‘Bir’e muhabbetle başladı her şey. Kabil Habil’i öldürdü de Adem isyan etmedi bu muhabbetin hatırına; Nuh’un oğlu gemiye binmedi de Nuh sesini çıkarmadı bu muhabbet için; Yusuf zulmü de zindanı da gördü de yine de bu muhabbet için sustu; Musa yıllarca çölde dolaştı da yetti demedi bu muhabbet uğruna; İbrahim ateşin ortasına bu muhabbetin hatırına düştü; İsmail bıçağın altına bu muhabbet için yattı sessiz sedasız ve Muhammed bu muhabbet uğruna terk-i diyar etti toprağını…Susamayanlar da vardı. Hallac ene’l-hak dedi, Mevlana hamdım, piştim, yandım dedi… Öyle idi ki hiç biri diğerinin aynı değildi, çünkü muhabbetin en yücesi idi bunlar ve zamanla sınırlı değil zamanları aşandı. Eşref-i mahlukatın halinde, dilinde tecelli etti muhabbet ve vaad edilen süre dolana kadar da tecellisine devam edecekti.
Muhabbet şeklini değiştirmiş görünse de tarihten tarihlere taşması değişmedi. Mecnun Leyla da, Ferhat Şirin de, Kerem Aslı da aradı muhabbeti. Fuzuli kasidelerinde dillendirdi. Yunus Taptuk’un kapısında buldu da, ilahilerinde coştu muhabbeti ile… Kimi zaman bitmeyen bir çile, devasız dert, düşen bir kor oldu muhabbet. Kimi zamanda bir şahlanış, meydan okuyuş, göze alınan bir hayat, hayata can veren nefes oldu. Bunca muhabbet de ortak bir şey vardı; bir ateş, bir kor, bir nar, bir od, bir alev; tutuşunca deli fişek gibi oradan oraya seken, dağların arasından kopup gelen ve kendini kayadan kayaya vurarak çağlayan su gibi akan, yer gök dinlemeden ne var ise önüne katarak sürükleyen bir rüzgar gibi esen bir hali vardı bu muhabbetin. Muhabbet bedende gönle düşmüştü de tüm doğa olaylarının en şiddetlisi de sanki bu gönlü kendine adres seçmişti.
Ah eski muhabbet! Bende ki bu geçmişe özlem hiç bitmeyecek galiba. Neden mi? Çünkü seninde sahten çıktı. Fani muhabbetlerimiz arttı da gönüllere düşen aslını masal niyetine okuduk. Kendimizde gafilliğimize, perişanlığımıza, acizliğimize; sende de aslına bakmadan her gönle düşeni muhabbet zannettik de ‘Bir’in değil, çoğun peşinden koşar olduk. ‘Bir’e her şey adanabilirdi de bu kadar çoğa o her şey yeter miydi?
Bu nokta çaresizliğin sonu idi ve çaresizliğin çaresi olur diye el kaleme gitti, tıpkı sana gönülden giden bir yol gibi… Gönül sana gitti… Sana giden gönül ‘Bir’in muhabbetine, ateşe, aşka düştü… Yandı kavruldu da yürek kendini bulacak, avutacak yer aradı senin hasretinden… Sonra kalem ve beyaz sayfaları buldu… Anladı ki sana yapacağı her münacat burada gerçekleşebilirdi. Kalem ve beyaz sayfalar ateşe su oldular biraz da olsa… Bu nasıl bir suydu kendisine yol aradı ateşin adresi gönle ulaşmak için… Gözleri seçti kendine, akan damlalar suyun yolu oldu gönlün ateşine… Sönmek istedi yanan ateş gelen sel ile… Ama yetmedi gelen sular ateşe, volkan oldu ateş sularla birlikte… Nerede görülmüştü ateş su ile alevlenirdi… Ama bilmedi ki ateş de gözden gelen yaş da aynı şey içindi…Neden aynı olunca sonuçlar farklı görünse de aynı kapıya varıyordu… Sana, ‘Bir’e… Kalem, beyaz sayfalar, gözden gelen yaş, ve gönüldeki ateş… Hepsi senin içindi ve hepsi sende… Seninle birlikte ne muhabbetlerin hamallığını yaptı küfe, senin için topladıklarıyla… Kazanç aslında çok önemli değildi ve en önemlisi, bir çocuğun masumiyeti ile boynu bükerek, dudakta o masumiyetin tebessümü ile “senin için” diyebilmekti…Senin için…
Kim bilir belki bu deyiş bir muhabbetle başlayan her şeyi yeni bir renge büründürecekti de asıl kazanan bu deyişi başarıp bu renge bürünenler olacaktı… ‘Bir’in muhabbetinin aşk ile gönüllere bir bir düşmesi duası ile…
suyun ateşe yetmemesi ve dahi alevlenmesi deyince aklıma bir kerkük türküsü geldi. aynen şöyle der türküde:
Baba bugün dağlar yeşil boyandı
Kim yattı kim uyandı
Gözlerim ağam, kalbime ateş düştü
İçinde yâr da yandı
Gözlerim ağam, su serptim ateş sönsün
Serptiğim su da yandı