“Yalan ile iman bir arada olmaz.” Büyüklerimden duymuşumdur bu sözü. Halk irfanından süzülüp gelen cümlelerden biridir. Hepsine güvendiğim gibi buna da güvenmiştim; ama ne yalan söyleyeyim, “yalan” ile “iman” arasındaki bu ilişkiyi, tatmin edecek şekilde açıklayamamıştım. Sonraları bir açıklama buldum. Karşımda duran kapı kibre açılıyordu.
Kibirlilerin en büyük marifeti (!), etraflarındaki her şeyi kendilerine göre ayarlayabilmektir. Her şey onların inançlarına göre şekillenmek zorundaymış gibi, müdahil olurlar her şeye. Mihenk taşı, onların düşünceleri ve sözleridir. Gördükleri ve duyduklarıyla zihinlerinde bulunan şeyler mutabık olmalıdır. Aksi halde yaşam çekilmez olur onlar için. Basit bir örnek vereyim. Bir kalbi olanların kendisinden çok şey öğrendiği Küçük Prens vardır, Saint-Exupery’nin. Küçük Prens’in ziyaret ettiği asteroitlerin ilkinde bir kral vardır. Etrafındakileri hep “hükmedilecek varlıklar” olarak gören krallardan biri sadece. Kral, kürküyle her tarafı kapladığı için bizim Küçük Prens ayakta kalır ve az sonra yorulduğu için esneyiverir. Kral, bu hareketinin ahlak yasalarına aykırı olduğunu söyler ve huzurunda esnemesini yasaklar. Küçük Prens çok yorgun olduğunu söyleyince kral, “o halde esnemeni emrediyorum” diye karşılık verir. Küçük Prens bunun elinde olmadığını, her istediğinde esneyemeyeceğini söyleyince de, “öyleyse emrediyorum ki bazen esne, bazen de…” şeklinde bir emir daha alır. Ve bu sohbet, etrafındakileri kendine uydurmaya çalışan kralın emirleriyle sürüp gider. Buyurun size kibir… Eğer etrafındakiler onların istedikleri gibi olmazsa sıkıntı yaşarlar bu insanlar. Bu sebeple emir kipi, kibirlilerin çok kullandığı bir alettir. Siz su içmek istediğinizi söylersiniz, “o halde su iç” cevabı alırsınız. “Tamam daha içmeyeceğim” dediğinizde ise “fazla içme” yasağıyla/olumsuz emriyle karşılaşırsınız.
Etrafındakileri kendilerine uyduramayacağını anlayanlar ise iki yoldan birini seçerler. Ya “uygunsuz gerçeğin” içine hiç girmezler ya da “uygunsuz gerçeği” uygunmuş gibi gösterirler. Esas üzerinde durmak istediğim ikinci yol olmakla birlikte, birinci yol hakkında bir şeyler söylemeden geçemeyeceğim. Bu birinci yolu tutanları kısaca, fildişi kulelerde oturanlar olarak görebiliriz. Bunlar toplumun içine girmezler; çünkü orada uygunsuz olan ile karşılaşacaklarını bilirler. Uygunsuzluk tabi ki onların zehâbıncadır aslında. Her şeyin ölçüsü kendileri olduğu için yetkinin başkasına devredildiği ikili, üçlü, dörtlü… ilişkilerden haz etmezler. Kendilerine aşıktır onlar. Kendilerini güya koruma altına alırlar, başkalarından geleceğini kesin olarak bildikleri şerlerden. Zira hayrın ve şerrin ölçüsü onlar, hayrın ve şerrin nereden geleceğini tayin eden onlardır. Nasıl bir kibirle şişmiştir bu suret ki şiştikçe ve şişindikçe başkasına yer bırakmamaktadır. Halbuki İslam düşüncesine göre hayrın ve (ancak bize nispetle) şerrin kaynağı Allah’tır. O’ndan gelenin sadece hayır olduğunu anlayan ve “olanda hayır vardır” diyenler karşılarına çıkacak varlıktan çekinmezler. Onlar rıza lokmasını yutmuş, gelene de gidene de razı olmuşlardır. O yüzden terki terk etmiş, encümen içinde halvete girmişlerdir.
Gelelim ikinci yolu seçenlere… Bunlar uygunsuz zannettikleri gerçeği, uygun hale getirmek için dönüştürmeye çalışırlar. Olmayanı oldurmak, olanı oldurmamak sanatını icra ederler. Dünyanın en kolay yalan söyleyenleri bu insanlardır. Kendilerine uymayan bir gerçekle mi karşılaştılar, hemen o gerçeği kendilerine uygun hale getirirler önce kendilerini, sonra başkalarını kandırarak. Yalan söyleyen, bu yüzden önce kendine yalan söyler. Kendileri çalıp kendileri söylerler ve enstrümanları yalandır. Perdesiz, perdeli, klasik, kabak ve saire gibi türleri vardır bu enstrümanların. Her ortama göre ayrı birini kullanırlar. Yalan söylemek, onlar için gerçeği uygun hale getirmek demektir. Görmek istedikleri neyse onu var kılarlar zihinlerinde. Beş değil on ise zihinlerindeki, gerçeğin on olduğuna inandırırlar kendilerini. İşin garip bir noktası da tam burada yatıyor. Sorsanız onlara “yalan değil mi bu” diye, kendilerini gerçek olduğuna inandırdıkları için yalan olduğunu da kabul etmezler. Yalanlarını bile gerçek yapan kibirli insanlardır onlar.
Yalan kibirden nâşi olduğundan, iman ile bir arada bulunamıyordu. İrfan sahipleri ise biliyorlardı iman etmenin teslim olmak olduğunu ve teslim olmaya engel bir şey varsa bunun kibirden başka bir şey olmadığını.
kim kimin kibirli olduğuna karar veriyor peki?
bu değerlendirmeyi yapan da aynı kibre sahip olamaz mı? tarafsızlığın tarafı olmak dediğim buydu işte.
doğru, bana kalırsa da her açıklama girişimi bir “ben”lik hatırlaması ve dışavurumudur. yalnız insan bundan yaşadığı sürece kurtulabilcek bir varlık değil. gaye olabildiğince “olmamak” gibi bir şey 🙂
yalan ile iman bir arada bulunmaz sözünü bende cok duydum acıklama için teşekkürler
😀
Bence bu anlattıklarınızın kibir dışında da açıklamaları olmalı. Kibir de bir etken folabilir fakat bütün bu anlattıklarınızın tek açıklaması kibir olabilir mi? bence değil.
Çok sert şeyler söylemişsiniz. Bu aralar bir kibir tututurmuşsunuz gidiyor hayırdır inş hocam.
elbette başka sebepler de var. hatta biz buna sadece sebep demeyelim etkenler diyelim (sebep, şart, maniler ve saire). ancak uzak sebep-yakın sebep ayırımı üzerinden düşünecek olursak bana kalırsa yalanın en uzak sebebi kibirdir. (bu arada, uzak sebep demek sebeplilik zincirinin götürülebileceği en son halka demektir.)
sertten ziyade “köşeli” tabirini tercih ederim. zira düşünmek, biraz köşeli olmayı gerektiriyor 🙂
olanda hayır vardır…
kibrin söz konusu olduğu yerde benim gibi burnunun büyüklüğü ile nam salmış birnin yazması ne kadar doğru olur bilinmez amma yazalım da perdesiz miyiz, yaylı mı, mızraplı mı çıksın ortaya bari .)
uzak ve ilk sebep olarak kibrin tespiti isabetli görnüyor, tek olmasa da diğer sebepleri de tetikleyen etken sebeplerden..benim zihinmi meşgul eden, ötekine tahammül edemeyen, çevresini kendi zihnine göre şekillnedirmeye gayret eden insanın bu şekilde hareket etmesini de aynı şekilde temelde kibre bağlamalıyız sorusu. en azından -farkında olmasa bile- bu durumda merkeze kendimizi aldığımızı düşünürsek evet demek mümkün görünüyor. Ama şurası kesinki, ötekine tahammül konusunda pek cimriyiz ve her şeyi kendimizce şekillendirmeye, kendi zihminizdeki tasavvura uyacak biçimde şekillendirmeye, dönüştürmeye çalışıyoruz..
şairin dediği gibi;
insanlar,
hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır..
estağfirullah abi. varlığın her zaman fark yaratmıştır. başka türlü olması da beklenemezdi. sana ve o şaire (ismini zikretmiyorum; bilen bilir ne kadar kibirli olduğunu 🙂 ) teşekkür ederim.
gerçek şu ki kendini merkeze almak ne kadar tehlikeli ise bir o kadar da kaçınılmaz. hep bu ikilemler arasında kalıyorum; ama ne yapayım insanım işte.
meseleyle ilgili güzel bir anekdot aktarayım. dücane hoca (k.s) 🙂 tvnet’teki film şeridi programına katılmıştı. film şeytanın avukatı, konu ise kibirdi. sohbet baya derinlere gidiyordu ki programı hazırlayan arkadaş (bu arada gerçekten hatırı sayılır bir birikimi var) mealen şöyle dedi: “galiba kibir insanda güzel durmuyor sadece. buna layık olan ve en mükemmel varlık diye inandığımız Allah’ta ise haşa nahoş durmuyor.” afedersiniz “yakışıyor haspaya” edasıyla söylenen bu sözden sonra dücane hocanın yüzünde o bildik tebessüm zâhir oldu ve ağzından şu kelimeler döküldü: “meşrebimizde, Allah’a yakışan br şeyin kula yakışmaması söz konusu değildir!” 🙂
dedim hocam büyüksün 🙂
Hoca gerekeni söylemiş, bize susmak düşer 🙂