Düşüncenin cinsiyeti var mıdır? Hayat ve kainat hiçbir zaman tek boyutlu olmadığı halde kadın veya erkek doğası tek boyutlu olmaya yatkın bir şekilde yaratılmış olabilir mi? Şayet yaratılmışsa hayat, bu yer yüzü insan için gerçekte bir zindan, çıkmaz sokak değil de nedir! Zaman, toplum ve kendi bireyselliği içinde bilincinin farkında olan insan, yeni düşünceler ve duygularla ve dahi ruhunun getirdiği yüzlerce şeyle beraber sürekli bir devinim halindeyken sırf kadın veya erkek olduğu için neden aklın durgunluğuna veya etken ya da edilgenliğe yatkın olmaya mahkum olsun? Bu soruları çoğaltabiliriz ama sanırım bunlara verilecek cevaplar kadın-erkek konusuna biraz da olsa açıklık getirecektir.
Öncelikle şunu ifade etmek istiyorum; analitik veya sentetik düşünmenin, felsefe yapmanın, matematik, mantık ve geometri gibi ilimlerle uğraşmanın veya bu uğraşıya yatkın olmanın, hayatı anlamlandırmanın veya merhamet duyma gibi spesifik duygularımızın cinsiyeti yoktur ancak bunun pratiğe yansımış halinin kadınca veya erkekçesi (buna çocuk-ihtiyar, fakir-zengin, vicdanlı-vicdansız gibi ayrımları da dahil edebiliriz) olabilmektedir. Çünkü insan evet doğar doğmaz bir cinsiyete sahiptir ve bu durum toplumun ve doğanın onunla kurduğu ilişkinin seyrini büyük ölçüde etkilemektedir. Buna bakarak kişinin düşünce ve duygularının sadece bu ilişkinin seyrine göre belirlendiğini savunabiliriz. Peki böyle bir savunma insanın gerçekliğine ne kadar uygun düşecektir? Öncelikle bu savunun hemen hemen ‘kişi’ kavramını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda bununla beraber özgürlük, bireysel çaba, zihinsel yetenek, aldığı bilgileri üretken bir zihinle toplumsal zihnin üstüne çıkarma gibi durumların da yok sayıldığını söyleyebiliriz. Oysa bunların insan gerçekliğindeki oranı %1 olsa dahi biz, bu yüzdelikle ‘biz’iz. Değerimiz, farklılığımız ve sorumluluklarımız bu orana bağlı olarak vardır. Allah karşısındaki sorumluğumuz ise kadınlık veya erkeklik üzerinden değil kulluk üzerinden oluşmaktadır.
Evet Allah katında eylemlerimizin bir cinsiyeti yokken insani ilişkilerimizde olması, gerçekte bunun yapay bir ayrım olduğunu göstermez mi! Yapaylıktan kastım cinsiyetin yapaylığı değil elbette, eylemlerimizin cinsiyetimizle olan bağın yapaylığını kastediyorum. Mesela erkeğin başını kadının dizine koyması ve kadının başını erkeğin omzuna dayaması hem erkek ve kadının bireysel karakterlerinden hem de o anın getirdiği merhamet-zayıflık ilişkisine bağlıdır ve böyle bir durumda ise baş-omuz/baş-diz gibi ayrımlar kadın-erkek doğasına referansla ortaya çıkmadığı için rollerin her an değişebildiği bir resim ortaya çıkacaktır. Bu yargıya dayanarak karakter bağlamında şunu söyleyebilirim; kadının erkekleşmesi-erkeğin kadınlaşması (her ne kadar kendim de o hataya çok düşmüşsem de) ayrımı tamamen yanlıştır. Zira bir kadının iyi savaşması, iyi araba kullanması, iyi felsefe yapması, analitik düşünmesi, ilim yolunda ailesinden yüzlerce mil uzaklara gitmesi o kadını erkekleştirmez, doğasına yabancı kılmaz sadece onu iyi bir savaşçı, sürücü, felsefeci vs. yapar. Kadın veya erkek doğası dediğimiz şey insan doğası gibi muhkem değildir; zira ilki toplumsal, tarihsel, kültürel faktörlere bağlı olarak ön plana çıkabilmektedir ancak bu arızî bir durumdur. İnsan doğası ise erkeklik veya kadınlıktan, yukarda saydığım etkenlerden bağımsız olarak vardır çünkü asıl olarak onunla iyi veya kötü bir insan, kul, eş, arkadaş, hoca vs. oluruz. Bu sıfatları elde etmek için ise ne sadece analitik ne de sentetik düşünmeye yatkın olmak yetmektedir. Metafizik veya hayat üzerine düşünürken ne analitik ne de sentetik düşünmeyi bırakırız, aksine her ikisi bunları bütüncül olarak anlamamız için birbirlerinin yardımına koşarlar. Çünkü hayat bütün karmaşıklığı ve felsefe bütün ağırlığıyla bizi beklemektedir. Metafizikte sukûnun, pratikte (hayatta) ise hareketin esas olduğu doğru ancak bir kadının hayatı bütün karmaşıklığıyla anlamış veya kabullenmiş, bu kabullenişle dingin bir bilgeliğe erişmiş olması neden onu analitik düşünmekten alıkoysun? Ve bu tür düşünme durumu onu neden doğasından uzaklaştırmış olsun? Binlerce yılın getirdiği kültürel, toplumsal ve zihinsel çerçeve kadını doğumundan ölümüne kadar takip ettiği ve rahat bırakmadığı halde kadının özgürce düşünmeye, tepkisellikten uzak bir çözüm bulmaya, anne, kardeş ve eş olmaya çalışmasını ve bunu bütün zorluklara rağmen yapmaya çalışmasını neden sadece sentetik düşünmeye yatkın olmakla cevaplandırmaya çalışalım. Elbette kadının bu zor koşullar içinde çabaladığını göz ardı eden yok ancak bunu hayata yatkınlıkla cevaplamaya çalışmanın kadına haksızlık olacağını düşünüyorum. Kadın bütün yaratıcılığı ve analitik düşüncesiyle bile bir eş, baba veya kardeş karşısında bir çocuğun basit bir argümanına ihtiyaç duyabilir. Burada kadın için eksik veya fazla olan (zira sentetik düşünmeye yatkınlık kişilere göre negatif veya pozitif olarak görülebilir) ve ihtiyaç duyduğu şey evet hayatı iyi anlamış olmasıdır ancak bu muhatabın beklentilerine göre şekillenmiştir. Erkek kadından sadece erkeğin karmaşasını yüklenip çözmesini, bir bakıma sadece merhametli bir diz ve başını okşayan eller istediği sürece kadını yalnızca (bunu hiç istememiş olsa bile) kendisi ve kendi ruhunun/aklının dinginliği için istemiş olacaktır. Bir kadından bunları beklemek yanlış değildir (kadının da erkekten bunu istemeye hakkı vardır çünkü) aksine birbirlerini daha iyi ve güzel olana yöneltmek için gereklidir ancak kadın ne yalnızca bir çiçek ne eş ne anne ne de hayatı iyi anlayan ve devinimi temsil eden bir varlıktır. Bütün bunlarla beraber karmaşa ve sistemlilik, devinim ve durgunluk, derinlik ve sığlık, hayatı kabulleniş ve kabullenemeyiş, ve bütün bunların yanında sorular ve cevaplar gibi zıtlıklara sahip olan bir insandır. Bazen etkin olur bazen edilgen, bazen tutkuyla dolar içi bazen soğuk bir dağ gibi olur, bazen analitik düşünmeye yatkın olur bazen sentetik düşünmeye. Hz. Hatice ticareti çok iyi yapmanın yanı sıra iyi bir eş ve iyi bir anne de olabiliyordu. Tıpkı Hz. Aişe’yi hem aşık ve bazen kıskanç bir eş, hem devesiyle savaşın merkezinde yer alan bir savaşçı ve hem de büyük bir muhaddis olarak düşünebilmemiz gibi.
Kısaca özetlemek gerekirse ben insanın ve hayatın insana göre büyük bir dinamizm, aleme göre ise büyük bir sukûn içinde olduğuna inanıyorum. İnsan küçük bir alemdir; buna göre hem hayatın dinamizmini hem de metafiziğin sukûn halini bütün varlıklardan farklı olmasını sağlayan iradesiyle yaşamaktadır. İnsan Allah’a yaklaştıkça bu sukûn halini, insana ve doğaya (ister kendi doğası ister dışındaki doğa olsun) yaklaştıkça ise bu devinim halini yaşayacaktır. Bu yüzden sorun kadın ve erkeğin sentetik veya analitik düşünmeye yatkın olması değil bu ikisini bir arada kullanıp hayatı, insanı ve Allah’ın mesajlarını anlamaya çalışmamalarıdır. Özgürlük, analitik düşünme, erkekten bağımsız olarak bireyselliğini inşa etmeye çalışmak evet kadın için her şey değildir ancak akledişinin, Allah’a inanışının veya erkeğe karşı kendisini güvende hissedebilmesinin aslî olabilmesi için öncelikle bunlara (erkeklerin de ihtiyaç duyduğu gibi) ihtiyacı vardır. Batıdaki kadınların özgür veya eşit bireyler olup buna rağmen kötü durumlarda olduğunu görmemiz bize bu konuda kadın ve erkeğin doğasıyla ilgili bir cevap vermez, zira asıl sorun kadınların bu haklara sahip oldukları halde kötü bir durumdan kurtulamayışları değil, bu hakları kulluk noktasında nasıl kullanacaklarıdır. Müslüman kadın, erkekten bağımsız olarak kimliğini yalnızca kulluk çerçevesinde oluşturabildiğinde umuyorum ki iyi bir insan, kadın, anne, eş, alim ve en önemlisi özgür bir birey ve kul olmanın nasıl olabileceğinin en güzel evrensel örneklerini verecektir. Evet kadın ve erkek daha iyi kullar olabilmek için birbirine muhtaçtır ancak bu tarafların (özellikle kadını kastediyorum) kendisini feda etmeden, artıları ve eksileriyle, bütün geçmişi ve hayalleriyle bir araya gelmesiyle söz konusu olabilecek bir şeydir.
NOT: Her ne kadar verdiğim bazı örnekler Hadi’nin yazılarına atıfta bulunuyorsa da burada kullandığım bağlamlar değişebilmektedir, bundan dolayı bazı şeyleri çarpıtmakla suçlanmak istememJ Özellikle Peyman ve Hadi’ye konuya dair yazılarıyla fikirlerimi toparlayabilmemi sağladıkları için teşekkürler.
∗ Ferhat Taşkın
ferhatım yazın için teşekkür ederim. kadın ve erkek meselesini özgürlük ve irade zeminine epey çekmiş olduk böylece.
bütün kayıtlardan azade olarak özgürlüğü düşündüğümüzde konu çok farklı boyutlarda tartışılabilir. yalınız bu yazı özelinde şunları söylemek isterim. özgür olduğunu zanneden insanlar (burada özgürlüğü dışladığımdan böyle söylüyor değilim; özgürlüğün psikolojik ve oldukça zannî bir durum olduğuna inandığım için böyle söylüyorum), kadın olsun erkek olsun, “ben şöyle davranmak istiyorum” dediklerinde öyle davranırlar. buna karşı çıkmanın hiçbir anlamı yok. yani bir kadın isterse başını erkeğin dizine koyabilir ya da bir erkek isterse başını kadının omuzuna koyabilir 🙂 ben ise insanların farkında olmadan yaptıkları şeylere dikkat çekiyorum. yani bir nevi “hulk” olan şeylere. şöyle izah edeyim. bir insanda bir şey ahlak ve huy haline gelirse insan o şeyi hiç düşünmeden duraksamadan yapar (klasik islam düşüncesinde “bi-lâ reviyye” diye tabir edilen durumdur). bu bağlamda mesela kadının fedakarlığı özseldir. kadın, çocuğu için kendini feda etmek gerektiği zaman (bakın, ben bir erkek olarak bunu gereklilik kalıbına sokuyorum 🙂 ) hiç düşünmeden duraksamadan kendini feda eder. bunun hesabını kitabını yapmaz. uçak anonslarından biri bu bakımdan hep ilgimi çekmiştir. bilirsiniz şöyle derler: “oksijen maskesini önce kendinize sonra çocuğunuza takın” bunu her duyduğumda bir anne gözümün önüne gelir. hangi anne çocuğundan önce kendini düşünebilir?! muhtemelen bu anons annelik nedir bilmeyen biri tarafından yazılmıştır 🙂
neyse uzatmaya çok mahal yok. benim söylemek istediğim şeyler ferhatım, senin yazdıklarınla ne kadar çelişir bilemiyorum; ama galiba farklı olan şu: bana kalırsa erkek, “dur yahu, bu sefer bizim hanımın omzuna baş koyayım” ya da kadın, “dur yahu, bu sefer bizim beyin dizine baş koyayım” demez. hiç farkına varmayız; ama bir bakmışsın erkeğin başı kadının dizinde, kadının başı erkeğin omzuna konulmuştur. örnekleri çoğaltmak istemiyorum; çünkü yazılarımı okuyanlar bunların ardından neler söyleyeceğimi tahmin ederler.
son olarak, “Oysa bunların insan gerçekliğindeki oranı %1 olsa dahi biz, bu yüzdelikle ‘biz’iz” söylemine katılamayacağım. yüzdelik meselesi tartışılır; ama her ne olursa olsun ben insanın, sadece falan ya da filan tarafıyla insan olduğuna inanmıyorum. insanı her yönüyle ele almak lazım; sadece onu diğer canlılardan ayıran irade yönüyle ele alırsak insanı eksik bırakmış oluruz.
rica ederim:) açıkçası ben de özgürlüğün psikolojik bir durum olduğuna inananlardanım, bu konuda sana katılıyorum. ancak şunu eklemek istiyorum; bunun psikolojik olması alışkanlıklarımızın, davranışlarımızın değerini azaltmaz aksine arttırır. evet insan belirli bir durumda hiç farkında olmadan aynı davranışları sergiliyorsa bu onda artık ahlak haline gelmiştir ancak bu bence iradeyle ortaya çıkmış birşeydir, özsel birşey değildir. özsel olsaydı çocuklarına şiddet uygulayan annelerin (bunun nedenleri üzerine ayrıca tartışılabilir ama bunun örneklerinin az olmadığını da görüyoruz maalesef) olması hemen hemen imkansız olurdu. bir anne mesela oğluna gösterdiği merhameti, fedakarlığı gelinine göstermiyorsa bu onda bu tür davranışların ahlak haline gelmediğini gösterir. ve bunun örnekleri kadının fedakarlığa yatkın olmasından daha genel birşey sanırım. özsel olanın duruma ve kişilere göre değişmeyen birşey olduğuna inanıyorum. ancak yine de ben annelerin daha fedakar ve merhametli olduğunu düşünürüm çünkü bir insanı karnında taşımak, onu doğurmak ve onun yetişmesine anı anına şahit olmak ve buna kimsenin gösteremeyeceği şekilde katkıda bulunmak başlı başına bir mucizedir. evet bu kadının doğasından kaynaklanan bir durumdur ancak bu tek kaynak değildir. şayet anne iyi bir insan değilse bütün bu mucizenin içi boşalacaktır, bir bakıma burda kadının doğası biçimi iradesi ise bu biçimin özünü yaratacaktır. ben burda iradenin ahlaki davranışlarımızda ne kadar önemli bir etken olduğunu göstermek istedim, çünkü kadının doğasını tek başına ele aldığımızda bunun isteyelim ya da istemeyelim erkeğin doğasına hizmet edeceğini düşünüyorum. bu ise sözkonusu olan zulümlerin sona ermesine katkıda bulunacağı yerde bu halin devamını sağlayacaktır.
bana katılmadığını söylediğin o ifadeyi ben bizi diğer insanlardan ve diğer canlılardan ayıran şeye dikkat çekmek için söylüyorum. evet biz aynı zamanda belli bir doğaya sahibiz ancak bizi Allah karşısında konumlandıran bu doğamız değil irademizdir. Mevlana Allah’ın bize verdiği emanetin irade olduğunu söylüyor, benim de demek istediğim gerçekte bunu kullanmadığımızda form olarak insan olmamız bizi diğer canlılardan hiçbir şekilde ayırmayacaktır. bu da doğamızın, cinsiyetimizin ne olduğunu tümüyle önemsizleştirecektir.
yorumun için teşekkür ettim:)
kaynanaların gelinlere merhametli olmamalarının sebebi, güya oğullarına karşı besledikleri merhamettir zaten. tabi ben bunun merhamet olduğunu düşünmüyorum, o ayrı mesele. kaynana oğlunu kıskandığı için böyle davranır. ve kanaatimi biliyorsun: kıskançlık sevgi eksikliğinden kaynaklanır.
şiddet uygulayan annelerin anneliği de tartışılır. ne de olsa doğasına aykırı davranıyor 🙂
“çünkü kadının doğasını tek başına ele aldığımızda bunun isteyelim ya da istemeyelim erkeğin doğasına hizmet edeceğini düşünüyorum.” bu ve benzeri yargılara cevap verdiğimi düşünüyordum; ama ısrarla karşıma çıkıyorlar 🙂 kadının doğasını tek başına ele almamız mümkün değil zaten. bir yerde kadın doğası bir yerde erkek doğası var. ve sırf bu doğaları yüzünden ikisi de birbirine hizmet etmek durumunda diyorum. çok mu anlaşılmaz konuşuyorum 🙂
önemli olan bence ferhatım, tek başına irade değil. emanetin irade, akıl vs. olduğu doğru. zaten bunu sadece mevlana değil birçok islam düşünürü söylüyor. ama tek başına iradeyle biz insan olmuyoruz. insanlığımız bence şurada yatıyor: bir tarafta irade, akıl, ruh vs ne dersek diyelim manevi bir şey var; diğer tarafta beden, doğa, cinsiyet, toprak, testi (testinin içindeki su istiaresinden yola çıkarak söylüyorum) vs ne dersek diyelim maddi bir şey var. ve arkadaşlar ne yapalım böyle “arada” var olmuşuz işte. ne oralı ne buralı! ikisi bir arada. tüm zıdlıklar çelişkiler buradan neşet ediyor. zıdlıklara, ikiliklere muhatap oluşumuz da bu yüzden zaten. insan kadar gariban bir varlık görmedim ben 🙂
Müslüman bireyler olarak, Müslüman toplumu şimdiye kadar yönlendirmiş olan kabullerden sıyrılmak suretiyle, daha doğru bir kadın-erkek algısı oluşturmamız gerektiği düşüncesindeyim. Bunun için de öncelikle doğrusuyla yanlışıyla, dine mal edilerek meşruiyeti sağlanan bu algının dinden soyutlanarak ‘dokunulabilir’ hale getirilmesi ve bu düzlemde doğrunun yanlıştan ayrılması şarttır. Klişe bir örnek olacak ama, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen arap ataerkil anlayışının, dini yaşayışta kendisine yer bulması belki ilk asırlar için oldukça doğaldı, ancak bugün hala bu anlayışın dini yaşantıdaki yansımalarını sorgulamaksızın din adına kabul yolunu seçiyorsak burada bir sorun var demektir. Emir sanırım bahsetmişti bölgesel/örfi algı farkından. Bu anlamda Mısır örneğine dikkatinizi çekmek isterim. Tarihsel süreçte de hep ön planda olan ve hayatın hemen her alanında etkinlik gösteren kadının İslami dönemde de bu etkinlikten pek bir şey kaybetmediği görülür. Günümüzde de, üniversitelerinde ve çalışma ortamlarında çok net bir şekilde gözlemlediğimiz üzere kadınların sayıca ve otorite anlamında belirgin bir üstünlükleri söz konusu. Durumun trafikte de aynı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim:) Cuma günleri erkeklerle birlikte camileri dolduran Mısırlı kadınlara ‘ya selam’ çekmekten de kendimizi alamamıştık:) Demem o ki bölge, kültür, örf farklılıklarının dini yaşantıdaki karşılıklarını geçmişten günümüze çok iyi analiz etmemiz gerekmektedir. Hele de kadın-erkek vs. algılarımızı yeniden ve daha hakkaniyetli bir biçimde inşa etme sürecinde bu bence elzemdir.
Bu uzun girizgahtan sonra, öncelikle bu güzel, çok doğru analizler ve yerinde tespitlerle dolu ve yaşanmışlıklarla da harmanlanmış yazıyı paylaştığın için teşekkür etmeliyim Ferhat. Yukarıda bahsettiğim durumu sen de özetlemişsin yazında: “Kadın veya erkek doğası dediğimiz şey insan doğası gibi muhkem değildir; zira ilki toplumsal, tarihsel, kültürel faktörlere bağlı olarak ön plana çıkabilmektedir ancak bu arızî bir durumdur. İnsan doğası ise erkeklik veya kadınlıktan, yukarda saydığım etkenlerden bağımsız olarak vardır çünkü asıl olarak onunla iyi veya kötü bir insan, kul, eş, arkadaş, hoca vs. oluruz.” Müslüman bireyler olarak algılarımızdaki bu toplumsal, tarihsel, kültürel faktörlerin iz ve etkilerini çok iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz, çünki senin de ifade ettiğin gibi bunlar ancak arızi durumlar. Ve bu arızi durumlar üzerinden kadını ve erkeği tanımlamaya kalktığımızda bir takım haksızlıklar yapabilmekteyiz. Bunun uygulamadaki karşılığı ise kadın için zulme tekabül edebilmekte maalesef.
Ayrıca yazının genelindeki bireysellik vurgusu da çok önemli bence ve şu cümlenin özellikle altının çizilmesi kanaatindeyim: “Müslüman kadın erkekten bağımsız olarak kimliğini yalnızca kulluk çerçevesinde oluşturabildiğinde umuyorum ki iyi bir insan, kadın, anne, eş, alim ve en önemlisi özgür bir birey ve kul olmanın nasıl olabileceğinin en güzel evrensel örneklerini verecektir.” Erkekler için de durum böyle, ancak tarihsel süreçte bireyselliği neredeyse sıfıra indirgenenler kadınlar olduğu için sorunun onlar üzerinden vurgulanması da kaçınılmaz oluyor.
Bu vesileyle konunun böyle bir ortamda konuşulması/tartışılmasından duyduğum memnuniyeti dile getirmek isterim.
Herkese selamlar..
rica ederim Peyman, iltifat ve yorumun için de teşekkürler:)
bölgesellikle ilgili pencereyi tekrar açman çok iyi oldu. biz aslında ister istemez düşündüklerimiz, okuduklarımız ve de tecrübelerimiz oranında konuşabiliyoruz böyle konuları. diğer bölgelerde kadın ve erkeğin durumunu kendi adıma konuşursam çok az biliyorum ve bu durum bu tür konulara ilgisi olan kişiler için büyük bir eksiklik sanırım. bundan dolayı da bu konuya dair görüşlerimizin hakikat ölçüsü ne kadar geniş bakabildiğimize göre de şekillenecektir. mısır’dan verdiğin örnekler kadın-erkek doğasına ve de irade konusuna dair algımızın dışardan gelecek bilgilere açık kapılar bırakması ve bunlarla kendisini tekrar tekrar sınaması gerektiğini gösteriyor. keşke dünyanın durumunu daha iyi bilseydim de buna göre katkıda bulunabilseydim diyeyim sadece:)
ifade ettiğin gibi burada yaptığımız tartışmalar bu konuyu kendi çevremizde (sayısı şimdi az olsa da) ‘dokunulabilir’ kılıyor. bunlar tabi bizim için ilk adımlar ancak yine belirttiğin gibi şu ana kadar konuya dair yazılanlar ve yorumlar benim için de çok faydalı oldu. bütün bunların en azından zihinleri konuya dair harekete geçirdiğini umabiliriz, bu da hiç azımsanmayacak bişeydir.
tekrar teşekkürler..
“İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.
Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.”
Tarkowski röportajından bir kesit, benim düşündüklerimi ifade ettiği için aynen katılıyorum… Kadının doğasıyla erkeğinki farklı… Bu konuda “kadın beyni” diye bir kitap var tavsiye ederim, biyolojik olarakta kadının erkekte olan yüzde bir farklılığının onun doğasına etkisi üzerinde duran bir kitap…
diğer yazılarda misafir adı kullanıldığı için sizi diğer arkadaşla karıştırarak aşağıdaki cevabı vermiştim, kusura bakmayın. aslında tarkowski’yi uzun uzun tartışmak isterdim ancak bir cevaba sığamayacağı için sadece birkaç itiraz dile getireceğim:
insan kendi dünyasını hemen hemen herşeye karşı korurken neden kadın sırf aşık olduğu için kendisini tümüyle erkeğe feda etsin? İlahi aşk dediğimiz şeyde bile insanlar bütün bireyselliklerini feda etmekte bu kadar zorlanırken erkek bütün noksanlıklarına rağmen bir kadının kendisi için kurban edilmesine ne kadar layıktır? bana kalırsa burada feda etmekten daha ziyade kurban edilme durumu sözkonusu. aşk kadının erkeğe kendisini tümüyle adaması değildir, bunun aksine iki kişinin bütün güzelliklerini koruyarak biraraya gelmesidir. kadın erkekte eridikten sonra tarkowski’nin çok övdüğü kadının özgünlüğü nasıl varolmaya devam edecektir Allah aşkına. evet tarkowski şunu söylerken çok haklı: “Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim.” benim de demek istediğim bu ancak şu sözü bana kalırsa fedakarlıktan veya biraraya gelindiğine kadın ve erkeğin durumlarından ne anladığını ortaya koyuyor: “Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar.” açıkçası kadının bağımsızlığının neden bencilce birşey olduğunu anlayamıyorum, burda bağımsızlık dediğimiz şey kadının sadece kendini kurtarması veya kendi amaçlarını gerçekleştirmesi değildir. benim bağımsızlıktan anladığım öncelikle kadının ve erkeğin kendi karakterini kulluk (müslümanlar olmayanlar için buna iyi insan olma durumunu koyabiliriz) çerçevesinde oluşturması sonrasında birbirlerini daha güzel ve hayırlı bir şekilde sevmeleri, dünyevi ve ilahi bir sevgi için biraraya gelmeleridir. evet her iki taraf da hem birbirlerine hem de Allah’a teslim olacaklardır ancak burda tarkowski’nin teslimiyetten sadece kadının teslimiyetini anladığını düşünüyorum. zira ona göre bu kadının özgünlüğüdür, peki bu özgünlüğe sahip olmayan erkek ne yapacaktır? kendisine teslim olan kadına kucak açmasımı sadece onu yüceltecektir? burda umarım abartmış olmam ama erkek sanki tanrısal bir gücü, kadın ise bu güce kendisini teslim eden bir mümine/sevgi timsali olarak temsil ediliyor. Hz.Meryem sevgiyi temsil ediyor, Hz.İsa tanrısal gücü.. ve sevgi kendisini güce adıyor.. bilemiyorum ama benim sevgiden anladığım güç-sevgi ilişkisinde kadının erkeğe adanması değil sevgi-sevgi ilişkisinde iki tarafın birbirlerine ve Allah’a adanmalarıdır.
son olarak şunu söyleyeyim; elbette fedakarlıklar/adanmalar olacaktır, bu sevginin olmazsa olmazıdır zaten ama bu fedakarlıkların bireyden parçalar götürmemesi gerekir ki daha sağlıklı bir kadın-erkek ilişkisi oluşabilsin.
kitap tavsiyesi ve eleştiri için teşekkürler..
Kadın ve erkek üzerine yazılan “bolca” yazının üzerine, içimde biriken, dilime dizilen ve fakat çokça konuşulmuşluğun getirdiği kelime eksikliğinden kaynaklanan tembellikten ötürü satırlara aktaramadığım cümlelerin yansıması olduğu için, teşekkürler Ferhat…
Daha önceki yazılarda zamanla, dipnotluktan, dizinde şefkate erilene terfi etmiştik neyse ki:)
Bir de, dildeki kadın-erkek ayrımından ziyade, dindeki “birey” aynılığında buluşabilirsek… Dileğim bu…
Kısa ve tepkisel bir cevap olarak okunmasından korktuğum yorumumu, kadın ve erkek arasında var olan ve bizi ilahî hitapta buluşturacak “birey” olma sıfatına ulaşarak; kadınları dipnot veya kaynakça olarak göstermeden ya da sentetik aklın ve dahi soru sorma kabiliyetinin kadınlarda da (bu -da- eki bile bana fazla geliyor aslında. Bir meşrulaştırma ve ispatlama çabası gibi) bulunabileceğinin farkına vararak analizler yapılması gerektiğini belirterek noktalıyorum…
Selamlar
evet ben de bu konuda ‘birey’ kavramı üzerinde daha çok durulması gerektiğine inanıyorum. yorumun için ben de teşekkür ederim Merve. selamlar..
röportajı Hadi sayesinde ilk okuduğumda sizin gibi çok etkilendiğimi söylemeliyim ve hatta bunun üzerine Hadi’yle hararetli bir tartışmaya girecektik benim tembelliğim olmasaydı:) açıkçası Tarkowski’den yaptığınız alıntılar üzerine eleştirilerimi dile getirirsem ona haksızlık yapacağımı düşünüyorum, çünkü röportajın tümü gözönünde tutulmadan Tarkowski’nin bu konudaki güçlü görüşlerinin (katılmasam da çok sağlam bir beyinden çıktığı belli) anlaşılmayacağını düşünüyorum. ancak şunu söyleyeyim, Hadi’nin görüşlerinin tarkowski’nin görüşleriyle paralel olduğunu düşündüğüm halde sizin tarkowski’ye katılmanızı anlayamadım. Hadi’ye getirdiğiniz eleştirilerin aynısını tarkowski’ye getirebilirdiniz oysa. lütfen kusurumu bağışlayın ama bunun çelişkili bir durum olduğunu söylemek zorundayım. tabi bunun böyle olmadığını, tarkowski’yi veya sizi yanlış anladığımı görüşlerinizi daha ayrıntılı bir şekilde belirterek bana gösterme zahmetinde bulunursanız sevinirim. yorumlarınızı alıntılarsam çok uzayacak ama ‘kadın ve erkeğin aklı’ yazısına yaptığınız yorumların bu röportajla hiç de uyuşmadığını yorumlarınızdan sadece şu iki ifadeyi karşılaştırarak göstermek istiyorum:
“Kadın bugüne kadar hep biyoloji ile ilgili işlevlerle sınırlandırılmıştır.”
“Kadının doğasıyla erkeğinki farklı… Bu konuda “kadın beyni” diye bir kitap var tavsiye ederim, biyolojik olarakta kadının erkekte olan yüzde bir farklılığının onun doğasına etkisi üzerinde duran bir kitap…”
tarkovski üstadımla genel hatlarıyla aynı görüşleri paylaştığımı görmek şahsen mutluluk vericiydi. röportajın tamamını okumak isteyenler için
http://www.karakutu.com/modules.php?name=News&file=article&sid=6097
Ferhatcim, yorum yazan iki ‘misafir’ ayni degil sanirim 🙂 Bu yuzden yukaridaki cevabinin muhatabi yok sanki.
Ilk olarak, erkek kadin meselesinde benzerliklere vurgu yapan yazinda ‘farkliliklar’in eksikligi goze carpiyor. Yani kadini kadin, erkegi erkek yapan nedir? Sadece biyoloji dersek, materyalistce bir yaklasim sergilemis olmaz miyiz? Zira kadin’lik ve erkek’lik mefhum olarak, biyolojinin otesinde bir anlami da beraberinde getirmiyor mu? Ikinci olarak, kadin ve erkegi birey olarak tanimladiktan sonra, birbirlerine gore konumlarinin da tanimlanmasi gerekmiyor mu? Tek cins olarak yaratilmamasinda bir hikmet olmali. Cicegin ve atomun bile disi ve erkek organlari varken ve bunlar birbirinden tumuyle farkli islevlere sahipken; “erkek de kadin da aynidir, rollerini toplum belirler” demek ne derece dogru olur?
Bence kadini ve erkegi farkli kilan, aldiklari ilhamin farkli olmasidir. Gerek dogadan gerek kendi doga’sindan aldigi ilhamdan bahsediyorum. Farklilik burada basliyor ve insanin sinir’lari (limit) da burada ciziliyor. Ikisinin farkli ilhamlara muhatap olmasi, herhangi birini ustun kilmaz. Sonucta herkes bir rol ustlenmis durumda. Biri olmadan digeri rolunu ifa edemez. Burada geleneksel tabiriyle ‘kadin’ rolunun neden asagi goruldugunu anlamakta zorlaniyorum. Iradeyse irade, sorumluluksa sorumluluk. Ornegin anne olmak, ne zamandan beri utopya kurmaktan daha kiymetsiz oldu, bir dusunelim. Utopya’nin kiymete binmesinden once mi, sonra mi?
Burada Tarkowski’ye de bir cift lafim var. Diyor ki: “kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.” Ilk onculu dogru cikti ve kadin hayata tamamen entegre oldu, ama ikincisinde fena cuvallamis. Kadin kendine ragmen hayata entegre olmakla tatmin oldu, zira goz onunde olmak kadin veya erkek herkes icin daima cekicidir.
Son olarak; her ne kadar sikca itiraz gelse de ‘kadin’ meselesinin tumuyle modern bir problematik oldugunu tekrar belirtmeliyim. Bu konuda bir sorun oldugunu dusunuyorsak konuya daha butuncul bakmali ‘aile ve bireylerin rolleri’ hakkinda daha derinlikli durmaliyiz. Rolatif birer varlik olan bizlerin kendimizi cevremizden tamamen bagimsiz konumlandirmamiz mumkun degil diye dusunuyorum.
evet o konuda uyarıldım ama artık çok geçti:))
açıkçası farklılıklara çok değinmememin sebebi yazıdaki asıl iddiamın benzerlikler üzerine kurulmasından dolayıydı, yoksa elbette farklılıkların olduğuna inanıyorum ve şu ifadeyle değindiğimi düşünüyorum: “Çünkü insan evet doğar doğmaz bir cinsiyete sahiptir ve bu durum toplumun ve doğanın onunla kurduğu ilişkinin seyrini büyük ölçüde etkilemektedir.” burda kastettiğim şu: evet farklılıklarımız vardır hem de daha anne karnındayken.. ancak farklılıklarımız (biyolojinin ötesindeki farklılıklarımız dahi) bizi biz yapan şeylerin yanında daha alt seviyede bir öneme sahiptirler. ben bahsettiğin ilhamın bedenimizle, çevremizle, bilgi düzeyimizle ve zamanımızla ilgili olduğunu düşünüyorum ancak burda asıl üzerinde durulması gereken ilham madem ilahi ilhamdır o halde kadın veya erkek olmamız bizim asli eylemlerimizde asıl belirleyici olmaktan ziyade onların biçimini oluşturan etkenler olduklarını ifade etmek istedim. bu yüzden kadın veya erkek aynıdır, rolünü toplum belirler demem ve yazımdan böyle bişeyin çıkarılması da haksızlık olur sanırım:) ayrıca farklı ilhamları doğamızdan veya doğadan bazı konularda alabiliriz ama bunların insanın sınırlarını çizdiğine katılamam. insanın sınırlarını çizen yine insan olmasıdır kadın veya erkek olması değil.
burda felsefe yapmanın anne olmaktan daha önemli veya belirleyici olduğunu söyleyen birisinin olacağını düşünmüyorum, ki bana göre annelik veya babalık fesefeden/ütopya kurmaktan çok daha değerlidir o ayrı bir konu.
bu sorunun modern bir problematik olmadığına inanıyorum, birşeylerin konuşulmamış olması o sorunun olmadığını göstermez. kur’an ve sünnet’e baktığımızda aile, bireysel tavır gibi konuların yanında kadınların hakları üzerinde de önemle durduğunu görüyoruz. sanırım böyle bir sorun olmasaydı sadece takvadan bahsedilir ayrıntıya girilmezdi. batıda özellikle ortaçağda kadınlar üzerindeki zulmü gözönüne getirdiğimizde kadın meselesinin hiç de azımsanmayacak çapta büyük bir mesele olduğunu görürüz. evet ben de bu yazıyla daha çok bireysel tavra ve aileye dikkat çekmek istedim ancak bunun yanında çözülmesi gereken toplumsal bir mesele olan epey sorunlu bir kadın algısı olduğuna inanıyorum. şu anda bu konuda çözümler sunacak düzeyde değilim ancak bu konuda hepimiz üzerinde büyük bir sorumluluğun olduğunu belirtmeliyim.
yorum ve katkıların için teşekkürler yasinim:)