Değerlere Dair Bir Değer’lendirme


■ Yazarin konu ile ilgili bir baska yazisi icin tiklayin: Medeniler Catisir mi?

Daha önce burada yayınlanan ‘medenilerin çatışması’na dair yazıma itiraz, beklediğim gibi değerler çatışması üzerinden oldu. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi incelemek üzere, bir yazı daha yazmayı göze almıştım zaten. O halde buyrun bunu tartışalım.

Bir kavle göre ‘insan’ kelimesi ‘ünsiyet’ kökünden gelmedir, yani insanın yaratılışı geneldir ve bütün varlıklar onunla ilişkilidir.[1] Yaratıcı, insana ‘değer’ vererek, onu kâinatın inci’si yapmış ve kâinatı değer’lendirmesini istemiştir. Şu halde, kâinatı insandan, insanı değerden soyutlamak imkânsızdır. Çünkü tanımı gereği, insan, değer’li olandır ve değer katandır. Bu değer yüzünden, yeryüzü macerasının başından beri, her bir fert, kendini ve varlığı anlamlandırma çabası girmiştir. Bu çaba sebebiyle de anlam dünyası ortaya çıkmış, insana doğayı ve zamanı kuşatacak bir dayanak noktası oluşmuştur.

Değerler, bir üst yapı olarak insanın düşünce dünyasını ve hayat biçimini şekillendirir. İnsan da, bu hayat biçimiyle eylemler geliştirip, anlam dünyası kurdukça medeniyetler husule gelir. Iki yumurta bile birbirinin aynisi değilken, insanoğlunun bu yolculuğundan bir tek medeniyetin çıkmasını da bekleyemeyiz. Bu yüzden bir atadan olma insanın, değerleri birbirleriyle çatışan medeniyetleri olabilir ve bence böyle olması da, bu kadar geniş ve yaşlı bir dünya için kaçınılmazdır.

Tabi ki, insanoğlu, yeryüzünde bozgunculuk yaparak, yaratılışa adil olmayarak değerlerinden sapar. Tanrı, yaratıp tüm kelimeleri öğrettiği insana ‘değer’ verdikçe, insan nankörlük etmiş ve cehalete düşmüştür. Tefrik de kanımca bu noktadan başlar ve gayet doğal olarak çatışma baş gösterir.

Bu meyanda, değerler çatışmasının mecazi anlamda olduğunu görebiliyoruz. Değerleri çatıştıran şey, üzerinde uzlaşılamayan temel bir doğruluk tezidir ki buna da inanç denir. İnançlar, insanın, değerleri, soyut kavram olmaktan çıkarıp kendi dünyasına getirmesi ile oluşur. Bu durumda, değerlerin çatışması, bu değerlerin oluşturduğu inanç dünyasında vuku bulacaktır.

Konuyu medeniyet bağlamında ele alırsak; dünyayı Allah’ın iradesine referansla anlamlandiran bir inançla, dünyayı insanın iradesine ve eşyanın gücüne (sebep-sonuç ilişkisine) referansla açıklayan inanç arasında elbette değerlerde uyuşmazlık/çatışma görülür. O halde bu inançların çatışması olağandır –ve dahi gereklidir- çünkü her yapı kendi zaviyesinden hakikat iddiasındadır. Her ne kadar medeniyetler arasında değerlerin paylaşımı mümkünse de, bu, mecazi anlamdaki ‘çatışma’ya engel bir durum ifade etmez, hatta bu paylaşımın, değerler çatışmaksızın olmayacağını söyleyebiliriz.

Değerler çatışmasında, elbette barış kadar savaş da olabilir. Modern bakış açısı ile ‘keşke dünyada savaş olmasa’ diyoruz fakat aklımıza gelen yine hep modern vahşet sahneleri oluyor. İlkeleri uğruna ve adaletin dünyaya hâkimiyeti adına, dünyaya değer katmak ve değerlere sahip çıkmak adına savaşmak herseyden önce kutsaldır ve gerçekten değer’lidir. Dünyada savaş olmadan hakikat değerleri yayılmıyorsa, adil, merhametli ve onurlu bir savaş neden olmasın?

Ancak değerler değil çıkarlar için savaşmak, barbarcadır ve insan onurundan uzaktır. Bu yüzden medeniler çatışmaz. Değersiz kalana medeni demek, tanımı gereği, hata olur. Diğer yandan, değerden yoksun barış da barbarlıktır çünkü insanı onur’undan yani hakikate bağlılığından uzaklaştırır.

Savaşlardan soyutlanma adına dünyayı onursuzlaştıran, değerlerden yoksun bir saldırı dünyayı sarıyor. Direnmek içinse elimizde değerlerimizden başka bir şey yok. Medeniyet, ancak dünyadaki değer’ini bilen, onunla değer’lenenlerin omzunda yeniden gün yüzüne çıkacaktır. Yoksa, daha uzun zaman, savaşmamaya değer verip, insan onurunu ayaklar altına mahkum ederiz ve barbarlığı ‘medeniyet’ olarak adlandırırız .


[1] Davud el-Kayseri. Diğer kavil ise, insan kelimesinin ‘nisyan’ yani ‘unutmak’ kökünden geldiğidir.

Yazinin devami niteliginde bir baska yazi icin: Modernitenin Deger’i


∗ Yasin Ramazan



9 comments

  • tanrının insana “değer” vermesini, iyiyi ve kötüyü nefse ilham etmesi olarak anlıyorum. bu değerler insan fıtratında ortaya çıkar ve fıtrat iki yönlüdür (iyi ve kötü). bu sebeple “değersiz” dediklerimizin bile değeri vardır. bu değer, fıtratın kötü tarafından olabilir; ama sonuçta değerdir. o yüzden kategorilerimizde kötü olanın yerini boşaltmamamız gerekiyor. sonuç olarak, “değersiz” olanın gayr-ı medenî olduğunu söylemenin de bir içini boşaltma eylemi olduğunu düşünüyorum.

  • (yazılı düşünüyorum)

    -“değer” denen şey çok soyut. yani kimine göre zahidane bir yaşam değerli olurken, kimine göre müslümanın kuvvetlisi iyi oluyor mesela.

    -önemli olan bu yaşam tarzının neye hizmet ettiğidir

    – bu da çok muğlak.. iki hayat tarzında da heva ve tanrı amaç olabilir..

    -her ikisi de tanrıya hizmet ediyorsa ikisi de iyidir..

    -peki ikisi ayrı tanrılarsa??

    -tanrı öz itibariyle aynıdır. fakat tanrıya insanlar tarafından iliştirilen sıfatlar farklıdır.

    -peki bunların hangisi doğrudur?

    -burda inançlar devreye girer..

    -kimin inançları?

    -insanın.

    -döndük dolaştık insana geldik yani..? bu nasıl fasid daire?

    -kafam karıştı.

  • fitrat, medeniyet, nefis gibi kavramlar uzerine saglam kaynaklardan tekrar calisma yapilmasi gerektigini goruyorum yorumlardan. fitrat fitri olandir, yani yaratiliis geregidir. yaratilista da kotu olmaz. neden kotu olmayacagini anlamak icin yaratmak ne demek onu calismak gerekiyor. vel hasili kavram inkilabi yapmamiz gerekiyor diye dusunuyorum.

      • “fe elhemehâ fucurahâ ve takvâhâ.” benim için bu meselede söz budur.

  • eee boşuna dememişler klasik de olsa insan denen varlık başlı başına bir dünyadır diye ve yeryüzündeki insan sayısı kadar dünya var ki bu çok büyük bir enerji değerler açısından…önemli olan galiba bu enerjiyi tek dünya için faydalı ve evrensel olan, çıkarlardan, menfaatlerden uzak yine bir insan için değil her insan için geçerli olacak hale getirmek, bunu başaran ise tarih de gösteriyor ki Kur’an-ı Kerim…

  • Rasim Hoca’nin yazisinda guzel bir yer var, daha erken gorseydim yazima dahil edebilirdim:

    “Grekler: “İnsan eşref-i mahlûkattır” derken bir şeyi kastediyordu; Müslümanlar aynı cümleyle başka bir şeyi kasteder. Birinciler, insan madem yaratılmışların en şereflisidir, o halde o, tabiatı istediği gibi tasarruf edebilir, onu kendine bend etmek için elinden geleni yapmakta serbesttir mantığı ile hareket ederken; Müslümanlar bunun tam tersine bir niyetle yola çıkarlar ve insan madem yaratılmışların en şereflisidir, o halde tabiata şerefli mahlûka yaraşır biçimde muamele etmelidir, derler.”

  • iki yazıyı arka arkaya okudum ilkinde maksat hasıl olmuyor. İlki ikincisine
    yazılmış bir girizgahı andırıyor. iyi ki bunu yazmışsın abi

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s