■ Bu yazinin ilk kismi icin tiklayin.»
Toplum gibi, insan hayatı ve faaliyetleri üzerinde etkili olan bir başka unsur da, coğrafyadır. İbn Haldun, göçebe ve yerleşik halk kültürlerini, büyük ölçüde, coğrafyanın eseri olarak görür. Gerçekten de insan hayatının dağlarda, sahillerde, çöl, orman, ılıman iklim veya tropik bölgelerde kazandığı farklı şekilleri görmemek mümkün değildir. Üstelik coğrafyanın insan hayatı üzerindeki bu etkisi yalnız kültür ve medeniyetlerin doğuşuna değil, onların değişik özelliklere sahip olmalarına da neden olmuştur. Nehir, yayla, bataklık, takımadalar ve kara tipi medeniyetlerde coğrafyanın etkisi açıkça hissedilir. Ancak, benzer coğrafi bölgelerde farklı kültür ve medeniyetlerin doğuşu, bu etkinin mutlak olmadığını gösterir.
Medeniyet tarihçilerinin üzerinde durdukları başka bir konu da medeniyetin kökeni, gelişmesi ve yayılması meselesidir. Bu konuda pekçok görüş ortaya atılmış olmakla birlikte, en önemlileri “gelişme” (evrim) ve “yayılma” (diffusion) teorileri ile ‘dini görüş’tür.
Medeniyetlerin ortaya çıkışı ve yayılması meselesinde bazı antropologlar gelişme fikrini benimsemişlerdir. Bunlara göre insan hayatında görülen gelişme, sosyal bir gelişmedir ve sürekli olarak basitten karmaşığa (ilkelden medeniye) uzanan bir seyir takip etmiştir. Bu nedenle medeniyet, vahşet devirlerinden bugüne kadar sürekli bir ilerleme gösteren insan kültürünün eseridir. Medeni gelişme ya tek doğrultu takip etmiş (doğrusal evrim), ya aynı şartlar altında paralel ilerlemeler görülmüş (paralel evrim) veya zaman zaman duraklamaların görüldüğü bir gelişme (basamaklı evrim) olmuştur. Konuyu pozitivist bir yaklaşımla ele alan ve pek az tarihi belge ve arkeolojik bulguya dayanan evrimciler, insan ruhunun birlik ve ayniliğine inandıklarından, aynı şartlarda değişik insan topluluklarının aynı medeni gelişmeyi gösterebileceklerine inanmış, fakat bu görüş büyük ölçüde eleştiriye uğramıştır. Eğer bu görüş doğru olsaydı, insanlık tarihinde tek bir kültür ve medeniyetin bulunması gerekirdi. Oysa medeni gelişme tek doğrultuda olmamış, zaman zaman duraklamalar ve değişmeler göstermiştir.
Yayılma teorisini benimseyenler ise evrimcilerin aksine, insan ruhunun icat yerine taklide eğilim gösterdiğini, bu nedenle herhangi bir ihtiyaca cevap verecek bir aracı başkasından almayı, onu yeniden icat etmeye tercih ettiği temel görüşünden hareket ederler. İnsanın bu özelliğine İbn Haldun da dikkat çekmiş, ve “taklitler teorisini” geliştirmiştir. Bunlara göre medeniyetler, belirli şartların bulunduğu bir dönemde, belli bir bölgede ve belli bir toplum tarafından ortaya çıkarılır, geliştirilir ve gelişen bu kültür ve medeniyetler oradan komşu toplumlara ve dünyaya yayılırlar. Yayılma, suya atılan bir taşın oluşturduğu halkaların genişleyerek yayılması gibidir. Atın evcilleştirilmesi, tekerleğin ve yelkenli gemilerin icadı, madenciliğin gelişmesi yayılmayı kolaylaştıran ve hızlandıran bir unsur olmuştur. Yalnız bir bölgede ortaya çıkan ve medeniyeti oluşturan teknoloji, sanat, din, düşünce, örf ve adetler gibi kültür unsurları kaynaklarından uzaklaştıkça orijinalliklerini kaybetmişlerdir. İşte böyle bir kültürel oluşum için en uygun yer Mısır’dır. Daha sonra Mezopotamya, Hindistan, Çin ve Orta Amerika gibi başka medeniyet merkezlerine de dikkat çekilmiş ve buralarda görülen medeni gelişme de aynı görüş doğrultusunda açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, günümüzde bu görüş de birçok eleştiriye uğramış ve yıpranmıştır. Değişik bölgelerdeki kültür unsurlarında görülen benzerliklerin, eşyanın fonksiyonundan ileri gelebileceğini, bu benzerliklerin yayılmaya delil teşkil edemeyeceğini öne sürenler vardır. Aynca bir bölge halkının, komşularından gelecek medeniyeti, büyük bir kültür değişikliğine uğrayarak aynen alması çok zor görülmektedir. Yakın bölgelerdeki farklı medeni gelişmeler de (Mısır yazısı ile Fenike yazısı arasındaki fark gibi) bu görüşe yöneltilen eleştiriler arasındadır.
Medeniyetin kökeni ve yayılmasını din de etkilemiştir. Günlük hayatın herhangi bir safhasında din kadar derin etki yapan başka bir sosyal kuruma rastlamak mümkün değildir. Bu, ister ilkel, ister gelişmiş olsun, bütün toplumlarda böyledir. Üstelik dinin insan faaliyetlerine etkisi, sadece Allah ile kul arasındaki ilişkilere inhisar etmemekte, aksine bütün beşeri faaliyetler bu etkiye açık bulunmaktadır.
Kur’an’da “Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara, 31) ayetiyle ilk insan olan Adem’e isimlerin öğretildiği ve bir dile sahip kılındığı, ona bildiklerini çocuklarına aktarması imkanının verildiği belirtiliyor. Böylece ilk insanla birlikte ilahi kaynağa bağlı ilk kültür de ortaya çıkmış olmaktadır. Gerek Hz.Adem ve çocuklarının vahye dayalı bu kültürü, gerek daha sonra gönderilen peygamberlerin tebliğleri, ilkçağların kültür ve medeniyetlerini oluşturmuştur. Üstelik bu tebliğleri onu kabul eden insanlar tarafından dünyanın her yerine taşınmıştır. Şu halde medeniyetin kökenini dinde aramak gerekir, tek dinle -ki o da Hz. Adem’in getirdiği ilahi dindir- başlayan ve özünde vahye dayalı unsurlar bulunan kültür, her yeni gelen peygamberin tebliği ile desteklenerek sürekli bir gelişme göstermiş, vahiy esasına dayanan medeniyetlerin ve o medeniyetleri temsil eden toplumların çöküşü ise, dini esaslardan ayrılmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Böylece insanın Allah’a itaati ile yükselen medeniyeti, yine onun Allah’a isyanı ile yok olup gitmiştir.
Eski Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri tarihteki putperest medeniyetlerden bazılarıdır. Bu toplumlarda, yaşayan ve ölmüş bazı kişiler ilâhlaştırılarak putları yapılır ve onlara tapınılırdı. İnsanları birbirine öldürterek veya aç arslanların önüne atarak seyretmek Romalıların en büyük zevklerinden biri idi. Bu toplumların ürettikleri medeniyetlere bakıldığında, sadece hipodrumlar, piramitler ve putlara tapınılan puthanelerin kalıntıları görülebilmektedir. Bu toplumların kültürleri, insanın insana tahakkümü ve ilâhlık taslaması temel düşüncesinden kaynaklandığı için bu medeniyetlerin geniş halk kitlelerine yansıyan tarafı, ezilip horlanmaktan başka hiç bir şey değildir.
■ Bu yazinin ucuncu kismi icin tiklayin. »
Muhammed Tandoğan
güzel bir yazı olmuş.