Yazar: Nihan Ahter
Günün bitkinliği ve akşam yemeğinin verdiği rehavetle kendimi koltuğa bıraktım. Zihni yorgunluğuma deva olur umudu ile radyoma ses verdim. Sunucu, konuğu olan Mario Levi ile “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” adlı kitabını konuşuyordu. Burada ne Mario Levi ne de kitabından bahsedeceğim. Zihni yorgunluğumu dinamikliğe geçiren bir cümle ile derinleşen düşüncelerimi ve benim de problem olarak gördüğüm bir durumu paylaşma hissi ile masamın başına geçtim.
Sunucunun “ İstanbul’da şuralarda çay içilir dediğiniz yerler neresidir?” sorusuna Sayın Mario Levi “ Bu soruya cevap vermeden önce, eğer bir bilgiye sahipsek bu ansiklopedik olmamalıdır, bilginin duygusuna sahip olmalıyız.” dedi ve bu cümle beynim de yankılandı.
Bu cümledeki bilgi gözümde öyle geniş bir alanı kaplıyordu ki sanki içinde kâinat vardı. Hz. Âdem yaratıldıktan sonra eşyanın isimleri ona öğretilerek işte bu kâinatın kapısı açılmıştı. Açılan bu kapı geçen zaman ve çoğalan insan ile genişledikçe genişlemişti. İnsanın akıl etme ve sosyal olma özellikleri bir araya gelince tarımdan ticarete, bilimden ilime, sanattan kültüre, son olarak da günümüzde teknolojik alandaki gelişmelerin getirileri ile beraber bir bilgi yığınının ortaya çıktığı aşikârdır. Fıtratına uygun olarak insan tarihsel zamanı içerisinde bilmekten ve öğrenmekten geri durmamıştır. En başta yaratılıştan gelen merak duygusu ile gerek hayat şartlarını kolaylaştıracak, gerek kendini gerçekleştirecek, gerek varlığının sebebini bulacak her türlü bilgiyi ortaya koymak için gayret göstermiştir. Bu çaba sonucunda da bilgi, geniş bir coğrafyayı kaplayan iklim gibi ya da denize düşen bir damlanın oluşturduğu halkalar gibi zamanın bütün yok edici gücüne direnerek yayılmıştır. Bu yayılmada etken olan insan, kendi varlığına gelince nasıl bir etki altında kalmıştır?
Ona baktığımızda maddi âleminin yanında bir de iç âleminin olduğu söylenir. Bu âlemin ilki için bilginin her çeşidini elde etmek çok da zor gelmez insana. Maddenin ihtiyacı ağırlıklı olarak maddedir; bu maddî olanları da biraz çaba göstererek elde etmek mümkündür. Çünkü içersinde yaşadığımız hayatın bunu gerektirdiğini düşündüğümüz için otomatiğe bağlanmış gibiyiz. Tüm bilgiler güya hazır ve nazırdır bize düşende kullanmaktır. Şartlanılmış bir öğrenme ile robotlaşmış bir hayata sürükleriz kendimizi. Bu halin, iç âlem denen tarafımızı ihmal ettiğimizde kaleyi tamamen ele geçirmesi daha da kolaydır. Bir şair “ En uzun yol, insanın içine giden yoldur.” diyor. Çoğu zaman dünyamızda yer alan bilgileri azık olarak çıkınımıza doldurup da bu yolda yolculuğa çıkmaya cesaretimiz yoktur. Zannederiz ki bu âlem önemli gün ve gecelerde uğranılması gereken bir liman. Düşünmeyiz maddesel dünyamız için gösterdiğimiz ihtimamın burası için de sürekli olması gerektiğini ve kendimizin aslında iki parça değil bir bütün olduğunu.
Bütün olduğunu fark eden insanın, çeşitli şekillerde elde ettiği bilgilerine iç âlem dediği özünü de ortak ettiğinde ansiklopedik ya da faydacı bilginin kölesi olmaktan kendini kurtaracağına inanıyorum. Birçoğumuzun korktuğu için hislerine ket vurduğu ve bu nedenle de yaşamımızda sahip olduğumuz bilgilerin hiçbirini bu yanımız ile yoğurma yürekliliğini gösteremediğimizden dolayı kendimiz de dâhil olmak üzere hiç kimseye bir tesirimiz olmadığı gibi bilgilerde havada asılı kalıyor. Hâlbuki korkularımızı bir kenara bırakıp bilgilerle duyguları, duygularla bilgileri harmanlamayı becersek yaşamlarımız adına daha anlamlı bir hayatın kapısını aralayacağımız düşüncesindeyim. Son olarak küçük bir örnek, Peygamberimizin (sav) “Aranızda selamı yayınız.” sözüne çoğumuz vakıfızdır da kaçımız acaba tanıdıklarımız haricinde tanımadığı bir insana selam verme cesaretini gösterebiliyor. Amerika’ya ilk defa gitmiş bir gazeteciye soruyorlar “En çok dikkatinizi çeken ne idi” diye, “Tanıdık tanımadık herkesin birbirine merhaba demesi ve gülümsemesi” şeklinde yanıtlıyor. Hem bilgiyi hem de peygamberi sahipleniriz de neden acaba Amerikalının yaptığını bizim memlekette yapan için ‘yaa bir hinlik vardır bunda’ diye düşünür ya da ‘deli’ der işin içinden çıkarız. Takdir sizlerin…
Not: Belki merak etmişsinizdir, neden Mario Levi böyle bir soruya bu kadar düşündürücü bir cümle ile başladı. Çünkü İstanbul da öyle meşhur, bilindik bir tane çay bahçesi ismi söylemedi ve ismini saydığı yerler için de “Dinleyici Mario Levi diğer çay bahçelerini bilmiyor mu diye düşünmesin, hepsini biliyorum ama ismini saydığım yerlerin benim için ayrı bir anlamı var.” dedi.
“Bilginin duygusu” yeni bir tabir, eskilerin irfan dediği şey…
Muhteşem bir yeniden keşif bu. İnsanın kendini, bir tanıdığın yanında buluvermesi gibi bir şey. Bilgi kirliliği dediğimiz modern salgının en uygun tedavisi bu: bilgiyi mâl etmek, kendine mâl etmek, içselleştirmek. Belki de dönüştürmek. Herşeyi bilsek ne değişecek? Öğrenmekle değil, uygulamakla bir fayda elde ederiz, gerek dünyevi, gerek uhrevi…
Tespitiniz ve paylaşımınız için çok teşekkür ederim.
İrfan tam da anlatmaya çalıştığım ve kaybettiğimiz özlerimizden bir şey, bu katkınız yazıda eksik kalan bir tarafı tamamladığını görüyorum. Bu anlamlı katkınız için ben teşekkür ederim.
Ayrıca eskiler bilge insanları tarif ederken “ilim ve irfan sahibi” tabirini kullanırlardı, şimdi ise irfan hayatlarımızda can çekişiyor malesef…