Durduğumuz Yerin Tahlili


Ciddi anlamda düşünmemiz lazım: acaba inandığımızı sandığımız şeylerin ne kadar bize ait? Dört elle sarıldığımız, sahiplendigimiz düşünceler birer çağ tortusundan ibaret olabilir. Herhangi bir kavram seçin, zihninizde çok geniş yer kaplayan bir tanesi olsun lütfen, ve düşünün bu kavramın içeriğinin ne kadarını siz bilinçle inşa ettiniz? Ne kadarı doldurma bir takım tabirler ve sloganlara dayanıyor? Ne kadarı sorgulanmamis bir içeriğin yahut sorgusu ancak yüzeysel planda yapılmış bir hakikatin/hakikatsizligin üzerinde duruyor? Ciddi anlamda düşünmemiz lazım.

Amerika’da hür olduğumuzu düşünüyorsak, hürriyet algimizi tekrar gözden geçirmemiz lazım örneğin. Hürriyet bir müslüman için ne ifade eder? Dini vecibeleri yapabilmek, dini rahat anlatabilmek hür olmak mi demektir? Bu, aslında çok net bir şekilde modern bir kavrama, islami bir tanım getirmektir. Kanunlarla hür, geleneklerle tutsak olunmaz. Zira hürriyet, kulun sirklerden arındıkça, ruhun kazandığı bir halettir. Bir ülkeye, bir zamana hür diyemeyiz. Mesela insan, nefsinin güçlendiğini hissediyorsa, hürriyetini de kaybediyor demektir. Bu anlamda, baskı rejimlerinde bile hür, serbestiligin hakim olduğu ülkelerde bile köle olmak mümkün.

Algılarımızı genellemelerle, kulaktan dolma bilgilerle ve abur cubur inançlarla doldurmakla meşgulüz. Ciddi anlamda düşünmemiz lazım, acaba var ettiğimiz dünya, gerçekten bize mi ait? Yoksa çevremize kurduğumuz bu duvarların ustaları, zaten bunları bizim yaptığımızı düşünmemizi mi istiyor? Komplo teorisi değil, basit bir felsefi yaklaşım, sosyolojik bir fenomenle sunulduğunda bahsettiğim durum kendiliğinden ortaya çıkar.

Yada barışı düşünelim mesela. Savaşa lanet etmekle, barışı kutsamakla aslında kimin adına ne söylemiş oluyoruz bir düşünelim. Önceliği barışa mi, adalete mi veriyoruz? İzzetle ölümü, zilletle yaşamaya tercih edemiyorsak, dünyada ancak vahiyle sağlanabilecek adaletin tesisi için gözümüzü karartamiyorsak, bilin ki barış dediğimiz şey, var olan dünya düzeninin devamından başka birşey değildir. Barış yapmadığı için tarihtekileri suclayamayi tekrar düşünmemiz lazım bunun için; acaba onlar hakkın peşindeydi de biz halimizden memnun olmanın rahatlığı içinde mi yapıyoruz bu yorumları? Tarihi bilmediğimiz için anlamıyor, anlamadığımız için bilmeyi reddediyoruz. Aynı yanılgıyla, tarihten sevdiklerimizi bugüne getiriyor, modern bir figur, bir kahraman olarak yeniden kurguluyoruz. Bunu yapamadıklarımızıysa yargılıyor, suçlu ilan ediyoruz. Bir daha düşünmeliyiz: bunu yaparken hareket ettiğimiz doğruluk değeri nedir?

Kavramlardan habersizliğimiz, dünyayı tanımaktan uzak oluşumuz, tarihi ve insanlığı bilmeyisimiz ve en önemlisi tembelligimiz bizi kolaya kaçmaya yani soru sormaya değil, cevap bulmaya zorluyor. Hazır ve paketlenmiş sorulara, yine paketlenmiş cevapların peşine düşüyoruz. Bulduğumuz cevaplar susluyse, bizi tatmin ediyorsa, tembelligimiz koyulaşıyor; dinlemiyoruz, okumuyoruz, soru sormayı bırakıyoruz. Zaten icat edilmiş kavramlarla, zaten hazırlanmış cevapları buluyor, zaten dünyanın olmamız gereken yerinde oluyoruz. İçininin neyle dolu olduğunu bilmediğimiz kavramlarla, düşüncelerle, tam da modern çağın bizden istediğini, yeni bir biz’i inşa etmeye kalkıyoruz. Halbuki egri cetvelden dogru cizgi cikmaz.

Ferasetimiz tıkanmış basiretimiz bağlanmış gibi sorularımızın ve sorunlarımızın kimden geldiğine, neyden kaynaklandığına bakmadan cevap vermekle, yani işin en basit ve belki de su an için en gereksiz kısmı ile uğraşıyoruz. Kolaya kaçıyor, tembellik ediyoruz. Halbuki, once soru sormasını öğrenmemiz, sonra da kendimizle ilgili en can alıcı soruyu sormamız lazım.

10 comments

  • gürbüz hocamızın dediği gibi, sadece ne söylendiği değil; kimin söylediği de önemlidir. ama bu önemlilik sadece “dikkate almak” manasında olmalı diye düşünüyorum. yoksa sırf a şahsının söylemi olmasından ötürü b önermesini reddetmek bağnazlık olur.

    hakikat konusunda insan ne kadar kendisine güvenerek konuşabilir bilmiyorum. hakikatin bizden bağımsız olduğunda şüphem yok. biz neyiz ki! öte yandan hakikate dokunma konusunda imkanlarımız olduğuna da inanıyorum. bu dokunuşlar, içeriklere dair tenkit imkanını ortaya çıkarmaktadır. ama bu tenkitler bir neticeye varıyor mu bilemiyorum. bu bir süreç herhalde…

    barışa gelirsek… mutlak savaş ya da mutlak barış diye bir şeye inanmıyorum. yeri gelir savaşmak söz konusu olur, yeri gelir barışmak… hem de hiç olmayacağına kanaat getirdiğimiz zamanlarda (hudeybiye barışını ve verilen tepkileri düşünün) ama her şey bir tarafa bu iki kavramı teoride tartışmak bugün için çok bir şey ifade etmiyor. zira bence bugün yaşadığımız dünyayı savaştan ziyade “fitne” kavramı ile karşılamak daha doğru olur. ve kuranın ifadesiyle “fitne” “katl” den daha şedîddir. mesele fitneyi kesip safları netleştirmek. saflar ortaya çıkarsa hakikat de tebellür edecektir.

  • Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Yazın biraz muğlâk. Mesela dediğinde, biz diye bahsettiğin şey, kaba hatlarla çizilmiş bir karikatür. özgürlük meselesini Dreyfus olayıyla Emile Zola’nın adaleti tartıştığı gibi bir örnekten yola çıkarak açıklasan yazın kendi adıma daha açık olacak.
    Modern kültürün dayattığı şey aslında biz değil ben olduğunun da farkında olarak bir müslüman tiplemesi çizmek gerekmez mi, çoğumuz da bu minvalde ilerliyor. Said Nursi’nin bir lafı var: Herkes özgür oldu yine de herkes abdullahtır. Özgürlük tanımı bundan maada, yaratan-insan merkezli değil insan-insan merkezli incelenmesi gerekmiyor mu? Bu yönden köleliği tasvip eder cümleler kurman o zamanın sosyo ekonomik bağlamına göndermeyse amenna ama özgürlük açısından kabul edilebilir gibi bir şey değil, çünkü kapitalizmle ve diğer izmlerle de köle olunuyor ve bizim karşı çıktığımız noktalar da bunlar. köle hazır verilmiş hareket etme kabiliyeti kısıtlanandır, buna düşünceyi de katabiliriz.

    Entelektüel kaygılarında haklısın. Bir sistem oluşturmadan hazırlop cevaplarla çözümler aramaya çalışmak elbette komik ve elbette akılsızca (başkalarının aklıyla akıllı olunmaz.), kavramların işlenişinde biz nasıl başkalarından etkileniyorsak, başkaları da bizden etkileniyor. Dili etkin olan; düşünce üretenlerin, geçmişle kıyas edilemeyecek düzeyde bir haberleşme ağının sağladıkları\zararları etkilenme süresini azami derecede küçültüyor.
    Sinirlerin impulsları sürekli gelen etkiye, eşik değerinin üzerinde veya altında, aynı tepkiyi veriyormuş. Enformatik yönden bir bombardıman var, gözlerimiz neler görmedi ki; insanların ölmesi, dinimize hakaret edilmesi, haksızlığa uğramak, “yalanlar o kadar çok ve o kadar ince işlenmiş”, beyne giden uyarıcılar ancak alınıp aynı muameleyi görmekle malul hale geliyor. Yani yalana, ölüme, haksızlığa, hakarete aynı tepkiyle yani tepkisizlikle cevap vermeye başlıyoruz. Anlatacağım düşüncelerimizde farklı bir izlek oluşturabilecek bir etkiyi göremiyoruz, düşünemiyoruz. Sadece doğaya ya da Kutsal Kitaba baktığımızda onu nasıl doğrudan değil de çevresinde dolanıp anlayabiliriz farklı yorumlayabilirizindeyiz, doğayı ve kutsal kitabı anlamakta da önümüzde engeller var, kafamıza durmadan yağdırılan görsel ya da işitsel bilgi sonucu oluşan imgelem düşüncelerimizde bir kara delik yaratıyor,asıl yoldan böylelikle ayrılıyoruz.
    Bu eleştri eğer anlaşılmazsa ve bir şey ifade etmiyorsa kafamda oluşa imgelemin karadeliğinden ve etki tepkidendir derim. Neyse kafamın mandalını çevirip dışarda manzaraya bakacam, insani olmayan huzura. hörmetler 😉

  • zihnimizde geniş yer kaplayan çoğu kavramın içeriğinin bizim tarafımızdan doldurulmadığına katılıyorum ancak bu biraz da zorunlu olarak kendisini bize dayatıyor. mesela kavramların bir çoğu binlerce, milyonlarca yıllık iken bizim zihnimizin yaşı ve sınırı bir bakıma ona göre çok daha geri düzeyde. bunu bişeyler katamayacağımıza yönelik söylemiyorum, evet insan bu kavramlara bişeyler katabilir ancak daha ziyade bu ilişkinin ruhsal bir tecrübeye bağlı olduğunu düşünüyorum. kısacası kavramları dile getirdiğimizde ister istemez basmakalıp söylenen ifadelere göre şekilleniyor. bu zorunlu bir şey değil, aşılabilir bir şey ama her kavramın içimizde ne kadar yer ettiğine bağlı bişey:)

    hürriyet konusunda büyük ölçüde sana katılıyorum, bu daha ziyade kanunların sınırıyla değil ruhumuzun, bilincimizin olgunluğuyla alakalı bir şey. kölelik meselesinde halim’in aksine köleliği tasvip ettiğine dair bir yorum çıkaramadım yazından:) ancak bence şunu da vurgulamak gerek; kölelik ve hürriyet aynı zamanda kanunların sınırlarıyla da bi ölçüde belirlenen bir şeydir. mesela hrant dink’in düşünceleri gayet makul olmasına rağmen devlet bunu bir suç olarak kabul etti, bunun yanında bu kanunların zihniyetiyle yetişen bir hayvanlar topluluğu onun hakkında linç kampanyası başlattılar ve de onun en insani haklarını kısıtladılar. buraya kadar hrant yine de düşüncelerimden dolayı ölmeye hazırım deyip özgürlüğünün sınırlarını korumaya çalıştı, ancak tehditler onun ailesine yöneldiği anda onun kendi hürriyetinin pek bi anlamı kalmadı ve asıl o zaman korkmaya başladı. bu örneği vermemin temel sebebi kanunların ne ölçüde önemli olduğunu ifade etmek içindi, yazında bunun biraz geri plana atıldığını düşünüyorum.

    ‘acaba var ettiğimiz dünya gerçekten bize mi ait?’ diye soruyorsun ancak hemen akabinde bu var ettiğimz dünyamızı sosyolojiyle sınırlama yoluna gidiyorsun. bence sosyal bir varlık olmak zorunda olduğumuza göre dış dünyayla ilişkin dünyamız büyük ölçüde bize ait değil ancak bunu mümkün olduğunca kendi içsel dünyamızla yorumlama yoluna gidebiliriz. bu daha ziyade araçları nasıl kullandığımızla ilgili bişey.

    adalet-barış-savaş kavramları üzerinden giderek haklı olarak asıl değeri adalete veriyorsun. bunda benim kendi düşünceme göre bi sorun yok ancak adalet daha ziyade barışla alakalı birşeyken bunu savaşa yaklaştırmışsın gibi. savaş ancak barışın adaletle yapılmadığı zamanlarda veyahut aklını kaybetmiş bir topluluğun zalimce bir hazla saldırmasıyla başlayan birşey. modern dönemde barışı bir ölçüde zayıflıkla nitelemişsin ancak şu kaç asırdır doğru dürüst bir barış yok sürekli büyük savaşlar var. bunun yanında afganistanın sovyetlerle savaşında, ırak’ın iran’a savaş açmasının arka planında nelerin yattığını bugün görebildiğimize göre savaşların hiç de masum olmadığını da farkedebiliyoruz. barış yapmadığı için tarihtekileri suçlamamızı tekrar düşünmemz gerekir diyorsun ama bence bu da bir tür kutsiyet atfetmek demektir ve de savaş ve barışların dini olmaktan ziyade siyasi ve de ekonomik kaygılarla ortaya çıktığını gözardı etmektir. hadi’nin hudeybiye’yi örnek vermesi gayet yerinde bence, herkesin karşı çıktığı barışın nasıl da güzel neticelerinin olduğu bi sene gibi kısa sürede ortaya çıkması bunu gösteriyor. bugün eğer ülkemizde bir barış olmuyorsa savaşa atfedilen kutsiyet (şehitlik-gazilik-peygamber ocağı gibi kavramlar bunun yansıması bence)ten dolayıdır. bunu senin böyle bir düşüncede olduğunu söylemek için söylemiyorum ama yazındaki bazı belirsizlikler ve atıflar böyle yorumlara kapı aralıyor bence:)

    eline sağlık yasinim 🙂

  • Uzunca bir menzilden dönüp dolaşıp gelen sorular. Balık avlamaktan ziyade, belki sırf balık avlamak gibi bir niyetle, ama suyun biraz daha bulanmasını neticelendiren bir tahlil.

    Elbette ki modern kavramlar üzerinden düşüneceğiz. İçine doğduğumuz alem bu bizim.

    Ta ki başka âleme ait olduğumuzu bilene değin.

    Farkına varılan sorunlar çözülmeye başlamıştır. Ama bu yapılan, çok derinlerdeki bir yaranın, cilt üzerinden merhemle üzerinin kapatılmasına benzer bir gayret. Kavramlar, evet, “modern”, “iğreti”, bizi ifadeden uzak. Lakin teker teker kavramlarla uğraşmak göle mayalanan bir bakraç yoğurt kadar muvaffak olabilir. O gölün özünde sütlük istidadı yoksa, dilediğiniz kadar yoğurt çalınız, en ziyade ayran olacaktır!

    Kavramları tartışmanın elzem olmadığından hareketle, isteksizim. Fakat “İslamileştirme” kavramı üzerinde durayım; dünyadaki kavramları alıp tek tek ulvi ve İslami muhtevalarla revize etmek özünde “tepkisel” bir şey, gücünü yine başka yerden alan, başkasının sırtında sporla çoğalan mantarlar misali. Yahut başkasının analiz ve parçalanmasıyla hayat bulan çürükçül bakteriler misali. Entelektüel bir çaba olarak görülebilir, neticede tepkisel yapısı değişmeyecektir.

    Kişiye düşen, zihniyet inkılabı yapmak olsa gerek. Modern zihniyeti “dünyevilik, taparcasına dünyevilik” olarak tanımlasak, lazım gelen cerrahi müdahale “ahireti yaşamak” olsa gerek. (Bknz: Bakara, 2/4) Ahirete inanmıyor günümüz müslümanı.
    Oysa inanmak demek, yaşamak demek.

    İmanı hayata dönüştüren kişi, kendi kavramlarını “doğurur.”

  • Uzunca bir yaziyi okuyup nispeten daha uzun yorumlari da ardalayinca, farkina vardim ki, temel sorunlar, “modernizm”, “kavramlar”, ve “ilahiyat” ekseninde donup dolasiyor. Bu zaten cetrefilli olan konular uzerine tek bir yazida kapsayici fikir belirtmek elbette zor. Ancak acizane, bir deneme sunayim.
    Oncelikle inanc noktasindan baslamak gerekiyor gibi geliyor. Ancak her seyden once birey oldugumuzu, bir birey olarak dis etkilerden istesek de istemesek de etkilendigimizi kabul ederek, yaziyi daha sekuler bir bakis acisiyla yazmaya calisacagimi belirtmek isterim (bu algiyi da modernitenin bir sonucu olarak da gorebiliriz, yasadigimiz cevreden edindigimiz izlenimlerin getirdigi bir bakis acisi olarak da). Klasik “Birey toplum icersinde dogar, yasar, ve olur” cumlesini bircogumuz ilk-orta okul siralarinda sacma sapan komposizyon odevlerinde kullanmisizdir. Bu, ogrenilen bir bilgi degil, tecrube edilen ve boylece o minik beyinlerden suzulen bir cumledir. Yani, dogmak, yasamak, olmek uclusu her canlinin tecrube ettigi uc kavramdir. Bu kavramlari anlamdirma noktasinda, her birinin nihai amaci “insanlarin mutlulugu” olan dinler, siyasi-felsefi akimlar ve dusunceler ortaya cikmistir, ve hala da (dinler de dahil olmak uzere) cikmaya devam etmektedir.
    Nedir ortak pyadasi bu sistemlerin: “mutluluk”. Ister dunyevi, isterse inanan icin uhrevi olsun, nihai amac mutluluktur. Kapitalizm, bu mutlulugu parada gorur, inanan Tanri’da gorur, sosyalist, komunist, modernist kendi degerlerinde gorur. Ancak tartisilan kisim, “hurriyet” kavramidir. Ve “hurriyet” kavrami Islami gelenekte dahi tartisilmistir. Ancak bu “hurriyet” kavraminin icerigi bir sekilde farklilik arz eder. Sekuler anlayista “hurriyet” kavraminin yoklugu “kolelik”i dogurur. Inanc sistemlerinde “kul”lugu. Bu perspektiften dahi baktigimizda yasadigimiz dunya ile inandigimiz dunyanin ayni kavramlari ve dahi gereksinimleri farkli sonuclari doguruyor. Bilmiyorum var midir, her hangi bir inanc sistemi olsun ki, tum insanlar tarafindan ayni sekilde anlasilip ayni sekilde yorumlansin. Yani, “Islam” denildiginde “hangi Islam” sorusunu sormadan ya da bunu anlatmadan konusabilir miyiz? Rituellerini ard arda siralamak, 5’e indirip bunlari uygulamak bireyi Musluman yapar mi? Ya da inanmak midir sadece Musluman olmak? Ve tabii ki, neye inanmak?
    Kuran’dan ayetlerle referansa girmeyecegim. Dedigim gibi sekuler bir anlayisla yazmaya calsiyorum (ne kadar basarabildigimi yorumlariniza birakiyorum). Ancak, bugun moderniteyi (bazilarina gore de “post-modernite”yi) yasiyoruz. Dayatildgimizi iddia edenler, buna karsi cikmamiz gerektigini savunanlar muhakkak olacaktir, olmalidir. Lakin alternatif bir duzen, sistem sunan var mi? Evet, “dogru soru”yu sormak lazim, ama kimin dogru sorusunu? Bu carkin kaymagini yiyenlerden baska herkes “modernite”ye kufur etmekte (bizzat ben de). Peki nedir modernite? Islam’in modernite ile alip veremedigi nedir? Nicin “modernite” Islami perspektiften “kotu” olsun, ya da “iyi”? “Para kazanmak”, “kavramlari sorgulamak”, “kendini sorgulamak”, “kendini bir gruba aidiyet atfetmek”, “toplumlari degistirmek”, “belli bir hedefe, amaca kanalize etmek”, “bireyi her seyden degerli kilmak”… Kimin argumanlari bunlar? Bunlari doguran, ortaya cikaran modernite mi? Sanki “evet”…
    Butun bunlar Hz. Muhammed’den beri/sonra, “Islami” sifatiyla Muslumanlar arasinda ortaya cikmamis degerler midir? Peki, modernitenin ortaya cikisi? Protestanligin, hadi biraz daha yaklastiralim, Fransiz Ihtilali’nin sonucu olarak ortaya ciktigi kabul edelim (yani kabaca 16-18 yy’lar arasi)… Peki Hilafet kavgalari kabile aidiyeti uzerine degil miydi? “Insanin hurriyeti” sorgusu mezhepleri ekolleri ortaya cikarmadi mi? Ya da Islam basli basina “ummet projesi” degil miydi? Ve insan yer yuzunun “halife”si degil mi?
    Sonuc mu? Evet, durdugumuzun yerin tahlilini yapmak onemli… Kim olarak? Ne olarak? Merak ediyorum, kac farkli “Tanri var” inanilan… Kac Musluman ayni “Allah”a inaniyor? Kavramlarin adinin ne oldugu sanki onemli degilmis gibi geliyor bana… “Bireysel” sancilar cekiyoruz, “bireysel” evrimler geciriyoruz, tipki, bizden oncekilerin tecrube ettigi… Sadece isimler degisiyor. Kim gucluyse ismini o koyuyor… Her yasadigimiz an, yeni bir moderniteyi doguruyor, “iyi” ya da “kotu”… Neye inaniyorsak, onun “iyi”sini yasamaya, yasatmaya, ve kurmaya calisiyoruz, calisacagiz… Bu yuzden tahlillerimiz ayni sonucu vermeyecek… Ayni dogruyu gostermeyecek…
    Vesselam…

  • Ilginiz ve ayirdiginiz uzun vakitler icin ayri ayri tesekkur ederim.

    Yaziya yapilan yorumlarda uc baslik one cikiyor; ozgurluk, kavramlar ve baris meselesi.

    Ozgurluk konusunda insan-insan merkezli ozgurlugu inkar ediyor degilim. Ancak bir mu’minin bunu hayatinin merkezine almasini yadirgarim. Imam-i Azam bu anlamdaki ozgurlugunu kaybetti ama bence zindanda hur olarak sehit oldu. Karsiligini ahirette alacaktir.

    Ferhat kanunlar konusunda hakli, yalniz bu kanunlara belli ic tutsakliklarimizdan dolayi karsi cikmadik zamaninda. Bu durumda yine kendi kendimizi hapsetmis olmuyor muyuz?

    Baris konusunda Hadi’nin katkisi cok yerinde oldu. Yazimin cercevesini genisletti. Ama sunu yine eklemek gerekir ki baris, tek basina bir deger degildir. Ne icin kullanildigina bakmak lazim.

    Gecmisi kutsadigima dair bir izlenim ciktiysa duzelteyim, ben yalnizca gecmisteki savas baris ayriminin netligine imreniyorum. Ustelik insanligin savassiz gecirdigi zamanlar da ne kadar azdir. Bugun de savassizlik bir spekulasyondur yalniz. Bakiniz ABD baris’i kullanarak dunyaya savas acmis durumda. Ben barisa karsi degilim elbette, ama kutsanmasina karsiyim.

    Ferhat var ettigimiz dunya ile ilgili aciklamami, sosyolojinin icinde hapsoldugu icin elestirmis. Hakli da. Bu sekilde dusunmuyor olmama ragmen, ifadelerim boyle bir anlam vermis. Oraya bir duzeltme yahut aciklama gerekiyor.

    Modern kavramlarla dusunuyoruz, cunku Emir’in dedigi gibi bu dunyada yasiyoruz. Ama bu, kavramlara elestirel yaklasmamiza engel degil. Modernite en buyuk devrimini kavramlarin iceriginde yapmistir. Bu durumda isin nerden baslayacagi da bellidir.

    Yalniz Emir’in sonuc kismina tumuyle katiliyorum. Kavramlarla ugrasmak netligi ortadan kaldirir her zaman. Bize paradigma/zihniyet inkilabi lazimdir. Ama bunun icin de temel kavramlari sorgulamak gerekliligini gozden kacirmayalim.

    Yorum ve katkilariniz icin tekrar tesekkur ederim.

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s