayda kral ve kraliçelere hizmet edenlerin, tabi ki asillere saygıyla eğilen avamın, tabi ki bilenlere imrenip bilmemişliğinin burukluğunu yaşayan bilmeyenlerin.
Gümüş gül böyleydi ama ne olduğunu da iyi bilir, haddini asla aşmamayı; Leyla’nın Mecnununa ortak olmamayı ya da Kerem’in Aslısına, iyi bilirdi. Çünkü o Mecnunun âşıklığına âşık olsa da ne Mecnun onun hakkı ne de Aslı onun yâri olmadığı gibi altın gülün altınlığının sarısıyla can bulmak da onun nasibi değildi. Gümüş gül ancak altının sarılığıyla, altının gülünün etrafında varlar içinde yok olabilirdi. O kadar ki kalpteki muhabbetin telaşı bile onu sarmamalıydı, o sadece soğuk ve gri gümüşlüğüyle gözlerini altın gülün siluetine değdirmeden öylece yanından geçip gitmeliydi. Nitekim öyle de oldu…
Bir niyaz ki ses yok seda yok
Bir niyaz ki yalvarma yok yakarma yok
Bir niyaz ki arzu yok istical yok
Bir niyaz ki! Kalpten geçirilip yâd edilesi
Niyazın en yüce noktasını, kalpten geçirilip yâd edilesi olması sözü ile çok güzel yakalamış ve ifade etmişsiniz. yüreğinize sağlık.
Estağfirullah Nihan hanım, her birimizin yüreğine sağlık