Bir şiir var önümde. Ezberlenmesi daha elzem sözler olmasa ezberlenesi: “HAYATI ÖZLÜYORUZ SAYIN BAŞBAKAN”. Bilenler bilir ukalalık olmasın diye ben yine de vereyim şairinin ismini: Sıtkı CANEY…
Az çok tanışırız şairle. Şiir üzerine hiç konuşmadık daha. Hep demeyeyim yalan olur şair sigara içerken aklıma bu türden sorular çok gelir. Bu şiiri “Sayın Başbakan” gördü mü? Kendisine bu şiirden hiç ders çıkardı mı? Soruların niceliği değil niteliği önemli diyerekten bu soru daha farklı şekillerde de sunulabilir önemli olan muhteva. Neyse ki Başbakan’ın şiir okuduğu için hüküm giymişliği aklımıza geliyor da biraz olsun rahatlıyoruz. Yine de düşünmeden edemiyoruz: Şairin dediği gibi bu şiir de unuttu mu bizi ve başbakanı. Biz ki eşrefi mahlukatız olsa olsa şiir unutmuştur bizi!…
Soramadan edemiyorum. O gün gerçekten gelir mi? Bir şiir yüzünden gerçekten borsa tavan yapabilir mi, dibe varabilir mi dolar? Bize; bizim olan, ihtiyacımız olan, dar olmayan, geniş olmayan, fazla hiç olmayan ikilemekte fayda var bizim olan verilebilir mi? Bir tarafımız çığlık çığlık Allah’a yönelip bir tarafımız intiharken bizi yutan zindan terk eder mi bizi? Buz tutan kan seyrine devam edebilir mi? Bilebilir miyiz kim muhalefet kim iktidar?…
Bu sorular sadece şaire has değil. Ya da şairane değil. Ben çok soruyorum bu soruları VE biliyorum sizde de var bunlar en azından öyle olmasını umuyorum. Bu sorular yalnızlığımızda, kalabalığımız da sıkıntımıza duvar, çatı ustası oluyordur ve biz kaderimize razı göğümüzün engellenmesini seyrediyoruz. Kendi ürettiğimiz sorulardan olanca hızla uzaklaşıyoruz. Sorular müşküllerini çözmemiz için hala bakadururlarken onlara ense muhabbeti ederiz. Bizim sorularımız olmalarından tanışıklığımız cevabın içinde bulunduğu cevizin kırılmasında rahatlık sağlamıyor olması bizim bahanemizdir ama bahane olmamalıdır. Biz lanetledik onları, biz ürettik, biz hiç kabul ettik. Varlıklarına sürekli nesne durumu uyguladık. Biz onları görmesek onlar sanki yok olacaklardı. Biz cevaplamadığımız da birikeceklerini de unuttuk. Arkamızda bir dağ bıraktık, tepe sözcüğünü bilerek kullanmıyorum, biz dağların eteğinde yaşamayı seçtik. Unutulmamalı onların ebeveyni biziz. Biz onlara bakmazsak onlara kimse bakmaz. Bakan bizi tanımayan, kendisi kendinde böyle bir hak bulmasa da kendisine yüklediğimiz birkaç filozof birkaç edebiyatçı birkaç şeyhse düşünülesi şeyler artacaktır. Nasıl ki ıslah evinde bir çocuğumuz olması ya da bunun muhayyilesi nasıl bir yerlerimize zor geliyorsa birilerinin onlara tutumu kanımızı donduruyorsa artık bazı yerlerimizde ışıkların yanma zamanı geldiğini biliyor olmamız gerekir. Bizim çocuklarımıza bizden iyi bakamayacaktır. Herkese Halime’ler rast gelmeyecektir. Sütanneler boşa mı onlar ne olacak diyeceksiniz evet ben de bu soruyu sordum kendime onlar boşa değil ama biz onlarla iken daha faydalı olacaklardır. Onları yönlendiren biz olmalıyız onları anlayan biz. O gün hiç aklımıza gelmeyen hiçbir yerde de görmediğimiz bir soru önümüze geldiğinde durup kalmamak için bundan önce buna benzer bir soruyu kendi çözmüşlüğümüz bizim için elbet tecrübe olacaktır. Naslar var diyoruz onlar yerimize cevap verir. Elbette cevap veriyor oluşları onları nas eder zaten ama nas kısıtlı ise (öyle olduğunu biliyoruz) ne olacak, bu naslar mı eksik ya da bu sorular mı fazla? Her halükarda nassa yaptığımız bir ayıp sözkonuzu oluyor. Biz şimdi nassı mı savunmuş olduk. Zannetmiyorum.
Sartre buna bulantı dedi en azından ben öyle anladım. Bu bir bataklıktı, istenmeyen sevgili, biz ondan kaçtık, o bizi daha çok sevdi, bizi sardı sarmaladı, boğazımız zorlandı, gark olduk… Sartre buna bir isim verdi. Biz onu da beceremedik. Nasıl geldiyse öyle dedik.
“Mutluluk ne” dedik. Bilmedik mutluluk cevaplardaydı bizse onlardan alacaklımızmış gibi kaçtık. Aklımızdan Allah geçti. Nasıldır, sebebi var mı ya da kendisi var mı? Bizim kabullerimiz vardı bu yüzden var ya da yok dedik. Allah bizim geleneğimiz oldu. Unuttuk. Allah cahiliye Arabında da gelenekti.” Bizim atalarımız böyle inanırlardı” dediler peygambere. Onlar İbrahim’le övünürlerdi. Oysa İbrahim sormuştu. Onlar işlerine geleni yaptılar yoksa biz de mi öyleyiz…
Şiirden uzaklaştım, farkındayım. Bu durumda daha başka ne yapılabilirdi bilemedim. Sorular çok çabuk artabiliyor yayıldıkça yayılıyor öyle ki oturduğu yerden kalkmıyor da. Bu sorulara hep birden ya da sırasıyla cevap bulamayız, önemli olanlar birinci cevaplanmalı da diyemeyiz önemsiz olan önemliye gitmede yol olabilir. Dücane Bey’in de dediği gibi önemli olan yol üzre olmak ya da yoldan sapmak
Şair ironi yapmış Başbakan demiş. Müslüman’ın kılıcı duadır. Hayatı özlüyoruz ya da hayatın ne olduğunu bilmek istiyoruz bizi YARADAN…
∗ Ahmet Kaya
eyvallah ciğerim. soru da güzel, cevap da… zira soru olmadan cevap; cevap olmadan da soru olmaz. yolda olmak zaten düşüp kalkmak değil mi? bizi bu yolda var edene aşk olsun!
sen sağol abi…
Başbakan, şiir okuyordur ya da okumuyordur… O kadar iş arasında şiire fırsat bulduğunu sanmıyorum. Şiirdi onu kuyunun dibinden kurtaran. Mısır’a sultan kuyudan, Türkiye’ye başbakan kodesten gelir. Ve şiir Cebrail’in nefesidir. Ve Ruhul Kudsle desteklenmiştir şair. Ama ister okusun ister okumasın, şiir önemli bir yere sahip onun hayatında.
Şiir yüzünde tavan yapar mı birgün borsa? Gündemi değişir mi dünyanın?
O günle geride kaldı; divan şairleri ve Avniler, hep geride kaldı. Şiir ne kadar gündem olabilir bu dünyada? Şiir reel dünyaya ne kadar esir olabilir_
Zaten hür hissin haykırışı değil midir şiir? Gündelik maddiyatın arasında şiir ne kadar yer bulabilir?
Şiir olsa olsa hissin olduğu yerde var olabilir. Bu sebeple Filistinli kız, bir hayali olan amerikalı siyah, afrikalı siyah çocuğun renk değiştiren beyaza sitemi, “yes ve can” diyen taze başkan obama, mazlum recep tayyip okursa gündeme gelir oturur şiir, nutuk ve edebiyat. Oturmakla kalmaz kitleleri harekete geçirir.
Ötesi, yalan bu dünyanın… 6 milyarın içinde şiirden kimler anlar ki gündem yapsın kendine? Afrika su, avrupa enerji, islam dünyası ekmek amerikali refah derdinde…
abi mümkün aslında bu soruları cevaplamak. daha doğrusu insan onuruna yaraşır olanı yaşamak. bu yazı iki yıl önce yazılmıştı, şimdi ben dahi böyle düşünüyorum. insanlık meşguliyetlerine alışmış olsa da oğuz atay’ın itirazına rağmen insanlık ölmüş değil. sağolasın düşüncelerin için. Muhabbetle…
eline sağlık kardeşim ayrıntısını yüzüne söyleyeceğim…
yani meraklan diyorsun?:-)