Anacığıma…
Anne… yok olmak gerektiğini hissettiği için karanlıkta kalan dançı.
Tutku haline gelen dansıyla kendini feda eden annenin sevgi dolu adımları iz bırakıyor hayat müzikalinde. Onun merhamet dolu nefesiyle sessizliğin içinde ses yaratılıyor ve bir çocuk büyüyor, bu ilahi ninniyle: “They say it’s the last song. They don’t know us, you see. It’s only the last song, if we let it be.” (Onlar, bunun son şarkı olduğunu söylerler. Halbuki gördüğün gibi onlar bizi tanımıyorlar. Ancak biz izin verirsek bu, son şarkı olur.)
Dancer in The Dark (Karanlıktaki Dansçı), Lars von Trier’in yazıp yönettiği bir film. Filmleriyle izleyicisini hayret makamına sokmakla kalmayıp onları adeta darmadağın eden bir yönetmen Lars von Trier. İnsanın peşinden yılmadan koşan, ve onu sürekli rahatsız eden bir gölge gibi bu adam. Björk’ün başrolünde olduğu bu filmde de bizi alt üst etmeyi başarıyor. Zira bu zehir kafa, alt üst olmadan insanın kendisinin farkına varamayacağını biliyor. Bu sebeple sürekli rahatsız ediyor bizi, gerçeği göstermek aşkına.
Film, gözlerini kaybetmek üzere olan bir annenin, evladı için hayatını feda etmesini işliyor. Fedakar annenin hayata katıldığı zemin ise müzik ve dans… yani müzikal. Evet, bu film bir müzikal; ama Lars von Trier üslubuyla. Her şeyden önemlisi şunu söylemek isterim film hakkında: kadını anlamak isteyen herkesin seyretmesi gereken bir film Dancer in The Dark. Zira bu filmde anahtar kavramlar kadın, güzel, sevgi, hareket, müzik, dans, anne, evlat, fedakarlık, merhamet ve belki de sayamadığım bir çokları…
Bir film hakkında detayları yorumcudan öğrenmek istemeyenleri de düşünerek ayrıntılı konu analizi yapmak istemiyorum. Filmi çözümlemek istediğim bu yazıda sadece, filmin can alıcı bazı bölümlerini kendimce mercek altına alacağım.
Film, başından sonuna kadar ana karakter üzerinden gidiyor: Selma (Björk). Selma Jazkova, Çekoslavakya’da doğmuş; ama çocuğu Gene’in tedavisi için Amerika’ya göç etmiş bir anne. Gecesiyle gündüzüyle çalışarak çocuğunun ameliyat parasını biriktirmeye çalışıp, kelimenin tam anlamıyla, bu uğurda kendini perişan ediyor. Filmin her karesinde pejmurde haliyle karşımıza çıkıyor Selma. Onun bu hali, fedakar bir annenin bedenini gözler önüne seriyor. Mesela Selma’nın saçları hep dağınık; ama her fedakar anne gibi o da bu haliyle oldukça güzel, saf ve sade. Konuşurken kelimeler hep zor çıkıyor ağzından. O kadar tatlı bir yorgunluğu var ki hayatın anlamını rahatlıkla onda bulabilirsiniz.
Selma’nın verdiği bu mücadelede erkek hiç yok. Erkekten kastım Gene’in babası. Filmde baba hiçbir yerde yok. Bu sebeple ağır yükün altına hep Selma giriyor. Jeff diye bir adam var, Selma’ya aşık. Onun için her şeyi yapmaya hazır. Ama Selma ona yanaşmıyor; çünkü yapması gereken daha önemli işler var. Hayatını çocuğunun sevgisiyle doldurmuş bir annenin, kendisi için bir şey isteyemeyeceğini düşünüyor olmalı. Bütün bu ağır yüklere rağmen Selma hâlâ bir kadın. Ve kadınlar kendilerini avutacak bir şey ararlar, Selma gibi. Selma’nın avuntusu müzik ve danstır. O kadar hayat dolu ki Selma, gürültüyü bile müziğe dönüştürecek ve onun ritimleriyle dans edecek kadar hassas. Bence müziğin filmde konumlandırıldığı yer harika. Bir kadın, müzikten öte ne ile yan yana getirilebilir bilmiyorum. Öyle bir kompozisyon yaratıyor ki yönetmen, adeta “pastoral bir senfoni” çıkıyor karşımıza. Björk’ün büyüleyici sesiyle dinlediğimiz şarkılar da filme gerçekten başka bir tat katıyor.
Filmin bir yerinde Selma, kendisini akıllı davranmamakla suçlayan arkadaşına “kalbini dinlediğini” söyleyerek cevap veriyor. Akıldan uzaklaşan kadın, kalpten başka nereye yakın olabilirdi ki… Kalbin sevgi ve merhamet yatağı olması da boşuna değil. Zira Jeff, Selma’ya diyor ki: “Niye aynı hastalığın çocuğunda da olacağını bile bile onu doğurdun?” Selma’nın verdiği cevap, kadın ve anne olmanın ne demek olduğunun bir özetidir sadece: “Onu sadece ellerimde tutmak istedim. Kucağımda bir çocuk istedim, ben!” İşte size sevgi ve merhametten yapılmış bir abide: Anne. Kemâl-i hürmetlerimle eğiliyorum önünde…
Son olarak, Lars von Trier’in başarısını çok iyi gösteren bir noktaya temas etmek isterim. Filmin bir müzikal olmasını istiyor yönetmen; konu fedakarlık, baş rolde ise anne. Biraz olsun film seyretme alışkanlığı olanlar zaten yönetmenin başarılı yönlerini rahatlıkla keşfedebilirler. Ama bu filmden beklenen her halde seyircisini müthiş bir duygu yoğunluğuna sokmaktır. Ve Lars von Trier bunu kesinlikle başarıyor. Filmi seyrederken yeri geldiğinde içten bir gülümseme, bazen de hesapsız bir gözyaşı beliriyor yüzünüzde.
Gerçekten bir şeyleri hissetmek istiyorsanız mutlaka seyredin bu filmi. Teşekkürler Lars von Trier!
∗ Hadi Ensar Ceylan
yazınız sayesinde merakıma mucib bir film halini aldı Dancer in the Dark, en kısa zamanda izleyip yorum da yazabilmek temennisiyle..
hadiciğim filmi gayet güzel ve içten anlatmışsın, ellerine ve yüreğine sağlık:) senin de değindiğin gibi sevgi, çaresizlik ve fedakarlık gibi kavramların içini en iyi doldurabilmiş filmlerden biri karanlıkta dans filmi. bu filmin hissettirdiklerine paralel olarak bunu bir de babalık üzerinden anlatan roberto benigni’nin hayat güzeldir filmini izlemeyen herkese tavsiye ederim. en azından karanlıkta dansı izleyip ağlayanlar için daha sonra bu filmi izlemek çok iyi gelecektir eminim:)
güzel yazın için teşekkür:)
Filmi yazınız üzerine izledim, son sahnede hep bi umutla bekledim, bişey olmalı,böyle bitemez diye.. avuntum gözlüğün Selma’nın eline verilmesiydi. İnsanı tersyüz eden film.Dediğiniz gibi kadını anlamak için izlenilmeli,Selma’nın sevgisi annelerin fedakarlık boyutunu çok güzel yansıtıyor.İzlemek isteyenler için; Annenizden uzaksanız bu film izlenmemeli! Yönetmen izleyiciyi hüzünden gülümsemeye taşıyor yer yer. Müzikal ve hüzün, çok ironik, farklı ama gayet başarılı- sanırım Selma’nın ‘herşeye rağmen’ hayata olumlu bakış açısını iyi yansıtıyor; ancak tekrar izlemeye cesaret edebilir miyim, sanmıyorum (: Yazı için teşekkürler..
“jeff:
– görebiliyor musun?
selma:
– görülecek ne var ki?”
gerçekten o gözlük, izleyiciyi çarpıyor. selma’nın da avuntusu oluyor.
bence araya uzun bir zaman koyun. sonra bir daha seyredin. iki kez okunan kitaplar gibi iki kez seyredilen filmler de çok güzel oluyor.
filmdeki favori parçam sizin de alıntıladığınız “her şeyi gördüm” parçasıydı. gerçekten bir harikaydı…
katkınız için teşekkürler.